Yalçıner, “Ben Ankaralı’yım” dedi ve bu sefer de Muhsin Kızılkaya’nın Ankara'sını nakletti

BUNLAR DA İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR
Üzgünüz ilginizi çekebilecek içerik bulunamadı...
ÇOK OKUNAN HABERLER
Yalçıner, “Ben Ankaralı’yım” dedi ve bu sefer de Muhsin Kızılkaya’nın Ankara'sını nakletti

Gazeteci Yılmaz Yalçıner, eskisine dikkat çekerek “Nice hatıram vardır… Fakat hiç sevmem” dediği Ankara için bu sefer de Muhsin Kızılkaya’nın Ankara hakkındaki satırlarını nakletti

HABER MERKEZİ

Gazeteci Yılmaz Yalçıner, sosyal medya sayfasında bu sefer de eskisine dikkat çekerek “Nice hatıram vardır… Fakat hiç sevmem” dediği Ankara için, yazar ve 25. Dönem AK Parti Mardin Milletvekili Muhsin Kızılkaya’nın yazdığı satırları naklederek Ankara’nın aslında ne anlam ifade ettiğne işaret etti. 

İşte, Yalçıner’in “BEN ANKARALI’YIM..” diye başlayıp, sözü Kızılkaya’ya bıraktığı o paylaşım

:

BEN ANKARALI’YIM.. Doğma büyüme. "Yedi cedd" diye abartmaya ne gerek. 

Kara üzüm bağları vardı, Dikimevi'nden öte, Kavaklıdere'den sağ yana, bütün Keçiören, Etlik, su boyu iki yanıyla Mamak kara üzüm bağlarıyla doluydu.

Bizim Hacettepe'de "şehirleşenler" bağlarından bozum dönüşü merkeplerinin küfelerine doldurup getirir, konu komşuya dağıtırlardı. (Tepedeki kara üzüm salkımlarını görmüşsünüzdür..)

Nice hatıram vardır Ankara'dan; tahtakurulu evlerinden, Elmadağı'ndan gelip çeşmelerinden buz gibi akan suyuna, oluklarına inip kalkan iri iri sarı, sokarsa iflah etmez eşek arılarına kadar Ankara'nın.. 

Fakat hiç sevmem.. 

Geçenlerde Muhsin Kızılkaya aşağıdaki satırları yazmış, okuyunca sizlere de nakletmekten kendimi alıkoyamadım. Buyrun birlikte okuyalım:

... ...

1930’larda bu şehirde, bakanlar Tanrılar kadar ulaşılmaz, genel müdürler Tanrının bizzat kendisiydi. 

Mebuslar olur da boşluğuna gelir de birisine selam verirse eğer o kişi anında kutsanmış olurdu. 

Şehrin merkezine, şimdiki gökdelenin oraya, benim Ahmed Arif’le karşılaştığım yere köylülerin girmesi yasaktı. 

Malatya’dan gelmiş olan eski polis şefi, şehre hem vali hem de şehremaneti vekili olarak 1929 yılında atanan Nevzat Tandoğan’ın emriyle üstü başı perişan, üzerlerinden yoksulluk akan köylüler Dışkapı’da bekletilir içeri alınmazdı. (“Komünizm lazımsa onu da biz getiririz” sözünün sahibi Nevzat Tandoğan, tam 18 yıl boyunca bu şehrin hem valisi, hem belediye başkanı, hem de CHP İl Başkanı olarak görev yaptı. 

1945’te işlenen meşhur “Ankara cinayetini” örtbas ettiği söylendi.

Yakın arkadaşlarının kendisine sırt çevirdiğini düşünerek 9 Temmuz 1946’da kafasına sıkarak intihar etti. 

Resmi unvanı “İlbay ve Şarbay Bay Nevzat”tı, mahkemede mübaşir, bu unvanı kısaltarak sadece “Bay Nevzat” diye çağrıca intihar fikri aklına galiba o gün düştü.)

Yamalı pantolonlu, şalvarlı, yalın ayaklı ve çarıklıların; adını yukarıda saydığım bulvarlarda dolaşmaları, yeni yeni açılan mağazaların vitrinlerine inşaat seyrederken yaptıkları gibi bakmaları yasaktı. 

Olur da bir yolunu bulup buralara ulaşan uyanık köylüleri zabıtalar hemen derdest eder, “Ne dolaşıyorsun buralarda ulan ayı, çabuk arka sokaklarda kaybol” diye azarlar, üstüne bir de mabatlarına tekmeyi basarlardı. (Sefil köylüler Cumhuriyet’in kuruluşundan ancak otuz yıl sonra, DP döneminde Başkent’te zabıta korkusu olmadan özgürce dolaşabildiler.)

O tarihlerde şehrin merkezi, şimdi bilimkurgu filmlerinde gördüğümüz bir makete benzerdi. 

Bir dekordu. 

O dekorun önünde şık hanımlar beyler dolaşır, her yer muntazam, her şey sterildi. 

Fakirlik başkalarına gösterilecek bir şey değildi çünkü. (Yıllar yılı sansür kurulu üyeleri ellerinde makas, Yeşilçam filmlerindeki fakirlik görüntülerini kırpıp durdu.) 

O dekorun önündeki insanların fotoğrafları çekilir, benzemeye çalıştığımız Batılılara, “Bakın ne güzel bir şehir yarattık” diye gururla gösterilirdi.

Behçet Kemal Çağlar;

“Ey insan arşı yayla! Ey bozkır! Ey Ankara!

Seslen bana: Ben senden nasıl uzak yaşarım;

Bahtım, senin bağrından ayrıldığım an kara,

Ben sendeki gözlerden feyz alarak yaşarım.” diyerek şiirini yazıyordu yeni kurulmuş o yılların Ankara’sının..

*

Dışarıdan bu şehre gelen hemen hemen herkes ya okumaya ya da aşık olmaya geldi. 

Mektebi bitiren, vekilliği biten, memuriyeti terk eden, şehrin kendine has havasına daha fazla katlanamayan, İstanbul’un yolunu tuttu.

Orhan Veli bile bu şehirde yaşayıp İstanbul’un türküsünü söyledi, bu şehirde belediyenin açtığı çukura düştü ama gidip İstanbul’da öldü.

Ve tarihi boyunca şehir hep İstanbul’un gölgesinde kaldı.

Cumhuriyetin var ettiği bir model şehirdir, maket olarak tasarlandı.

O maket, Gazi’nin ölümünden sonra tarumar edildi. 

Bir zamanlar şehre girmesi yasak olan köylüler, varoşlarından şehre girdi. 

Dünyadaki hiçbir şehrinde olmayan özgün gecekondular çeperleri istila etti. 

Şehir büyüdü, büyüdü ve günün birinde iman tahtasına Melih Gökçek gelip oturdu. 

Her yere faşist bir estetik egemen oldu.

(Muhsin Bey Bu cümleye "daha bir" eklentisi yapmalıydı bence.. YY)

Alnının ortasında”ki “ciddi devlet asabiyeti”ni, “Tandoğan Meydanı”nın adını değiştirmeye kalkıştığı halde, o bile yok edemedi.

.

dikGAZETE.com

BUNLAR DA İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR
Üzgünüz ilginizi çekebilecek içerik bulunamadı...
ÇOK OKUNAN HABERLER