İstanbul
"Desert Saints", "Kill Bill", "Dreamcather", "28 Days", "Path to War", "Onegin", "On the Line", "Time Machine", "Dangerous Lives of Altar Boys" ve "24 Hours" gibi birçok Hollywood filmine afiş hazırlayan usta tasarımcı Emrah Yücel, Türk sinemasında da aralarında "Mumya Firarda", "Kurtlar Vadisi Irak", "Asmalı Konak" ve "Vizontele Tuuba"nın bulunduğu birçok filmin afişine imza attı.
Web tasarımı, televizyon reklamı, poster ve kurumsal kimlik üzerine de çalışmalar yapan Yücel, son yıllarda özellikle ülke ve şehir markalaşması projeleriyle birlikte iletişim tasarımı üzerine yoğunlaşıyor.
Uluslararası sinema ve televizyon sektörünün yakından tanıdığı Emrah Yücel, çocukluğunu, Hollywood'a uzanan yolculuğunu, Türkiye'ye olan bağlılığını ve çalışmalarını anlattı.
- Yakın bir tarihte Türkiye'ye geldiniz. Neler yaptınız bu koronavirüs salgını döneminde ve Türkiye'ye gelişinizle birlikte yeni bir projeniz var mı?
- Türkiye'de sürekli çalışmalarımız devam ediyor. Özellikle son dönemlerde destinasyon markalaşması üzerinde uzmanlaşmaya başladık. Dünya çapında yaptığımız Kenya, Hawaii, San Antonio ve Nepal gibi projelerin dışında Türkiye'de yıllar önce başladığımız İzmir markalaşma projesinin peşinden Gaziantep'i sonra küçük bir kasaba olmasına rağmen tarihi önemi çok büyük Bergama'yı, hemen peşinden de Çanakkale ve Bursa'yı tamamladık.
- Şehirlerin markalaşması ne demektir ve bu yolculuk şehirler üzerinden nasıl ilerliyor, biraz anlatır mısınız?
- Şehir markalaşması, aslında destinasyon markalaşması dediğimiz meselenin ikinci başlığı. En üstte ülke markalaşması var. Özünde de bunların tümüne destinasyon markalaşması deniyor.
İnsanların bir arada olduğu bu destinasyonların hepsinin içerisinde bir ruh var. Latince de bunun ismine 'genius loci' (yerin ruhu) deniyor. Bu ruhun bir fikri oluyor genelde.
Fikrin ne olduğunu aslında içindeki insanlar bilemiyorlar, dışardan bakamadıkları için. Bizler o dışarıdan bakma meselesini sağlayabildiğimiz ve bunu da onlardan aldığımız bilgiler ışığında bir araya getirebildiğimiz için bu işin bir uzmanlaşması olmaya başlıyor.
"'I Mean It Creative' başlığı altında yaptığımız pek çok ilginç proje var"
- Mekanlar ve yerler arasında tarihsel süreçleri de baz alıp, bir kimlik oluşturup, günümüze uyarlanabilecek bir algı ve reklam kampanyası oluşturuyorsunuz özetle diyebilir miyiz?
- Aynen öyle. Ama bu sadece görsel değil. Yani ben tasarım kökenli bir insanım, yaptığım işler de aslında hep görsel üzerine kurulu.
Fakat yaptığımız iş bunun biraz dışında. Esas iletişimin tasarımını yapmaya başlıyoruz. Çok önemli bir şey. Genellikle herkesin araştırırken bildiği çok kısa 'keyword'ler (anahtar kelimeler) vardır.
Benimki 'Hollywood'daki yetenekli çocuk'tan öte bir şey. Hollywood'da yaptığımız işlerin dışında burada özellikle 'I Mean It Creative' başlığı altında yaptığımız pek çok ilginç proje var.
- Peki bireysel olarak bu işitsel algıyı siz nasıl yaratıcılığınızla bütünleştiriyorsunuz? Anladığım kadarıyla bir ekiple çalışıyorsunuz. Müzik anlamında da ayrıca bestecilik yönünüz de var mı?
- Ben müzik yapmıyorum ama yaklaşık 40-50 kişilik bir ekibin çalıştığı bir iş. Tabii ki fotoğraf çekimlerine de ben gitmiyorum. Baktığınız zaman bu işin başındaki kreatif direktör olarak orada hangi fotoğrafların daha ikonik duracağı, yurt dışı bakışıyla neyin ilgi çekebileceği ya da bu melodilerden hangisinin 'universal' temalara sahip olduğunu doğal olarak hissedebiliyorsunuz.
O da senin kreatif direktör olarak meseleye getirdiğin farklılaşma ve ayrışma oluyor. Bizimle çalışmak isteyen pek çok insan zaten bizi bu yüzden seçiyor. Bir parantez daha açmak istiyorum. Talebin Türkiye'den gelmesinin arkasında da köklerimizin Türkiye olması var.
Dediğim gibi Kenya, Nijerya, Hawaii'de de çalıştık. Bu projelerin tümünde sonuçta evrensel kimliğinizle yer alıyorsunuz. Ama Türkiye'de bir şey yaparken kendi kökeninizden olan bir şey olduğu için meseleyi daha iyi anlayabiliyor, doğru yapıyorsunuz. Zaten destinasyon çalışması da o bölgelerin insanları ile yapılır.
"Türkiye'deki ve yurt dışındaki rakiplerimizden ayrışıyoruz"
- Uluslararası alanda sinema ve televizyon sektörünün yakından tanıdığı bir isimsiniz. "Dreamogram" ve "I Mean It Creative"in kurucususunuz. "I Mean It Creative"in anlamı da bu arada çok güzel.
- Evet, gönlünüzü koyarak yaptığınız iş.
- Bu ikisinin nasıl ayrıştığını anlatmanızı isterim. Fakat önce bu yolculuğa çıkış noktanızı merak ediyorum. Anne ve babanızın Londra'da BBC'de çalışmasıyla birlikte orada müzelerde gezinen bir çocukken mi bu yolculuk başladı?
- Bir kere tanınırlık meselesini bir tanımlamak istiyorum. Çünkü Türkiye'deki röportajların birçoğu 'dünya çapında ünlü ve tanınır' diye başlıyor. Ben dünya çapında tanınan birisi değilim.
- Hollywood'da?
- Hollywood’da da tanınan birisi değilim. Ben bu sektörün içerisinde var olan bir işin, bir dişlinin parçasıyım. Yani çalıştığım ve sonuçlandırdığım pek çok büyük proje oldu. Yani 'Avatar'ı da, 'Kill Bill'i de, 'Frida'yı da biz yaptık.
Bunların içerisinde, üzerinde çalıştığımız ve bitirdiğimiz yüzlerce büyük box office ve Oscar filmi var. Ama kimse beni şahsen bilmez. Benim içerisinde bulunduğum yer kesinlikle yaptığım projelerin büyüklüğü ile orantılı.
Baktığın zaman uluslararası birçok projeye imza atmış bir tasarımcıyım. Ama dediğim gibi bir dişlinin parçasıyım. Bunlar ekip işi. İçerisinde stüdyolar ya da televizyon departmanlarının hepsinin içerisinde marketing bölümleri var.
Orada sizi işe alan yerler var. Biz de onlara servis veren bir ajansız ve ben de onun kreatif direktörüyüm.
Gelelim 'Dreamogram' ve 'I Mean It' meselesine. Sinema sektöründe yaptığımız işlerin hepsi ayrıca özellikle sinema sektöründeki insanları ilgilendiren bir şey. Çünkü sizi işe alan Warner Brothers, Disney, Columbia ve Paramount gibi büyük stüdyolardır.
Bunların dışında çalıştığımız büyük televizyon kanalları ve bir de bunun dışında aylık para ödediğiniz 'streaming business'lar, kanallar eklendi. Bunlar da sizin başka iş yapmanızı istemezler.
Yani destinasyon markalaşması ya da şirketlerin 'startup'ları, 'branding'leri, reklam filmi çekiyor olmanız onları ilgilendirmiyor. Onların istediği iki tane şey var. Net olarak film ve eğlence dünyasının görsellerinin tasarlanması ve bunlar için bir strateji oluşturulması, aynı zamanda da bütün bu yapının stratejik olarak doğru temeller üzerine kurularak bir de mesela bunların fragmanlarının üretilmesini istiyorlar.
Biz de onlara bir şirket adı altında o servisi veriyoruz. Çok iş yapan değil, bir alanda uzmanlaşmış bir şirket Dreamogram. I Mean It ise 12-13 yıllık bir şirket. Bu şirketin içinde de dünyanın farklı bölgelerinde bir sürü çalışanımız var.
Ağırlıklı olarak yaptığımız iş, markalaşma ve bununla ilintili olan reklam işleri. Aslında biz orada o kadar çok şey yapıyoruz ki. Şehir markalaşmasında olduğu gibi strateji de var, araştırma da var. Bütün bunların üzerine var olan marka değerlerinin tümünün tekrar gözden geçirilmesi, ihtiyaçlarının tanımlanması ve yıllara bölünmesi de var.
Mesela kimi zaman bir markanın görsel değişikliği kademeli olarak yapılması gereken bir iş. Bu bir amblem değişikliği de olabilir, bir renk kodu ya da müzik değişikliği de olur.
Stratejik olarak mesela hangi ürünün öne çıkması, hangi ürünün yıllar içinde azalması ve hangisinin daha çok satılmasıyla ilgili kararlar da olabilir. Biz bütün bunların hepsine baktığımız için de mutlaka şirketin ve o şehrin derdini kendimize dert etmemiz gerekiyor.
Hakikaten kalbini koyman ve içselleştirmen gereken bir mesele. O yüzden Türkiye'deki ve yurt dışındaki rakiplerimizden ayrışıyoruz. Aslında danışmanlık ve gönül beraberliği kurmuş oluyoruz.
- Duygusal bir bağ kurmak gibi bir durum sanırım.
- Evet. Çok şaşırtıcı bir şekilde Türkiye'den ilginç talepler geliyor. Çünkü Türkiye de yavaş yavaş yurt dışına açılmak istiyor.
Özellikle Amerika'da iş yapmak isteyen, sadece satış kanallarını Türkiye'de değil yurt dışında geliştirmek isteyen birçok firma da doğal olarak yurt dışındaki bir firma ile çalışmak istiyor ve biz de onlara iyi karşılıklar vermiş oluyoruz.
Özellikle inovasyon ve pek çok buluşun, değerin çok önemli olduğu Kaliforniya gibi yerden bu servisi almak istiyorlar.
"Sabahtan akşama kadar müzelerin o büyük kanyonları içerisinde, eserlerin arasında gezmeye başlıyordum"
- Peki çocukken müzedeki dolaşmalarınız mı sizi bu günlere getirdi?
- Bu ilginç bir hikaye. Benim babam resim, annem de edebiyat öğretmeni. Fakat yıllar onların her ikisini de farklı yerlere çekti. Babam belgesel ve eğitici film yönetmeni oldu. Annem de önce radyo programı sonra da senaryo yazarı oldu. Birlikte çalıştılar.
Ben de onlarla birlikte çekimler için Türkiye'nin her yerini gezdim. Çok ilginç bir deneyimdi. Fakat babamın Yörüklerle ilgili 'Göçerler' diye bir filminin Berlin Film Festivali'nde 'Jüri Özel Ödülü' almasının ardından, babama 'BBC'ye gelin, biz size bir yıllık eğitim veriyoruz. Peşinden de bir yıllık staj gibi bir çalışma olanağı ve 2 yıllık program olacak' dediler.
Babam, 'çok isterdim, ama eşim ve çocuğum var gelemem' diyor. 'Eşiniz ne iş yapıyor?' diye soruyorlar. Senaryo yazıyor diyor ve 'süper o da katılsın' diyorlar.
Biz ailece apar topar ilk okula yeni başlamıştım, Londra'ya yerleşiyoruz, 1978-1979'lu yıllar.
BBC'den birilerinin yardımıyla Londra'da beni Katolik okuluna yazdırıyorlar, tabii dil de bilmiyorum, bizi kiliselere götürüyorlar şarkılar söylüyoruz. Fakat İngilizce bilmediğimi cevap veremediğim için özellikle kızlar fark ettiler.
Kendilerince şakalaşıyorlar. Sonra erkek çocuklarla da aynı şey olmaya başladı. Onlar da beni bir şeyler söyleyerek sıkıştırmaya başladılar. Ben cevap vermediğim için bu sefer fiziksel olarak da bir şeyler yapabileceklerini düşünmeye başladılar.
Ben de ne yazık ki bu itip kakmaya cevap verdim. Bu sefer müdürün odasında çocuklarla oturuyoruz, 'Emrah uyumsuz', bir öğrenci de 'şiddetle cevaplar veriyor' dedi. Beni okuldan attılar. Aileme anlattım durumu.
Ekonomik olarak da çok güçlü bir durumumuz yok. Shoreditch'te Hintli bir apartman sahibinin evinde bir oda kiralamışız, ailece orada yatıp kalkıyoruz.
Annem, babam gidiyor, Hintli adamla yemek yapıyoruz birlikte, televizyon seyrediyoruz, günlerim geçiyor. Hafta sonları iple çektiğim günler. Çünkü hafta sonları müzelere gidiyoruz, kültür merkezlerinde geziyoruz.
Hem annem ve babam besleniyor hem ben de onların yanında muazzam bir kültürle karşı karşıya geliyorum. Hiç unutmuyorum Hintli ev sahibimiz körili yemekler yapıyor, ben de onun yanında soğan doğruyorum, oynuyorum.
Bir akşam üçümüz bir döşeğin üzerinde yatıyoruz. Annem benim uyuduğumu sanarak, babama, 'Hasan bu çocuk çok köri kokuyor, ben dayanamıyorum biz ne yapacağız?' dedi. Bu söz beni nasıl mahvetti anlatamam.
Ondan beridir hijyen konusunda hassas bir adam oldum. İkincisi beni babaanneme gönderecekler, onlardan ayrı, bu güzel dünyadan uzak kalacağım korkusu beni mahvetti. 'Ne pahasına olursa olsun kalmak istiyorum' dedim.
Babamın aklına parlak bir fikir geldi. Müzelere gittiğimizde o dönemlerde çocuklara bir yaka kartı veriyorlar, üzerinde bir numara var, aynısını veliye de veriyorlar. Müzeler çok büyük ve cep telefonu yok, böylece kalabalıklar arasında müzeden çıkarken çocukların kaybolmasını engelliyorlar.
- Böylece çözümü buldunuz mu?
- 'Süper, zaten çok hoşuma gidiyor. Bir de babaanneme dönmeyeyim de ne olursa olsun' dedim ve bizim böyle bir maceramız başladı.
Sabah 10.00'da müzenin açılmasıyla yaka kartımla beni müzeye bırakıyorlar ve işe gidiyorlardı. Ben de o yaka kartımla birlikte müzelerin o büyük kanyonları içerisinde, eserlerin arasında gezmeye başlıyordum.
- Bir çocuk için muazzam bir deneyim..
- Muazzam bir şey. Çok net hatırlıyorum, 'empresyonizm', 'ekspresyonizm', 'fovizm', 'naturalizm', 'romantizm'i bütün bu akımları eserlerde görmeye başlıyorsun ve 3-5 ay içinde dilin de gelişiyor.
Benim yaşımda gelen çocuklu grupların eğitmenlerini de dinlemeye, sonra müzedeki rehberleri anlamaya başlıyorsun. Hikayeler hep şöyle mitoloji, din, tarih ve hikayeleri nasıl resmediliyor?
Bunun içinde neler var ve oradaki bütün resimlerin içerisindeki kodları anlamaya çalışıp, mimikleri, jestleri, ikonları dinleyerek anlamaya başlıyorsun. Bunlar benim için muazzam bir öğrenme (dönemi) oldu.
Yıllar sonra fark ettim ki benim yaptığım iş zaten bu. Tabii önce 'National Portrait Gallery' ile başladım, sonra 'British Museum' oldu, 'Tate'e, 'Serpentine'e gittim. O kadar çok müzede zaman geçirdim ki.
Bir de orada zaman geçirdiğiniz insan kalitesi var. Çünkü müzeye gelen sanata, kültüre zaman ayıran insan tipidir. Ben o insanların yanında kendimi daha iyi, huzurlu hissediyordum. O da hayatım boyunca bir arayış haline dönüştü.
- Hala gider misiniz müzeler ve hala aynı hisleri taşır mısınız?
- Her zaman. Eskisi kadar uzun bakmıyorum artık, daha seçici bakıyorum. Yani çok beğendiğim dönemler var. Atıyorum 'Dutch' sürrealizmini ama bahsettiğim Dali'nin sürrealizmi değil, çok daha öncesindekini beğenirim.
Rokoko'da özel takip ettiğim, beğendiklerim var. Bir de daha farklı gözle bakmaya başlıyorsun. Mesela şu anda müzelerdeki eserlerin tümü, Instagram'dakilerle benzerlikleri dikkatimi çekiyor.
- Öyle mi? Nasıl?
- Yani Instagram'da herkesin trend ettiği konulara baktığımız zaman bunların birebir karşılıkları aslında tarihte de olmuş. Adamın duvarına astığı ya da sipariş verdiği resim ya da ruh hali şu anda Instagram'da da çok tıkladığı şeyler.
İkisi arasındaki paralellikler şu an benim çok ilgimi çekiyor. İnsanlar güzel bir şey görmek istiyor. Bu durum zaten o dönemde de var. Adam bunun siparişini odasına koymak üzere veriyor. Çok ilginç.
Öğrenme ve meraklılık meselesi önemli, gittikçe o yöne gitmeye başlıyor. Yani zevkin daha daralmaya, belli şeyleri 'kolekt' etmeye başlıyorsun. Ben iyi de bir koleksiyoncuyum. Bir sürü eser alıyorum, belli dönemleri seviyorum. O da sizin hayatınızın bir parçası, kültürü oluyor.
"Blade Runner, benden sonraki jenerasyonlarda da pek çok insan için motive edici bir film oldu"
- Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Tasarımı'nı bitirerek, yüksek lisansınızı Bilkent Üniversitesi Grafik Bölümü'nde tamamladıktan sonra mı ABD'ye gitmeye karar verdiniz ve "Blade Runner" bu kararınız için tetikleyici bir film olmuş sanırım. Bu filmin sizin için neden önem taşıdığını anlatır mısınız?
- Ridley Scott'un yönettiği 'Blade Runner' sadece benim jenerasyonum değil, benden sonraki jenerasyonlarda da pek çok insan için motive edici bir film oldu.
Çok sevdiğim arkadaşım Refik Anadol da aynı hikayeyi anlatıyor. O da mesela Blade Runner'dan çok etkilenmiş ve harekete geçmiş. Ankara'da Shakespeare profesörü olan arkadaşım Audrey'in babası ve annesi İngiliz'dir. BAFTA üyesi oldukları için kaset onlara gelmişti izlesinler diye.
Onların evinde hayranlıkla filmi izledik. 1983 yapımıydı galiba. O dönemin inanılmaz başyapıtlarından bir tanesi ve film 2019 Los Angeles'ta başlıyor. 1985'li yıllar diyelim ve ben filmi izlediğimde, 'Ben de orada olabilirim eğer böyle olacaksa' dedim.
Aslında çok karanlık ve dramatik bir film olmasına rağmen beni çok etkiledi ve o motivasyonla hareket etmeye başladım. Ama 2019'da Los Angeles öyle değil, ayrı bir yerdeydi.
Beklediğimiz gibi olmadı. Çok ilginçtir, İstanbul, Blade Runner'a daha yakın. Genel görüntü, yağmurlu bir Mahmutpaşa, Blade Runner'a daha yakın.
- Los Angeles'ta yaşıyorsunuz 28 yıldır değil mi?
- Evet, yaklaşık 25 yıldır. Bir 5 yıl da New York'um var.
- Aslında sanat ve tasarımla ilgilenen insan mesleki anlamda, tempo ve hızlılıktan dolayı New York'ta kalır. Los Angeles'a geçme öykünüz nasıl oldu?
- Çok güzel bir soru. Aslında ben New York'u hiç bırakmak istememiştim o yıllarda. Ama kendimi de Amerikan kültürünün içerisine çok uygun bulmuyordum. Ben daha çok Avrupa kültürüne ait bir insanım.
Fakat New York bütün Amerika'dan ayrışıyor. Çünkü New York'a gittiğiniz zaman siz gerçekten o şehir tarafından kabul ediliyorsunuz ve New Yorklu oluyorsunuz.
Benim bir iş bulabilmem ve istediğim bir kültürün içerisine girmek için kullanacağım basamakların hepsi doğal olarak New York'taki büyük yerlerden geçiyor ve stüdyolardan başlıyordu.
Onun için ben işlerimi 'headhunters' yani kafa avcılarına gönderdim. Şanslıydım, çünkü giderken bütün işlerimi, eserlerimi basılı kitap haline getirdim.
Bir sürü stüdyoya bıraktım ve ne istediğimi anlattım. Hiç unutmuyorum o dönemin kafa avcılarından bir tanesi Rita Sue Seigel isimli hanımefendi, New York'ta hala da tasarım camiasının en güçlü isimlerinden birisidir, işlerime baktı ve dedi ki 'sen gerçekten bir sanatçısın.'
Uğur Mumcu'nun 24 kitabının kapaklarını yapma şansım olmuştu. Onun dışında festivallere, uluslararası bienallere katılmak için yaptığım işler vardı. Fakat, yaptığın işin ve bulunduğun kültürün içeriğine henüz sahip değilsin.
Amerika apayrı bir şey. Hem dilini geliştirmen hem bu kültüre ait birtakım kodları üstlenmen lazım. 'En azından 2 yıl New York'ta Amerikan kültürünün içinden işler yap' düşüncesi çok net bir yön verdi bana.
Off-off-Broadway afişleri, o zaman yeni yeni çıkıyordu hip-hop, rap'ler, müzik, albüm, kitap kapakları başta olmak üzere ajanslardan aldığım işlerle Amerikan portfolyosu oluşturdum.
Bunları aldım 2 yıl sonra Rita Sue Seigel'in yanına tekrar gittim. 'Tam istediğimiz noktadasın, dilin de gelişmiş bu arada. Biz sana iş bulmaya başlayabiliriz.' dedi. O süre içerisinde hakikaten tırnaklarınla kazıyarak New York'ta yaşamaya çalışıyorsun ve bunlar çok kolay işler değil.
Bana Atlanta'dan da bir iş geldi. Zaten çok hazzetmiyorum Amerikan tarzından. New York'ta olmasını istiyordum işimin.
Sonra bir çarşamba öğlenden sonra telefon geldi, 'Hemen gelebilir misin?' diye Rita Sue arıyor. Hemen gittim bir beyefendi, çok rafine bir karakter Tony Seiniger, benim Uğur Mumcu için yaptığım işleri beğenmiş.
Rita Sue'ya baktım, dedim ki 'burada 2 yıldır Amerikan portfolyosu yapıyoruz, adam Uğur Mumcu'yu beğenmiş, ne oldu?' Adam, Hollywood'daki en büyük film stüdyolarına iş yapan marketing ajansının sahibi ve sürekli bir yetenek arıyor.
İşlerimi beğenmiş, benimle çalışmak istediğini söyledi. Ama 'önce küçük bir proje yap' diyerek bana bir senaryo verdi, 'Bunu oku' dedi, 'Ben bir hafta sonra Nicolas Cage'in fotoğraf çekimi için yeniden geleceğim, o zamana kadar bana karakalem çizim yap' dedi ve gitti.
Ben de eve gittim, senaryoyu okudum heyecanla. Bir hafta zaman var. Google falan da yok o zaman, hemen ertesi gün büyük 2-3 kitapçıyı ziyaret ettim, büyük aktörlerin fotoğraflarının bulunduğu kitapları aldım getirdim eve.
Hepsinin fotoğraflarını taradım. Sonra fotoğraf kitaplarını geri götürdüm, iade ettim. Fotoğraflardan temsili aksiyon sahnelerinin olduğu, filmin isminin özel olarak yazıldığı, oyuncular ve atmosferi oluşturacak şekilde 5 tane afiş yaptım.
Hepsini büyük boardlara bastırdım. Üzerlerinde de aydıngerleri var. Bir hafta sonraki toplantıya gittim. Hepsini duvara dizdim. Rita Sue ile Tony asansörden indiler.
Tony Seiniger geldi, gözlüklerini kafasına koydu, işlerin hepsine uzun uzun baktı, inceledi. Bir şey söylemedi.
Ondan sonra geldi yanıma, bir şey söyleyecek diye bekliyorum ama o alnımdan öptü. Çok tuhaf bir şey. Bir Amerikalının vereceği bir tepki değil.
Dedi ki 'konuş Rita Sue ile Los Angeles’a taşınıyorsun', 'Los Angeles’a taşınmak istemiyorum, New York'tan yapamaz mıyım?' dedim.
O da dedi ki, 'Anlamadın sen benim ne dediğimi. Sen Rita Sue ile konuş, o anlatır.' Gerçekten önümde çok büyük bir kapı açtı Tony Seiniger. Yani ne demek istediğini anlamamışım.
Çünkü önerdiği pozisyon, sorumluluk ve bunun karşılığında ödeyeceği bedellerle falan Los Angeles'a çok iyi şartlarla gittim ve orada hemen arabamı aldılar, çok iyi bir ofisim oldu, 40 kişilik bir ekibin başına gittim. O dönem başlayarak çok iyi projelere imza attık.
"25-30 Hollywood yıldızının web sitesini yapma ve tanışma şansım oldu"
- Amerikan rüyası gibi?
- Evet, tabii, Amerikan rüyası. Yani Harrison Ford'la, bir sürü filmin afişini yaptım o dönemde. 'Random Hearts', 'Vertical Limit', '28 Days', 'Enemy at the Gates', 'Muppets From Space'... O kadar çok proje var ki.
- Ama aynı zamanda da not ettiğim isimler var, Brad Pitt, Mel Gibson, Tom Hanks, Michael Douglas, Helen Hunt, Julianne Moore gibi özel isimlerin web sitelerini de hazırlamışsınız. Sanırım bu işlerinizle bağlantılı oluşan bir durum?
- Evet, onlar ayrı web siteleri. Çok ilginç bir hikaye. Tony aynı zamanda araba yarışçısıydı. Tony'nin yanında 1 buçuk, 2 yıl çalıştıktan sonra bana 'Monterey'da araba yarışları var. Gel sen de biraz dinlen, hakikaten çok yoruldun' dedi.
Gittim, Amerika'daki en büyük klasik araba şovu ve o şov içerisinde en iyi araba seçiliyor. Panama şapkaları, lacivert blazerlar, beyaz pantolonlar, herkes çok klas.
Tony ile birlikte gittik, yanımızda bir beyefendi var. Tony, 'ben Emrah'ı web sitesinden buldum' falan kendi hikayesini anlatıyor. Adam dedi ki, 'Siz web sitesi mi yapıyorsunuz?', Ben de 'evet yapıyorum' dedim. 'Bizim bir projemiz var, yardımcı olur musun, ilginç bir proje, hoşuna gidebilir?' dedi. 'Nedir?' deyince, 'Tom Hanks'in web sitesi.'
Ben de Tom Hanks'i çok severim, Tom Cruise'i sevmem mesela ama Tom Hanks benim Amerikan aktörleri içerisinde en sevdiklerimden birisi. 'Tabii ki onur olur, yapmak isterim' dedim.
Sonradan anladım ki, adam CAA'in başkanıymış. Yani Creative Artists Agency denen bütün yetenekleri temsil eden en büyük firmanın başındaki adammış.
Yapmak istedikleri de şu, uzun vadede barındırdıkları bütün aktör ve aktrislere birer web sitesi yapıp, bunları da aynı çatı altında toplamak, böylece tıklanmanın artması ve halka açılması üzerine bir mantık kuruyorlar.
Başladık, önce alternatifler hazırladım, çok beğendiler. Bunu Avustralya'daki arkadaşlara verdim, programladılar, 20 gün içinde web sitesi yaptık, bu da onu çok etkiledi.
Bundan 10 tane daha vermek istediler. Ben 'bu başka bir iş, Tony ile konuşmam lazım' dedim. Tony'e söyledim. Bana 'çocuk' derdi. 'Sen bu işi yap o zaman.
Buraya da o ekibi kur, Avustralyalıları da getir. Ayrı bir departman açalım, sen de ortağı ol.' dedi. Amerika'da bu geleneksel bir şeydir. Alt alta şirketlerin içerisinde çok isim vardır ve siz şirketin çok yüksek maaşlı elamanı olmaktan çıkıp riski de paylaşan ortağı olmaya başlarsınız.
Bu iyi bir model aslında, benim çok hoşuma gitti. Zaten oraya doğru ilerliyorduk ve ben dijital bölümü oluşturdum, web siteleri yaptım. Bu saydığınız bütün isimlerin hepsinin, 25-30 Hollywood yıldızının web sitesini yapma ve tanışma şansım oldu.
"Bunlar hep format, rastlantı değil. Arkasında hep strateji var"
- İnsanların hayranı olduğu sanatçıların bu web siteleri profesyonel bir kimlikte mi hazırlanıyor? Yoksa sanatçı kendi duygusunu da ona katıyor mu? Ya da şunların, şunların olmasını istiyorum dedikleri oluyor mu?
- Kesinlikle profesyonel. Onu diyebilir ama bu tanımlanıp size gelir. Siz toplantıya girebilirsiniz belki ama kimse o odada 'şunu istiyorum' demez.
Olsa bile o bize söylemez onu, bilgi notu olarak size verirler. Bakın çok net bir şey söylemek istiyorum. Bunların hiç birisi bireysel hareketler değil.
Tom Hanks dediğimiz Century City'de 60 kişinin çalıştığı iki tane katı dolduran bir şirkettir. Tom Hanks'in ne giyeceği, ne yiyeceği, ne iş yapacağı, hangi filmde yer alması gerektiği, stratejik olarak hangi tarafa bakması gerektiği, nereye bağış yapacağı, nereye gideceği, bunlarda zaten 60 kişinin planlaması üzerine hareket edilir.
Bunun içerisinde o insanların tümünün kişisel olarak yaptığı şey yok mudur? Tabii ki vardır. Ama bu zaten iç içe olan bir şey. Yani o, onu tercih ediyor, onlar onu tasarlıyorlar.
Mesela Tom Hanks'in hiç paparazzi fotoğrafını görmezsiniz. Hiçbir yanlışı, gizlediği bir şeyi yoktur. Ama mesela başka formatlar üzerine kurulmuş insanlar da var.
Onlar da onun üzerinden çalışıyorlar. Bunların hiç birisi zannedildiği kadar basit değildir. Kimse size gelip ben böyle bir afiş tasarımı hayal ediyorum demez.
Onun arkasında yüzlerce insan çalışıyor. Çünkü bunlar yüz milyon dolarlık projeler. Filmler çekiliyor, pazarlama stratejisinin ne olacağı üzerine çalışılıyor.
- Özetle marka haline geliyor?
- Tabii, aynı şey. Mesela izleyiciler fark etti mi bilmiyorum, Tom Hanks her filminde sıradan bir insan olarak beklemediği bir duruma düşer ve o durumu çözmek için çabalar.
Fedex görevlisidir bir adaya düşer ve oradan çıkmak için çabalar, mütevazı bir New Jersey avukatıdır ama Berlin duvarının öteki tarafında kalır, oradan kurtulmaya çalışır ya da özürlüdür, kendi dünyasında bir şeyi vardır ama dış dünyaya maruz kalır ve oradan kurtulmaya çalışır.
Bunlar hep format, bunlar rastlantı değil. Bunların hepsi onun tercihi olan tipler ve bu tipoloji üzerine de ona göre senaryolar, projeler oluşuyor. Arkasında hep strateji var.
- Grafik tasarım sektörünün en büyük ödülünü Key-Art'ı iki kez almış ilk Türk sizsiniz. Ödüller konusunda hislerinizi alabilir miyiz?
- Key-Art ödülünü almak benim için önemliydi. Benden sonra alan başka Türkler de oldu. Özellikle fragman dalında çalışan, hatta bizim yanımızda çalışıp da sonradan başka şirketlere geçen çok yetenekli arkadaşlarım oldu.
Hala daha bizde çalışanlar var. Bir kere gurur duyuyorum. Belki de ilk olarak gençlere yol olabileceğimi göstermiş oldum. O patikayı ilk yürüyen adam olmak meselesi önemli bir şey.
Bu anlamda ilham verici olmak meselesi bence en büyük ödül. Ama geriye dönüp baktığın zaman o kadar çok ödül veren kurum var ki. İlk aldığım ödül Salma Hayek'in 'Frida' filmiyle kazandığımız ödüldü.
Benim için önemliydi. Hayat size bir takım mutluluklar sunuyor ister istemez. Başarılı olduğunuz ya da iyi bir şey yaptığınızın hissiyatı başka yerlerden geçiyor.
İlla ekrana ya da sahneye çıkıp bir şey almakla olmuyor. Hiç unutmuyorum, Brezilya'ya tatile gittiğimde arabada başımı cama yaslamış uyuyakalmışım. Başımı bir kaldırdım, yandan geçen otobüsün panelinde benim yaptığım bir afiş vardı.
Onunla göz göze geldik, tuhaf bir şey oldu. O zaman uluslararası bir iş yapıyorum hissi geçti.
Gaziantep'teydim, Bakırcılar çarşısının olduğu dükkanların hepsinin üzerinde bizim yaptığımız o amblem kullanılmış. O da çok hoş bir his. Bakıyorsun bu şehrin markalaşmasının da bir parçası olmuşsun.
"Samimiyetle söylüyorum burası çok özel bir ülke"
- Sakıp Sabancı ile de bir tanışma hikayeniz var ve kendisi size, 'sen bu topraklarda doğup büyümüş bir ağaçsın ama meyvelerini dökmeye oralara gidiyorsun.' demiş. Genetik kodlarımız, dünyanın herhangi bir yerine gittiğimizde nereye dokunuyorsak orayı mı yeşertiyor ve oraya mı meyvesini verip, vitamin oluyor? Yoksa bu genetik kodlarla tekrar bir dönüş hakim mi yuvaya?
- Yani bir tabii ki dönüş hakim. İki, temsilcisi olmak durumu var. Bu bir sürü insanda değişebilir. Ama bence yurt dışında uzunca yıllar yaşamış ya da beyin göçüyle oralara gitmiş bir sürü insanın aslında çok da Türklükten uzaklaştığını görmüyorum.
Seversiniz, sevmezsiniz ama atıyorum Mehmet Öz'ünden tut da Fazıl Say'ına kadar yurt dışında başarılı olan herkes bir şekilde Türkiye ile olan bağlarını tutuyor.
Çünkü burası çok özel bir ülke. Samimiyetle söylüyorum bunu. Herkes için kendi ülkesi özel olabilir. Ama bunu politika dışı bir yerden söylüyorum.
Siyasi görüşünüz, hayata bakışınız ne olursa olsun, ülkeniz sizi cezalandırmış ya da yüceltmiş olabilir ama kodlarınızı aldığınız yerden hareketle bir şey yapıyor olmak çok gurur verici.
Nazım Hikmet'e baksanıza çok iyi bir örnek değil mi, yıllarca Moskova'da ya da Abidin Dino'ya bakın. Bunların hepsi ülkesinden uzaklaşmış, başka yerlere gitmiş, başka işler yapmışlar. Ama sonuçta her zaman da bağlı kalmışlar.
Açıkçası Türkiye'yi hakikaten seviyorum. Anlattığım bütün sebeplerden dolayı bu derinlik çok önemli ve her zaman bizim kodlarımızda yer alacak. Bir de yaşlandıkça bu durum daha çok değerleniyor.
- Öyle oluyor değil mi?
- Tabii. Şu anki jenerasyonun hiç bilmediği, ne bileyim 'doğan görünümlü şahin' ne demek? Mesela bunu biliyorsan eğer o ayrı bir yerdir. Şimdiki jenerasyonda o da yok.
"Oscar kompleksinden, Hollywood'dan kurtulmak lazım"
- Türk sinemasında bir Hollywood potansiyeli doğabilir mi sizce? Yurt dışına pazarlanan, talep gören dizilerden yola çıkarak bunu değerlendirebilir misiniz?
- Bu soruya şöyle cevap vereyim, bence Türk sinemasından bir Hollywood çıkarma meselesi değil, aslında zaten bundan kurtulunca başka bakacağız meseleye.
Bu Oscar kompleksinden, Hollywood'dan kurtulmak lazım. Bu bir arz-talep meselesi ve onun oluşturduğu sektör var orada.
Amerika'nın yasal olarak en çok para kazandığı sektör sinema sektörü. Yalan tabii ki. Sonuçta ilaç var, silah var, bilmem ne var. Ama o gözüken bir şey değil. Baktığınız zaman kültürünü ihraç etmekten dolayı Amerika çok para kazanıyor.
Bu çok önemli bir şey. Tıpkı bizim en çok turizmden para kazandığımız gibi. O yüzden bizim dışarıya verdiğimiz algımızın çok disiplinli çalışılması lazım. Çünkü en büyük gelir bu. Onunla oyun oynanmaz. Aynı şekilde baktığın zaman bu adamlar da bu film meselesini, film endüstrisi olarak oluşturmuşlar.
Biz onu hedef alıp, onun parçası olmak, onun tarafından onore edilmek meselesini kafamızdan silmemiz lazım. Bizim yapmamız gereken kendi yolumuzu çizmek.
Kendi yolunu çizdiğin zaman zaten orada ayrı bir başarı var. Yani Türk dizilerine talep oldu, talep oldukça Türk anlatım dilinin karşılığını bulduğu başka ülkeler de bizi algıladı.
Türk dizilerinin tümünde aynı şey var. Yani bir Amerikalı ya da ben de mesela izlerken saçımı başımı yoluyorum. Bu kadar mı yavaş, duygu bu kadar mı ağdalı olur? Bilmem ne. Ama onu öyle seven bir sürü yer var.
Doğu Avrupa var, aşağısı var, bütün Ortadoğu var, Venezuela'sı, zaten oraları da çok seviyoruz biliyorsunuz. Bütün oralarda bu dilin karşılığını buluyorsun. Hollywood bulamıyor, niye biz Hollywood 'un yolunda gidelim ki, biz kendi yolumuzda bunu yapıyoruz zaten.
- Yani ağlak, ajitasyon dolu, manipülatif hikayeler gibi mi değerlendiriyorsunuz?
- Ama bunlar küçümseyici sözler, ben küçümsemek istemiyorum. O bir dil. Ya bakın şöyle, siz oturup da akşam güzel bir Hint filmi izleyeyim diyor musunuz? Demiyorsunuz. Ama onu izleyen bir sürü insan var.
Onun da kendisine uygun bir dili var. Tıpkı kendisinin bir edebiyatı, müziği olduğu gibi. Bence nehirler kendi yolunu bulur. İlla da Hollywood tarafına kürek çekmeniz gerekmiyor demeye çalışıyorum.
Bırakın nehirler kendi yolunu bulsun. Türkiye de o anlamda sektör kendi yolunu bulacak. Fakat, belirli bir takım disiplinlerin mutlaka karşılığının olması lazım. Birlikler, sendikalar, çalışma haklarının doğru tanımlanması, yapılan işin mutlaka bir edebi karşılığının olması gerekiyor ve projeleri sanat için yapmak lazım, yani para kazanmaya çalışmak için değil.
Ondan sonra da klişelerden kurtulmak. Bunlar mesela doğru, evrensel değerler olmalı. Bunun Amerika'yla, Hollywood ile alakası yok.
Sen böyle yaptığın zaman zaten değerli bir iş yapmış oluyorsun ve o da sektörü doğru tanıma çekmiş oluyor. İnsanları haftada 80 saat setlerde perişan etmek değil ya da atıyorum tacizlerin olduğu bir dünya değil.
Sağlıklı temeller üzerine kurulmuş bir endüstri kendiliğinden doğru yöne gidecektir mutlaka. Meseleye Hollywood'a kürek çekelim diye baktığın zaman o iş çalışmıyor işte.
"Herkesin kalbine dokunabiliyorsan bunun illa da Hollywood olması gerekmiyor"
- Hollywood'a kürek çekmek değil de Türk-Amerikan ortak yapımı filmlerin oluşması anlamında bakarsak?
- Niye?
- Gerek yok mu? Dünyada birçok ülke sinema sektöründe etkinler. Değişik ülkelerin sineması ve ekolü var. Ama belki ekonomik güç birlikteliği dünyaya hızla yayılma açısından faydalı olabilir mi?
- Bence gerek yok. Bakın Kore filmi 'Parasite' (Parazit) Oscar'ı aldı. Baktığımız zaman hepimiz o filmlerden, o öğretilerden sinema dili adına bir şey öğreniyoruz.
Çok da güzel bir hikaye anlatıyor Parazit. Bence buna bakmak lazım. 'Roma' mesela, Meksika hikayesi. Hepimiz o filme baktık ve nasıl Türkiye'yi gördük, kişisel doğru hikayeler ve bunlar üzerinden de anlatımlar var.
Hollywood ile bir şey yapmanın en büyük avantajı, oradan öğrenilecekler vardır. Belki de bir şeyin pazarlama şekli. Zaten eğlence ile sinemanın birbirinden uzaklaşmasının arkasında en çok Hollywood yatıyor.
İki çocuğum olduğu için Los Angeles'ta her hafta sonu bir bazen iki film açılıyor ve siz bir şekilde onu yakalamaya çalışıyorsunuz. Sinema salonlarının hepsi Disney'di, Warner Brothers'tı. Hep eğlence üzerine kurulu ve aynı prototipi tekrarlayan ürünler yaratıyorlar.
Bunlar çok büyük gişe yapıyorlar. Ama sinema ayrı bir yerde duruyor, yani edebiyat gibi, iyi müzik gibi, sinema daha değerli bir yerde duruyor. Ama baktığın zaman sonuçta kaliteli bir iş yapmak, kişisel bir hikayeyi doğru anlatmak, herkesin kalbine dokunması bunların hepsi çok değerli şeyler.
Bunun illa da Hollywood diye olması gerekmiyor bence. Bir de dijitalleşme dediğimiz mesele o kadar ilginç noktalara geldi ki, şimdi dağıtım sistemi değişti. Ara adamların hepsi yok oldu. 20 küsur yıl önce ilk Los Angeles'a gittiğimde stüdyolardaki insan tipi ağırlıklı Amerikalıydı.
- Şimdi?
- Çok basit bir teknolojik gelişme yüzünden bütün her şey altüst oldu ve değişti. Nedir bu? Film şeridinin üzerine kopyalanan kimyasal 'hard copy' olmasından dijitale geçildi.
Bu neyi değiştirdi? Eskiden Türkiye'de 40-50 basılı kopya yapılıyordu 'roll'larla. İnsanlar bunu taşıyordu bir yere. Bütün bunların hepsi geçti. Artık aynı gün açılış yapabiliyorsunuz.
Eskiden stüdyolar sadece 'domestic' yani Amerika'nın içindeki box office'i önemserlerdi. Artık international'ı da o pastanın içine kattılar. Eskiden distribütörlere verirlerdi kaça satarsa satsın.
Öyle bir iş kolu vardı, o da kalktı, kendisi aynı gün açılış yapabiliyor. Sinemalar da tekelleşti. Böylece filminin içerisine eskiden olmadığı gibi atıyorum, Brezilyalı'yı da koyuyor artık.
Türk de koyması lazım, Çinli'yi de koyabiliyorlar, Koreli bir yıldızı da alıyor. Böylece daha uluslararası hale dönüştü. Aynı şekilde stüdyolar da yabancılara ihtiyaç duyuyor. Danışman olarak İngiliz, Belçikalı, Türk'ü de Arap'ı da İranlısı da var.
Bütün hepsi artık Hollywood'un parçası. Çünkü artık orası dünyaya ait bir yer olmaya başladı. Porsiyonlara geleyim, hepsi küçüldü. Bu anlamda Los Angeles artık New York'tan bile daha uluslararası oldu.
Eskiden Los Angeles daha Amerika'ydı. O yüzden ben çok seviyorum Kaliforniya'da, Los Angeles'ta yaşamayı. Çevre ve insan hakları konusunda da öne çıkan bir yer haline dönüştü.
"Oradaki en büyük motivasyonlardan biri çocukların sanatla büyümesi tabii ki"
- Los Angeles’taki evinizin iç mimarisini adeta bir sanat merkezi ve modern dünya müzesi gibi dekore etmişsiniz. Evinizin duvarlarını Francis Bacon'dan Jean Baptiste Vanmour'a, Lucian Freud'dan, Helmut Newton'a, Rauschenberg'e ve dahası önemli eserlerle ve isimlerle süslemişsiniz, çok hoş, çok güzel bir ortam.
- Bunun sebebi ne olabilir sizce?
- Sanat ve iç mimari ile dolu bir yaşam?
- İşte o küçüklükteki müzeyi yetişkinlik zamanlarında yakalamaya çalışıyorsun. Teşekkür ederim, sağ olun çok naziksiniz bu arada. Oradaki en büyük motivasyonlardan bir tanesi çocukların sanatla büyümesi tabii ki.
İki tane çocuğum var, 13 ve 15 yaşında. Benim de içinde büyüdüğüm gibi sanatın hayatlarının bir parçası olması lazım. Değer vermeleri, anlamaları, bilmeleri lazım.
- İlgililer mi?
- Çok. Türkiye seyahatinden sonra çok kısa bir Paris'e uğrayacağız. Kızımın özellikle gitmek istediği iki tane okul var, onları ziyaret edeceğiz.
Aslında bu bir hayat biçimi. Yani ben büyürken benim ailem de öyleydi. Ama biz hatta orta gelirin altında bir aileydik zorluklar içerisinde. Ama anne ve babamın ikisinin de kafa yapısı inanılmaz moderndi.
Hatta hippi çocuklar gibiydiler, çok farklılardı. Bir resim öğretmeni, film yönetmeni, edebiyat öğretmeni ne öğretebilir ki çocuğuna? Okuma alışkanlığını verirsin.
- Köy enstitüsünde sanırım öğretmenlik yapmışlar öyle mi?
- Eğitim Enstitüsü ikisi de. Annem İzmir Buca'dan, ikisi de Dicle Öğretmen okulunda bir araya geliyorlar tanışıyorlar Diyarbakır'da. Ben Ergani'de doğuyorum.
Oradan Ankara'ya taşınıyoruz. Yıllar sonra ben Diyarbakır'a ziyarete gittim. Diyarbakırlı değiliz ama çok güzel yerler, oradan hareketle çıkmış insanlar. Cumhuriyet kuşağı.
- Evinizdeki Rauschenberg tablosu size neyi hatırlatıyor?
- Robert Rauschenberg çok eser üreten bir sanatçı, dünyayı gezerken dönemleri var. Benim anne tarafım Gazianteplidir. Rauschenberg'in bir tablosunda Kutnu kumaşı var.
Gaziantep'in Kutnu kumaşı çok meşhurdur. İlginç bir şekilde şu anda Kutnu ile üretim yapan Gaziantepli bir firmayla da çalışıyoruz. O kutnu kumaşını görünce sergide ben inanamadım.
Aslında eserin ismi 'Samarkand Stitches' diye geçiyor. Bütün o yol üzerinde topladığı bütün kumaşlardan yaptığı bir kolaj çalışması, büyükçe de bir eser. Onu satın aldım, evimde duruyor.
Sanat zaten hep sizin köklerinizle ilgili. Bir de Rauschenberg'de mesela üst üste katmaları bir araya koyma ve kolaj yapma meselesi olduğu için o benim günlük yaptığım photoshop işleriyle aynı mantığı içeriyor ve doğal olarak da iki tarafından birden size dokunan bir şey.
"James Cameron'ın çok beğendiği Avatar afişim sonradan bu işin ikonu olarak seçildi"
- Sanatla iç içe olmanız güzel ve aynı zamanda film afişlerinizi tasarlamanızın yanında oldukça film izliyorsunuz. Sanırım sinefilsiniz?
- Çok film izlerim hakikaten. Hala da izlemeye devam ediyorum. Eskiden 7. sanat denirdi bence operanın yerini aldı ve içerisinde çok yönlü bir sürü şeyi birleştiriyor, içerisinde inanılmaz performanslar var. Tabii ki tartışmasız zevk alıyorum.
- Mesela filmlerin afiş tasarımlarını yapıyorsunuz. Dokümanlarla birlikte zaten filmler ilk size geliyor ve ilk siz izliyorsunuz galiba değil mi?
- Bazen izlemiyoruz bile. Senaryosu geliyor, daha çekilmemiş bile olabiliyor. James Cameron 'Avatar’ı çekmeden 2 yıl kadar önce biz Los Angeles'ta 'Avatar' projesi üzerine çalışmak üzere seçilen 3 ajanstan biriydik ve özel bir projeydi.
Uzun bir yoldu ve ortada daha senaryo yoktu. James Cameron, 'Titanik'ten sonra teknolojinin gelişmesi ve alt yapısının oluşması için 12 yıl ara vermişti bu filme kadar.
O zamanlar 'Titanik' hala en büyük box office idi. Ondan daha yüksek para yapmış bir film yoktu. Doğal olarak biz 'Avatar'ı okuduğumuz zaman tamam ilginçti. Orada özel bir dünya var, bizi filmin çekildiği Yeni Zelanda'ya da davet ettiler.
Fakat strateji çalışıyoruz, diyoruz ki 'burada ne var?' Burada yine bir aşk hikayesi var. İki ayrı dünya Titanik'te de iki ayrı dünya. Katmanlar var, alt kat, üst kat, güvertede yaşayanlar, üstte bilmem nerede yaşayanlar.
İki ayrı katmandan geliyor insanlar. Burada da öyle bir hikaye ve ikisinin aşkı var. 'Bu mu acaba öne çıkarmalı? Romantik aşk, Titanik gibi çalışmamız lazım.' İkincisi, yani ilk defa okusan James Cameron'ın geçmişini bilmesen bu tamamen aksiyon filmi.
Yine savaş, yine ayrı kültürün kavgası, üçüncüsü bu kadar bekliyorsun, bu hikayenin bütün felsefe yapısıyla orada da Kubrickvari '2001: A Space Odyssey' gibi ayrı bir şey var. Bir de başlı başına 12 yıl beklemeden sonra James Cameron'ın ilk filmi, 'bunu biz pazarlayabilir miyiz' diye de dördüncü strateji vardı.
Üç ajans, bu dört unsurun üzerine çalıştık. Teker teker herkes kendi sırasıyla bunlar üzerine işler üretti, sonra onlar daraltıldı. 2-3 yıl çalışıyorsunuz. Sonuçta öyle bir noktaya geliyor ki, zaten afişin ne olduğu da sizin için artık önemli değil. Bir, ticari olarak 2, 2 buçuk çalışmaktan dolayı Türkçe deyimle bundan ekmek yiyorsunuz.
İkincisi çok prestijli, çok güzel bir proje. Belli ki sizin kariyerinize kilometre taşı olarak geçecek. Bir diğeri de keyifli bir süreç. Ben orada çok şanslıyım.
James Cameron'ın kişisel olarak çok beğendiği benim yaptığım afiş sonradan bu işin ikonu olarak seçildi. Daha sonra bütün dijital platformlarda James Cameron benim afişimi kullandı.
- Afiş tasarımı ve çalışması yaparken unutamadığınız bir anınız var mı?
- Çok acayip bir hikaye var. U-571 diye bir denizaltı filmi yapıyoruz Universal'a. Filmin afişinde ne istediklerini anlattılar. Karşıda bir siluet olarak dev bir savaş gemisi küçük bir denizaltıya doğruya geliyor.
Denizaltının tepesinde 5-6 asker silueti görüyoruz. O dev şeye karşı küçücük askerlerin kontrasını resmedeceğiz. Buna karar verildi, fotoğraf çekimini yapacağız. Universal'dan bize kıyafetler geldi.
Genelde biz modellerin benzerlerini tutarız aktörlerin. Kendi stüdyomuzda tasarımcı arkadaşlarımıza giydirdik. Sadece siluet çekeceğiz, onu kullanacağız ve bizim binamızın çatısı beyaz olduğu için orada çekmek çok kolay.
Kameralarımız, fotoğrafçımız geldi, çekim yapıyoruz. Fakat tasarımcı genç arkadaşların eline silah verince ne olur? Tabii bunlar plastik silah, herkes birbirini dürtüklüyor, şaka yapıyor. Herkeste asker şapkaları, gülüyoruz. Bu arada bizim ofisimiz Los Angeles'ta kalabalık bir caddenin üzerindeydi o zamanlar.
Bir ara fotoğraf çekimlerini bitirdik, baktık aşağıya hiç araba geçmiyor, bir sessizlik var. Niye araba geçmiyor anlayamadık. Birbirimize bakıyoruz, bir anda kendi üzerimizde kırmızı ışıklar görmeye başladık.
Bizi izleyen yan taraftaki gökdelenin camından birileri bizim binamızın altındaki bankayı teröristler soymaya geldiler diye polis çağırmış. Karşı binanın bütün çatısı keskin nişancı dolu, tepede helikopter var ve bulvarı kapatmışlar.
Bir anda 'hareket yapmayın' sesini duyduk. Ben hayatımda o zaman çok korkmuştum. Adam kilitlenmiş yani birisini öldüreyim diye.
Bir şekilde 45 dakika sürdü yukarı çıkmaları. Kalkanlarla falan çıktılar. Dedik ki 'sekretarya aşağıda anlatsın fotoğraf çekimi yaptığımızı'. Bir de banka soymaya asker kıyafetiyle mi geleceğim kardeşim? Manyak mısınız? Çok tedbirliler tabii ki.
Beverly Hills polisi geldi, hepimiz karakola gittik, ifade verdik. 'Bir daha haber vereceğiz, izinli yapacağız fotoğraf çekimini' dedik. Ama bayağı terlediğimiz bir gün yaşamıştık. Hiç unutamadığım anılarımdan birisidir. Öldürülebilirdik yani."