YÜZ YILLIK SORU: NEDEN EĞİTİMDE GELİŞMİŞ ÜLKELERİ YAKALAYAMADIK?
Geçen aylarda, Kuzey’in refah ülkelerindeki gelişmişliğin temelinde eğitimde gerçekleştirdikleri devrim olduğundan bahsetmiştik.Peki biz neden yüz yıl sonra hâlâ aynı yerdeyiz?
Biz kendi Anadolu Aydınlanmamızı neden gerçekleştiremedik?Bu sorunun yanıtını bulmak için gelin, yüz yıl öncesine, Cumhuriyet’in ilk günlerine gidelim.
1921 yılında, Kurtuluş Savaşı’nın en zorlu günlerinde Birinci Eğitim (Maarif) Kongresi düzenlenmek istenir. Ancak Yunan ordusunun Ankara önlerine kadar yaklaştığı bu kritik dönemde, toplantının ertelenmesi önerisi, Gazi Paşa’ya sunulur.
Atatürk, bu fikre şu tarihi sözlerle karşı çıkar:
“Hayır, toplantıyı ertelemeyin. Cahillikle savaş, düşmanla savaştan daha az önemli değildir.”
Kurtuluş Savaşı sona erip Cumhuriyet kurulduktan sonra Tevhid-i Tedrisat (eğitimin birleştirilmesi), Latin harflerine geçilmesi ve okuma-yazma seferberliği gibi birçok devrim hayata geçirildi.Ancak tüm bu çabalara rağmen, Anadolu’da özellikle de köylerde okulların açılması Atatürk’ün ölümünden sonraya kaldı.
Gazi’nin sağlığında Meclis’te defalarca dile getirdiği ama hayata geçiremediği iki isteği –köy okullarının açılması ve toprak reformu– genç Cumhuriyet’in en büyük eksiklikleri olarak kaldı.
1923–1938 arası dönemi özetlersek; genç Cumhuriyet çölün ortasına binlerce fidan dikmişti, fakat bu fidanlara can suyu verilememişti.
1938’de Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’in öncülüğünde açılan Köy Enstitüleri, Anadolu Aydınlanması adına atılmış en büyük adımdı.Kısa sürede binlerce öğretmen yetişip, köylerine dönerek eğitim vermeye başladılar.
Ne var ki, Anadolu gibi geniş bir coğrafyada yalnızca 21 okulun yeterli olması mümkün değildi. Meclis’teki toprak ağası milletvekillerinin ve 2. Dünya Savaşı’ndan sonra sertleşen muhalefetin etkisiyle, Köy Enstitüleri, hedef haline geldi.
Fevzi Çakmak ve Kâzım Karabekir gibi Atatürk’ün silah arkadaşlarının bile karşı çıktığı bu okullar, “komünist yetiştiriyor” suçlamalarıyla kapatılmaya başlandı.
Baskılara dayanamayan İnönü Hükûmeti döneminde köy okulları 1946’dan itibaren kademeli olarak kapatıldı. Anadolu Aydınlanması filizlenemeden sona ermişti.
Enstitülerle birlikte uygulamalı eğitim de sona erdi.
Arıcılık, balıkçılık, ziraat gibi tarım dersleri kaldırıldı; resim ve müzik dersleri sınıflara hapsedildi; beden eğitimi neredeyse askeri disipline indirgenmişti.
Anadolu’nun binlerce yıllık antik tiyatrolarında sahnelenen piyesler, “müsamere” adlı yıl sonu etkinliklerine dönüştü.
Eleştiri, sorgulama ve tartışma kültürü yerini ezbere bıraktı.
Köy Enstitülerinin kapatılması, Anadolu Aydınlanması’nın köklerini kuruttu.
1950’lerden 1980’lere uzanan süreçte, okulsuz kalan taşra halkı, çareyi büyük şehirlere göçte buldu.
TÜİK verilerine göre 1960’larda köy nüfusunun yüzde 60’ı artık şehirlerde yaşamaya başlamıştı.
Bu dev göç dalgası yalnızca şehirlerin fiziki yapısını değil, sosyoekonomik ve kültürel dokusunu da kökten değiştirdi.
Gecekondular yükseldi, arabesk bir yaşam tarzı doğdu ve ne köyün ne de şehrin ruhunu tam anlamıyla benimseyebilen bir nesil ortaya çıktı.
Bu kültürel dönüşümün üstüne Soğuk Savaş yıllarının körüklediği sağ–sol çatışması eklenince, ülke 1980’lere kadar sürecek kanlı bir iç savaşın içine sürüklendi.
12 Eylül’ün generalleri çözümü, düşünen ve sorgulayan gençler yerine sadece sınavlara hazırlanan, apolitik, tek tip bir nesil yetiştirmekte buldu.
Türkiye’nin eğitim sistemi artık yalnızca matematik problemi ve Türkçe paragraf sorusu çözmeye indirgenmişti.
Laboratuvarda deneylerle öğretilmesi gereken kimya ve fizik dersleri formül ezberine dönüştü.
Evrim teorisinin anlatılmadığı biyoloji, dünya tarihinden arındırılmış milli tarih ve testlerle sınırlı felsefe dersleriyle eğitim içeriksizleşti.
1980’lerin sonunda açılmaya başlayan özel okullar, 2000’lere gelindiğinde apartman dairelerine sıkışmış ticarileşmiş kurumlara dönüştü. Kaliteyi artırmak yerine fırsat eşitliğini ortadan kaldırdılar.
Geldiğimiz noktada, yalnızca merkezi sınavlara öğrenci hazırlayan; içeriği daralmış, defalarca değişen müfredatlar ve bakanlarla yönünü kaybetmiş bir eğitim sistemimiz var.
Bugün çocuklarımız yapboza dönmüş sınav sistemlerinin kurbanı haline gelmiş durumda.
Kısacası, bugün yaşadığımız ekonomik, toplumsal ve kültürel sorunların temelinde, tamamlanamamış bir eğitim devrimi yatıyor.
1920’lerde bizden daha kötü durumda olan Finlandiya ya da 1950’lerde bizim kadar yoksul olan Güney Kore’nin bugün kendi markalarını yaratması bir tesadüf değil.
Yüz yıl önce Atatürk, “Cahillikle savaş, düşmanla savaştan daha az önemli değildir” diyerek bir eğitim seferberliği başlattı.Ne yazık ki o savaş hâlâ tamamlanmayı bekliyor.
Gerçek bağımsızlık, ancak o zafer kazanıldığında mümkün olacak.