2022: Bir Dünya muhasebesi
2022: Bir Dünya muhasebesi
- 25-12-2022 01:10
- 5582
- 25-12-2022 01:10
- 5582
Âdettendir; yıl sonunda geçen yılın bir muhasebesi yapılır. Adeti bozmayalım, üstelik 2022 fazladan olaylı geçti.
Malum, yılın başlarında Ukrayna savaşı başladı ve artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Tabii, her şey birdenbire altüst olmadı, birikenler taştı. Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline gerekçe aramıyoruz, ama durduk yerde böyle bir gelişme olmadığını hatırlamakta fayda var.
İki binli yılların başlarından itibaren Rusya, Putin yönetimi altında, uluslararası gücü açısından kendini toparlamaya başlamıştı.
Soğuk Savaş döneminin iki kutuplu dünyasındaki sıkletine ulaşmadı ama önce Suriye’ye müdahil olarak bölgesel siyasette yeniden hesaba katılması gereken noktaya ulaştı.
O zaman, Rusya açısından Suriye’nin “Ortadoğu’nun Ukraynası” olduğunu söylemiştim.
Şöyle ki; Ukrayna ve Gürcistan’ın Batı ittifakına meyli, Batı’dan çevreleme sürecinin nasıl son durağı olmuş idiyse, ABD’nin Suriye’de rejim değişikliği politikası da Ortadoğu’da Rusya’nın tümüyle denklem dışında kalması olacaktı.
Sonuçta, Suriye rejimi büyük ölçüde Rusya’nın desteği ile ayakta kaldı, dahası Rusya’nın bölgede askeri varlığının da önünü açmış oldu.
Ukrayna’nın Batı ittifakına meyli 2004 Turuncu Devrim sonrası, bu ülkeyi iki taraf arasında siyasi çatışmanın alanı haline getirmişti.
Ukrayna’nın NATO ve AB üyeliğinin gündeme gelmesi ile tırmanan süreç, 2014 yılında Rusya’nın Kırım’ı ilhakıyla daha da büyük bir gerilim hattı oluşturmuş oldu.
Diğer taraftan, zaten 2008’de Kosova’nın bağımsızlığı, Doğu Avrupa’da gittikçe yayılan ABD üsleri, Ukrayna’da Batı yanlısı hükümet derken, Rusya Ukrayna’yı işgale girişti ama Batı’nın Ukrayna’ya desteği ile savaş kızıştı.
Bu çerçevede düşünürsek, başından itibaren Ukrayna’nın bölgesel bir savaşın değil, küresel bir savaşın alanı olduğu açıktı.
Sonuçta, Üçüncü Dünya Savaşı çıkmadı ama, küresel bir çatışmanın diğer tüm alametleri oluştu.
ABD resmen olmasa da Ukrayna’ya verdiği desteğin ölçeği düşünülürse, aslında savaşın taraflarından biri. Dahası, Avrupa Birliği’nin başlangıçta, denge arayışlarının önünü keserek, Avrupa’yı da bu savaşta ciddi bir taraf haline getirdi. Yeni küresel çatışma hattı da “demokrasilerin otoriter rejimlerle savaşı” olarak formüle edilmiş oldu.
Tabii bu sadece bir etiket, yoksa Polonya başta olmak üzere ‘demokrasi cephesi’ içinde sayılan bir sürü ülkenin demokrasi ile alakası yok, orası ayrı.
İşin ilginci, bu ülkelerin bir kısmı, ABD onları demokrasi cephesine dahil etmek konusunda titizlenmezken, doğrudan Rusya karşısında yer almak gereğini hissetmiyor, ABD’nin bastırdığı Rusya’ya ekonomik yaptırımlara uymuyor. Hindistan hâlâ Rusya’dan enerji alıyor, Biden katil dediği Suudi Arabistan veliahtı Bin Salman’ın ayağına gittiği halde, OPEC’ten istediği karar çıkmıyor. Dahası, Suud’lar, ABD’nin Obama döneminden itibaren asıl tehdit saydığı ve Rusya ile ittifak içinde olan Çin ile yakınlaşıyor.
Kısacası, hâli hazırda, Rusya’yı zayıflatmak, Çin’i durdurmak derken, olan Batı Avrupa’ya ve özellikle Almanya’ya oldu.
Rusya’ya ekonomik yaptırım adına, adamların sanayisi büyük darbe aldı, AB genel olarak politik ağırlığını kaybedip, tamamen ABD dış politikasının tahakkümü altına girdi.
Diğer taraftan, 2008 ekonomik krizin devam eden etkileri, pandeminin yarattığı ekonomik durgunluk derken, Ukrayna savaşı ve Rusya’ya yaptırımların attırdığı enerji fiyatları, dev bir ekonomik krize dönüştü. Sonuçta berbat bir yıl geçirdik ve daha da çekeceğimiz var gibi görünüyor.
Asıl önemlisi, tüm bu gelişmeler çerçevesinde, nihayet neo-liberalizmin iflası gözler önüne serilmiş oldu.
Neo-liberalizmin iflası derken, sadece ekonomik krizi ve korumacı, devlet müdahaleci, sübvansiyoncu ekonomik önlemlere dönüşü kastetmiyorum, genel olarak neo-liberal siyasi söylemden söz ediyorum.
Doksanlı yılların başında dolaşıma giren, dünyanın dört bir yanında “piyasa ekonomisine geçişin demokrasi getireceği” iddiası zaten çoktan boşa düşmüştü.
Son on yılda, aşırı sağ siyasetlerin, otoriter popülist rejimlerin yükselişi ile ‘liberal demokrasi’lerin krize girmesi çok tartışma konusu olmuştu. Ancak, otoriter, popülist dalga, aşırı gruplar veya Trump gibi siyasi şahıslar etrafında değerlendiriliyordu.
Ukrayna savaşı ile siyasi tasnifler değişim geçirdi, İtalya’da başbakan olan Mussolini Partisi kökenli Meloni, Rusya’ya karşı net tavır takındığı için, basbayağı idare ediliyor.
Buna karşın, Almanya tereddütlü davranır gibi olduğu anda Nazi geçmişi hatırlatılıyor, Sosyal Demokrat Şansölye Sholtz, neredeyse ‘kötü adam’ ilan edilecekti.
Gerçi, Soğuk Savaş döneminde de bu işler böyle idi, ama o günler çoktan unutulmuştu.
Diğer sihirli kelime ‘küreselleşme’, tam tersine döndü; Çin’e karşı ekonomik savaş adına zaten küreselleşmeme siyasetleri öne çıkmıştı, Ukrayna savaşı sonrası, “otoriter rejimleri cezalandırmak” bahanesi de bu geri dönüşün iyi bir bahanesi olmuş oldu.
Bu arada, yine doksanlı yıllardan bu yana, demokratikleşme dinamiği sayılan iletişim teknolojisi devrimi de tam bir darboğaza girmiş vaziyette.
ABD’de epeydir, büyük teknoloji şirketleri ve sahiplerinin güçlerinin denetlenmesi gerektiği yönünde bir kanaat hâkim.
En son Elon Musk’ın Twitter’ı satın alması sonrasında yaşananlar, bu sorunun boyutlarını gözler önüne serdi.
Finans kapitalizminin vardığı son nokta sanal para piyasaları da bir büyük şirketin batması ile gölgelendi, finans dünyasının siyasal kurumlardan ve tabii denetimden bağımsızlığı miti de yıkılmış oldu.
Tabii, başta da söylediğimiz gibi tüm bunlar geçtiğimiz bir yılın olayları değil, ancak son bir yıl içinde pek çok balon patlamış oldu.
Umarım, bu kriz, hiç olmazsa yeni bir dünya düşünmek için iyi bir fırsatın kapılarını açar.
Hepinize iyi yıllar!
.
Nuray Mert, dikGAZETE.com
Âdettendir; yıl sonunda geçen yılın bir muhasebesi yapılır. Adeti bozmayalım, üstelik 2022 fazladan olaylı geçti.
Malum, yılın başlarında Ukrayna savaşı başladı ve artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Tabii, her şey birdenbire altüst olmadı, birikenler taştı. Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline gerekçe aramıyoruz, ama durduk yerde böyle bir gelişme olmadığını hatırlamakta fayda var.
İki binli yılların başlarından itibaren Rusya, Putin yönetimi altında, uluslararası gücü açısından kendini toparlamaya başlamıştı.
Soğuk Savaş döneminin iki kutuplu dünyasındaki sıkletine ulaşmadı ama önce Suriye’ye müdahil olarak bölgesel siyasette yeniden hesaba katılması gereken noktaya ulaştı.
O zaman, Rusya açısından Suriye’nin “Ortadoğu’nun Ukraynası” olduğunu söylemiştim.
Şöyle ki; Ukrayna ve Gürcistan’ın Batı ittifakına meyli, Batı’dan çevreleme sürecinin nasıl son durağı olmuş idiyse, ABD’nin Suriye’de rejim değişikliği politikası da Ortadoğu’da Rusya’nın tümüyle denklem dışında kalması olacaktı.
Sonuçta, Suriye rejimi büyük ölçüde Rusya’nın desteği ile ayakta kaldı, dahası Rusya’nın bölgede askeri varlığının da önünü açmış oldu.
Ukrayna’nın Batı ittifakına meyli 2004 Turuncu Devrim sonrası, bu ülkeyi iki taraf arasında siyasi çatışmanın alanı haline getirmişti.
Ukrayna’nın NATO ve AB üyeliğinin gündeme gelmesi ile tırmanan süreç, 2014 yılında Rusya’nın Kırım’ı ilhakıyla daha da büyük bir gerilim hattı oluşturmuş oldu.
Diğer taraftan, zaten 2008’de Kosova’nın bağımsızlığı, Doğu Avrupa’da gittikçe yayılan ABD üsleri, Ukrayna’da Batı yanlısı hükümet derken, Rusya Ukrayna’yı işgale girişti ama Batı’nın Ukrayna’ya desteği ile savaş kızıştı.
Bu çerçevede düşünürsek, başından itibaren Ukrayna’nın bölgesel bir savaşın değil, küresel bir savaşın alanı olduğu açıktı.
Sonuçta, Üçüncü Dünya Savaşı çıkmadı ama, küresel bir çatışmanın diğer tüm alametleri oluştu.
ABD resmen olmasa da Ukrayna’ya verdiği desteğin ölçeği düşünülürse, aslında savaşın taraflarından biri. Dahası, Avrupa Birliği’nin başlangıçta, denge arayışlarının önünü keserek, Avrupa’yı da bu savaşta ciddi bir taraf haline getirdi. Yeni küresel çatışma hattı da “demokrasilerin otoriter rejimlerle savaşı” olarak formüle edilmiş oldu.
Tabii bu sadece bir etiket, yoksa Polonya başta olmak üzere ‘demokrasi cephesi’ içinde sayılan bir sürü ülkenin demokrasi ile alakası yok, orası ayrı.
İşin ilginci, bu ülkelerin bir kısmı, ABD onları demokrasi cephesine dahil etmek konusunda titizlenmezken, doğrudan Rusya karşısında yer almak gereğini hissetmiyor, ABD’nin bastırdığı Rusya’ya ekonomik yaptırımlara uymuyor. Hindistan hâlâ Rusya’dan enerji alıyor, Biden katil dediği Suudi Arabistan veliahtı Bin Salman’ın ayağına gittiği halde, OPEC’ten istediği karar çıkmıyor. Dahası, Suud’lar, ABD’nin Obama döneminden itibaren asıl tehdit saydığı ve Rusya ile ittifak içinde olan Çin ile yakınlaşıyor.
Kısacası, hâli hazırda, Rusya’yı zayıflatmak, Çin’i durdurmak derken, olan Batı Avrupa’ya ve özellikle Almanya’ya oldu.
Rusya’ya ekonomik yaptırım adına, adamların sanayisi büyük darbe aldı, AB genel olarak politik ağırlığını kaybedip, tamamen ABD dış politikasının tahakkümü altına girdi.
Diğer taraftan, 2008 ekonomik krizin devam eden etkileri, pandeminin yarattığı ekonomik durgunluk derken, Ukrayna savaşı ve Rusya’ya yaptırımların attırdığı enerji fiyatları, dev bir ekonomik krize dönüştü. Sonuçta berbat bir yıl geçirdik ve daha da çekeceğimiz var gibi görünüyor.
Asıl önemlisi, tüm bu gelişmeler çerçevesinde, nihayet neo-liberalizmin iflası gözler önüne serilmiş oldu.
Neo-liberalizmin iflası derken, sadece ekonomik krizi ve korumacı, devlet müdahaleci, sübvansiyoncu ekonomik önlemlere dönüşü kastetmiyorum, genel olarak neo-liberal siyasi söylemden söz ediyorum.
Doksanlı yılların başında dolaşıma giren, dünyanın dört bir yanında “piyasa ekonomisine geçişin demokrasi getireceği” iddiası zaten çoktan boşa düşmüştü.
Son on yılda, aşırı sağ siyasetlerin, otoriter popülist rejimlerin yükselişi ile ‘liberal demokrasi’lerin krize girmesi çok tartışma konusu olmuştu. Ancak, otoriter, popülist dalga, aşırı gruplar veya Trump gibi siyasi şahıslar etrafında değerlendiriliyordu.
Ukrayna savaşı ile siyasi tasnifler değişim geçirdi, İtalya’da başbakan olan Mussolini Partisi kökenli Meloni, Rusya’ya karşı net tavır takındığı için, basbayağı idare ediliyor.
Buna karşın, Almanya tereddütlü davranır gibi olduğu anda Nazi geçmişi hatırlatılıyor, Sosyal Demokrat Şansölye Sholtz, neredeyse ‘kötü adam’ ilan edilecekti.
Gerçi, Soğuk Savaş döneminde de bu işler böyle idi, ama o günler çoktan unutulmuştu.
Diğer sihirli kelime ‘küreselleşme’, tam tersine döndü; Çin’e karşı ekonomik savaş adına zaten küreselleşmeme siyasetleri öne çıkmıştı, Ukrayna savaşı sonrası, “otoriter rejimleri cezalandırmak” bahanesi de bu geri dönüşün iyi bir bahanesi olmuş oldu.
Bu arada, yine doksanlı yıllardan bu yana, demokratikleşme dinamiği sayılan iletişim teknolojisi devrimi de tam bir darboğaza girmiş vaziyette.
ABD’de epeydir, büyük teknoloji şirketleri ve sahiplerinin güçlerinin denetlenmesi gerektiği yönünde bir kanaat hâkim.
En son Elon Musk’ın Twitter’ı satın alması sonrasında yaşananlar, bu sorunun boyutlarını gözler önüne serdi.
Finans kapitalizminin vardığı son nokta sanal para piyasaları da bir büyük şirketin batması ile gölgelendi, finans dünyasının siyasal kurumlardan ve tabii denetimden bağımsızlığı miti de yıkılmış oldu.
Tabii, başta da söylediğimiz gibi tüm bunlar geçtiğimiz bir yılın olayları değil, ancak son bir yıl içinde pek çok balon patlamış oldu.
Umarım, bu kriz, hiç olmazsa yeni bir dünya düşünmek için iyi bir fırsatın kapılarını açar.