Ahmet Can ‘İpini Kopar(dı)an!’

Ahmet Can ‘İpini Kopar(dı)an!’

Ahmet Can’ın yeni Kitabı ‘İpini Koparan’ Profil Yayınları’ndan çıktı…

En son, aynı zamanda ilk kitabı olan ‘Zeval’i 2007 yılında yayınlamıştı…

Şimdi, piyasada kitaptır, filmdir tanıtımlarında genelde ‘körler sağırlar birbirini ağırlar’ geçerli olduğu için binde bir kitap tanıtımı yapsanız da, karşınızdakinden menfaat temin ettiğiniz filan düşünülür?!.

Baştan söyleyeyim ki; Ahmet’i arkadaş-kardeş gibi sevmekten başka bir ilişkim yok. O da bana karşı aynı duygular içindedir.

Kitaba ilgisi olanlara karşı genelde zaafım var; o açıdan da bakabilirsiniz!

Önce, Ahmet'i (bizleri) tanıtmalıyım ki kitabını okuyunca zaten kafanızda bir tip oluşacak…

Ahmet’i tanıdığımda ortaokula gidiyordu… Aradan uzun zaman geçtiği için lise birinci sınıfa gidiyor olma ihtimali, düşük de olsa var gibi…

Biz Aksaray Küçük Langa’da çalışırken, evlerinin bulunduğu yer de Langa’ya yakındı… Langa bostanlarını eskiler iyi bilir!..

İlk zamanlar içine kapanık, insanlarla konuşmak istemeyen fakat içinde de bir lav fışkıracakmış gibi intiba bırakırdı bende… Bazen kravatını elinde sallayışından okula çok ilgisi olmadığını düşünürdüm.

O aralar ben, işimin dışında boş vakit bulursam eskiden reklam karşılığı alınan kitapları okurdum…

Evimde neredeyse bir sahaf dükkanı açacak kadar da kitabım vardı…

Sonra araya kültür-sanat işi girince mecburiyetten okumak zorunda kaldığım da oldu… Yemek tarifi, “aşk”ı cinsellik olarak anlatan kitaplar; yazarının parasını vererek kendisinin bastırdığı, filan hocayı uçarken gördüm, müritler göçmen kuşlar gibi etrafında ona koruma yaparak uçuyorlardı türü manyak kitaplar!..

Langa’dan, Bağcılar’a gittikten sonra Ahmet’te sabahtan akşama, zannedersem akşamdan sabaha her türlü kitap okuma çılgınlığı başladı…

Ben de mutlu oldum, en azından okudukça açıldı… Eric Hoffer’ın “Kesinç İnançlılar” kitabında geçen “Topluma uymayanlar”a bir kişi daha katılmıştı.

Sokaklarda yaşayan insanlarla dostluk kurdu… onun için “Zeval” ‘Kasımpaşalı Lütfi dede’ye ithafıdır!..

Benim arkamdan söylenen, ‘asi, uyumsuz, asabi, boş işlere kendini veriyor’ algısının ona da söylendiğini hissetmeye başladım.

Matbaada üzerinde tulum çalışırken de, kültür-sanat sayfasıyla ilgilenirken de bu tavırları ya içine attı ya da umursamadı.

Zaten anlaşılamayanlar Ahmet Ertan’ın annesine seslendiği gibi;

“Anne ben geldim, ağdaki balık

Bardaktaki su kadar umarsızım

Dizlerin duruyor mu başımı koyacak

Anne ben geldim, oğlun, hayırsızın…”

‘Hayırsız’dılar, ‘faydasız’dılar

Artık kabına sığmaz oldu…

Beyni doldu ve anlatmak istediği çok şey ortaya çıktı…

Tanıdığı veya tanımadığı birine konuşurken, anlattığını heyecanla ve el kol hareketleriyle, yaşayarak anlatıyor ki; dinleyende, bilmediği ve ondan duyduğu konunun içinde buluyor kendisini!..

Mesela; Annemarıe Schımmel’in “Sayıların Gizemi”nden bahsetse, dinleyici ‘ebcet’ hesabı öğrenmeye dalar, 19’cuların yanında bulurdu kendini!

“Budizm Öğretisi Buda Fa Terminolojisi”ni anlatsa, hayal ya da gerçek, bir tapınağın duvar dibinde oturur görürdünüz kendinizi…

Charles Bukowski’nin “Delilik”ini dinleseniz, küfür etmenin kötü bir huy olduğuna değil de, Charles gibi fiyakalı küfür etmeyi iyi bir şey olarak algılardınız!

Dante’nin “İlahi Komedya”sında kafanız karışmış ve bir şey de anlamamışsanız, hepsini anladığınızı zannederdiniz!

Muhiddin Arabi’nin “Fusul Hikem”ini duysanız, ‘sufiler'in mi, ‘fakih’ ve ‘kelamcılar’ın mı yanında yer alacağınızı bilemezsiniz…

Sigmund Freud’un “Bilinçaltı”na değinse, bilincinizin olup olmadığını anlayamazsınız!

Ursula K. Le Guin’in, “Karalığın Sol Eli”ni dinleseniz, Kış adlı bir gezegende çift cinsiyetli insanları tanır ve ürperirdiniz!

Ellas Canetti’nin “İnsanın Taşrası” isimli özgün kitabını anlatsa şaşkın şaşkın bakarsınız?!

Nemrut ile Hazreti İbrahim’i anlatsa, anlatışın heyecan ve coşkusuyla ‘ateş bana gül olur’ diye kendinizi kaptırıp ateşe atabilirsiniz ama 3. derece yanıkla bir hastanede yarı pişmiş olarak bulursunuz kendinizi!

Firavun’un gücünü anlatsa, belki sihirbazlar kadar cesaretiniz olmaz ama Hazreti Musa ve annesi Asiye’den bahsetse Hazreti Asiye’ye dua gönderir ve imanın en yüksek mertebesine çıkmış gibi, asayı vurusunuz denize fakat deniz ortadan ikiye ayrılır mı bilemem!

Hinduizm’i dinleyince, Hindistan’da bir inekle sohbet eder ya da inek olmak isteyip istemediğiniz çelişkisine düşersiniz!

Sihir ve büyünün anayurdu Babil’i anlatsa bütün büyücülere beddua edersiniz!

Karl Marx’ı anlatsın; “Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser” sözüne binaen, komünizme meyyallaşırsın!..

Ahmet Kaya tabiriyle “İşte birazda Nazım’ın dediği gibi”;

“Ustalaştık biraz daha taşı kırmakta

Dostu düşmandan ayırmakta” diye mırıldansa, komünist olduğuna hükmederseniz!

Sezai Karakoç’tan;

“Kırgın kırgın bakma yüzüme Roza
Henüz dinlemedin benden türküler
Benim aşkım sığmaz öyle her saza
En güzel şarkıyı bir kurşun söyler
Kırgın kırgın bakma yüzüme Roza”
yı mırıldansa da; Muazzez Akkaya’ya acayip kızar, Geyve’ye değil de, başka bir yere gider ‘yaşamak bu değil’ der, hayatını yakarsın!..

Ahmet gibi böyle vardır birkaç tanıdığım… Kimimiz gitti Antalya’da hamal oldu, kimimiz emekli, kimimiz iş değiştirdi, kimimiz bir şeyler karalıyor… Aslında tek sıkıntımız anlaşılamamaktı. 

Çünkü karşımızdakilerin kafasının bastığı tek şey zengin olmak; dolayısıyla Napolyon gibi para… para… para… Ve hep paraydı. Bizim öyle bir amacımız olmadığından elbette sıkıntılarımız olacak ve hep asi damgası yiyecektik. Durumunu daha ari anlatmak için ‘Cem Sultan’ın’ hayatını yazanlar oldu fakat hiçbir yayıncı basmadı!..  

Bizim gibiler bocalarken, sonra sonra kimimiz depresyon hastasıydık kimimiz psikolojik rahatsız… Teşhisi koyanlar da bu ‘tomurcuk derdinde olmayan odunlar’dı!..

Ahmet onları anladığını düşünürdü…

Önce asiydik… 1999 Marmara depremi sonrası artık biz birer deliydik, ruhsuz insanlar en önemli teşhisi koymuşlardı!

En sondan bir önce ahşap bir heykel çalışması atmış Ahmet; “Bunu yapıyorum, anlam arayışı içindeyim” diye…

Biz gitmeyeceğiz ama Azrail bizim ayağımıza gelecek o zaman “Anlam” arayışı ve anlaşılamama kaygısı bitecek.

Mahşere kadar dünya ile aramıza bir berzah çekilse de, anlamış olacağız!..

Ahmet ile en son geçen Pazar beraberdik… Onlarca, belki de yüzlerce kez gittiğim yere birlikte gideceğiz ama hangi yolu takip edeceğimi unuttum…

“Ahmet dedim; bende unutkanlık ya da kavrayamama/anlayamama başladı. Gideceğimiz yeri biliyorum yolu hatırlayamıyorum!”

“Bende de var abi” dedi.

“Söylediklerini de duyuyorum fakat algılayamıyorum; sağır mı oluyorum diye kaç defa kulak burun boğazcıya gittim bir şey çıkmadı” dedim

“Bende de aynısı oluyor abi” dedi!

“O zaman soralım” dedim.

Mezarlık duvarının yol kısmına yerleştirilmiş. Belediye banklarında oturan birine sorduk. “Yukarı çıkın”dedi.

Hemen yanındaki bankta oturan afili, krem rengi takım elbiseli ve kekikyağı parlaklığı ve kokulu bıyıklı. “Nereye gidiyorsunuz?” diye sordu.

Yıllar önce İstanbul’da bununla neredeyse aynı yaş ve aynı tarzda biri; kadın-kızların geçeceği yere oturur; geçene; “Jale… Jale!.. Yavrum!” diye seslenirdi…

Bu da onlardan biriydi… ben düşünürken, Ahmet “nereye gidiyorsunuz?”a cevabı yapıştırdı: “Çılgın kalabalıklardan kaçıyoruz!..”

Mezarlığın ortasından yürüdük akıllı telefona göre 36 kat çıkınca tarihi mimariyi gördük!..

Bu arada; unutmadan söyleyeyim; hayatında bir ilmihal, bir meal ya da bir tefsir okumuş ya da hiçbirini okumamış namaza gittiğinde hocadan duyduklarını anlatan adamlar da bize ‘kafir’ teşhisi koyuyor!.. Konuşmuyor, susuyorum. Ahmet, “Tamam abi haklısın filan” diyor; gitmesini bekliyoruz; o gitmezse biz gidiyoruz!

“Sahtekâr bunlar” diyor Ahmet!..

Benim tanıdığım Ahmet Can bu… Kitabı nasıl olur diyorsanız, önce “İpini Koparan”ın arka kapak yazısını aktarayım:

“Çocukluğumun loş geçitlerinde ben de lastik yakmayı, uçurtma yapmayı, torpil patlatmayı severdim. İşte size anlatacağım bütün serüvenim bu hevesimin bir neticesi olarak gelişti. Küçük düşmekten daha tehlikeli olan küçük düş görmekti.

…Kendini yitirmek isteyen ancak ne yapacağını bilmediği bu hayata ille de tutunması beklenilen bir aylak…

Sadece nefes alıp vererek hiçbir dengeyi bozmadan yaşayan insanları en büyük suçlu olarak gören, fakat aksine kendisi kodesi boylayan, deliliği varlığının kanıtı olmuş “ipini koparan…”

Kitapta, psikoloji var, felsefe var, iç konuşmalar, acayip düşünceler, karşılaştırmalar, bilgi vermeler ve en önemlisi ‘Hayal’ var!..

:

Ali Mevlüt Kaya, dikGAZETE.COM

Ahmet Can’ın yeni Kitabı ‘İpini Koparan’ Profil Yayınları’ndan çıktı…

En son, aynı zamanda ilk kitabı olan ‘Zeval’i 2007 yılında yayınlamıştı…

Şimdi, piyasada kitaptır, filmdir tanıtımlarında genelde ‘körler sağırlar birbirini ağırlar’ geçerli olduğu için binde bir kitap tanıtımı yapsanız da, karşınızdakinden menfaat temin ettiğiniz filan düşünülür?!.

Baştan söyleyeyim ki; Ahmet’i arkadaş-kardeş gibi sevmekten başka bir ilişkim yok. O da bana karşı aynı duygular içindedir.

Kitaba ilgisi olanlara karşı genelde zaafım var; o açıdan da bakabilirsiniz!

Önce, Ahmet'i (bizleri) tanıtmalıyım ki kitabını okuyunca zaten kafanızda bir tip oluşacak…

Ahmet’i tanıdığımda ortaokula gidiyordu… Aradan uzun zaman geçtiği için lise birinci sınıfa gidiyor olma ihtimali, düşük de olsa var gibi…

Biz Aksaray Küçük Langa’da çalışırken, evlerinin bulunduğu yer de Langa’ya yakındı… Langa bostanlarını eskiler iyi bilir!..

İlk zamanlar içine kapanık, insanlarla konuşmak istemeyen fakat içinde de bir lav fışkıracakmış gibi intiba bırakırdı bende… Bazen kravatını elinde sallayışından okula çok ilgisi olmadığını düşünürdüm.

O aralar ben, işimin dışında boş vakit bulursam eskiden reklam karşılığı alınan kitapları okurdum…

Evimde neredeyse bir sahaf dükkanı açacak kadar da kitabım vardı…

Sonra araya kültür-sanat işi girince mecburiyetten okumak zorunda kaldığım da oldu… Yemek tarifi, “aşk”ı cinsellik olarak anlatan kitaplar; yazarının parasını vererek kendisinin bastırdığı, filan hocayı uçarken gördüm, müritler göçmen kuşlar gibi etrafında ona koruma yaparak uçuyorlardı türü manyak kitaplar!..

Langa’dan, Bağcılar’a gittikten sonra Ahmet’te sabahtan akşama, zannedersem akşamdan sabaha her türlü kitap okuma çılgınlığı başladı…

Ben de mutlu oldum, en azından okudukça açıldı… Eric Hoffer’ın “Kesinç İnançlılar” kitabında geçen “Topluma uymayanlar”a bir kişi daha katılmıştı.

Sokaklarda yaşayan insanlarla dostluk kurdu… onun için “Zeval” ‘Kasımpaşalı Lütfi dede’ye ithafıdır!..

Benim arkamdan söylenen, ‘asi, uyumsuz, asabi, boş işlere kendini veriyor’ algısının ona da söylendiğini hissetmeye başladım.

Matbaada üzerinde tulum çalışırken de, kültür-sanat sayfasıyla ilgilenirken de bu tavırları ya içine attı ya da umursamadı.

Zaten anlaşılamayanlar Ahmet Ertan’ın annesine seslendiği gibi;

“Anne ben geldim, ağdaki balık

Bardaktaki su kadar umarsızım

Dizlerin duruyor mu başımı koyacak

Anne ben geldim, oğlun, hayırsızın…”

‘Hayırsız’dılar, ‘faydasız’dılar

Artık kabına sığmaz oldu…

Beyni doldu ve anlatmak istediği çok şey ortaya çıktı…

Tanıdığı veya tanımadığı birine konuşurken, anlattığını heyecanla ve el kol hareketleriyle, yaşayarak anlatıyor ki; dinleyende, bilmediği ve ondan duyduğu konunun içinde buluyor kendisini!..

Mesela; Annemarıe Schımmel’in “Sayıların Gizemi”nden bahsetse, dinleyici ‘ebcet’ hesabı öğrenmeye dalar, 19’cuların yanında bulurdu kendini!

“Budizm Öğretisi Buda Fa Terminolojisi”ni anlatsa, hayal ya da gerçek, bir tapınağın duvar dibinde oturur görürdünüz kendinizi…

Charles Bukowski’nin “Delilik”ini dinleseniz, küfür etmenin kötü bir huy olduğuna değil de, Charles gibi fiyakalı küfür etmeyi iyi bir şey olarak algılardınız!

Dante’nin “İlahi Komedya”sında kafanız karışmış ve bir şey de anlamamışsanız, hepsini anladığınızı zannederdiniz!

Muhiddin Arabi’nin “Fusul Hikem”ini duysanız, ‘sufiler'in mi, ‘fakih’ ve ‘kelamcılar’ın mı yanında yer alacağınızı bilemezsiniz…

Sigmund Freud’un “Bilinçaltı”na değinse, bilincinizin olup olmadığını anlayamazsınız!

Ursula K. Le Guin’in, “Karalığın Sol Eli”ni dinleseniz, Kış adlı bir gezegende çift cinsiyetli insanları tanır ve ürperirdiniz!

Ellas Canetti’nin “İnsanın Taşrası” isimli özgün kitabını anlatsa şaşkın şaşkın bakarsınız?!

Nemrut ile Hazreti İbrahim’i anlatsa, anlatışın heyecan ve coşkusuyla ‘ateş bana gül olur’ diye kendinizi kaptırıp ateşe atabilirsiniz ama 3. derece yanıkla bir hastanede yarı pişmiş olarak bulursunuz kendinizi!

Firavun’un gücünü anlatsa, belki sihirbazlar kadar cesaretiniz olmaz ama Hazreti Musa ve annesi Asiye’den bahsetse Hazreti Asiye’ye dua gönderir ve imanın en yüksek mertebesine çıkmış gibi, asayı vurusunuz denize fakat deniz ortadan ikiye ayrılır mı bilemem!

Hinduizm’i dinleyince, Hindistan’da bir inekle sohbet eder ya da inek olmak isteyip istemediğiniz çelişkisine düşersiniz!

Sihir ve büyünün anayurdu Babil’i anlatsa bütün büyücülere beddua edersiniz!

Karl Marx’ı anlatsın; “Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser” sözüne binaen, komünizme meyyallaşırsın!..

Ahmet Kaya tabiriyle “İşte birazda Nazım’ın dediği gibi”;

“Ustalaştık biraz daha taşı kırmakta

Dostu düşmandan ayırmakta” diye mırıldansa, komünist olduğuna hükmederseniz!

Sezai Karakoç’tan;

“Kırgın kırgın bakma yüzüme Roza
Henüz dinlemedin benden türküler
Benim aşkım sığmaz öyle her saza
En güzel şarkıyı bir kurşun söyler
Kırgın kırgın bakma yüzüme Roza”
yı mırıldansa da; Muazzez Akkaya’ya acayip kızar, Geyve’ye değil de, başka bir yere gider ‘yaşamak bu değil’ der, hayatını yakarsın!..

Ahmet gibi böyle vardır birkaç tanıdığım… Kimimiz gitti Antalya’da hamal oldu, kimimiz emekli, kimimiz iş değiştirdi, kimimiz bir şeyler karalıyor… Aslında tek sıkıntımız anlaşılamamaktı. 

Çünkü karşımızdakilerin kafasının bastığı tek şey zengin olmak; dolayısıyla Napolyon gibi para… para… para… Ve hep paraydı. Bizim öyle bir amacımız olmadığından elbette sıkıntılarımız olacak ve hep asi damgası yiyecektik. Durumunu daha ari anlatmak için ‘Cem Sultan’ın’ hayatını yazanlar oldu fakat hiçbir yayıncı basmadı!..  

Bizim gibiler bocalarken, sonra sonra kimimiz depresyon hastasıydık kimimiz psikolojik rahatsız… Teşhisi koyanlar da bu ‘tomurcuk derdinde olmayan odunlar’dı!..

Ahmet onları anladığını düşünürdü…

Önce asiydik… 1999 Marmara depremi sonrası artık biz birer deliydik, ruhsuz insanlar en önemli teşhisi koymuşlardı!

En sondan bir önce ahşap bir heykel çalışması atmış Ahmet; “Bunu yapıyorum, anlam arayışı içindeyim” diye…

Biz gitmeyeceğiz ama Azrail bizim ayağımıza gelecek o zaman “Anlam” arayışı ve anlaşılamama kaygısı bitecek.

Mahşere kadar dünya ile aramıza bir berzah çekilse de, anlamış olacağız!..

Ahmet ile en son geçen Pazar beraberdik… Onlarca, belki de yüzlerce kez gittiğim yere birlikte gideceğiz ama hangi yolu takip edeceğimi unuttum…

“Ahmet dedim; bende unutkanlık ya da kavrayamama/anlayamama başladı. Gideceğimiz yeri biliyorum yolu hatırlayamıyorum!”

“Bende de var abi” dedi.

“Söylediklerini de duyuyorum fakat algılayamıyorum; sağır mı oluyorum diye kaç defa kulak burun boğazcıya gittim bir şey çıkmadı” dedim

“Bende de aynısı oluyor abi” dedi!

“O zaman soralım” dedim.

Mezarlık duvarının yol kısmına yerleştirilmiş. Belediye banklarında oturan birine sorduk. “Yukarı çıkın”dedi.

Hemen yanındaki bankta oturan afili, krem rengi takım elbiseli ve kekikyağı parlaklığı ve kokulu bıyıklı. “Nereye gidiyorsunuz?” diye sordu.

Yıllar önce İstanbul’da bununla neredeyse aynı yaş ve aynı tarzda biri; kadın-kızların geçeceği yere oturur; geçene; “Jale… Jale!.. Yavrum!” diye seslenirdi…

Bu da onlardan biriydi… ben düşünürken, Ahmet “nereye gidiyorsunuz?”a cevabı yapıştırdı: “Çılgın kalabalıklardan kaçıyoruz!..”

Mezarlığın ortasından yürüdük akıllı telefona göre 36 kat çıkınca tarihi mimariyi gördük!..

Bu arada; unutmadan söyleyeyim; hayatında bir ilmihal, bir meal ya da bir tefsir okumuş ya da hiçbirini okumamış namaza gittiğinde hocadan duyduklarını anlatan adamlar da bize ‘kafir’ teşhisi koyuyor!.. Konuşmuyor, susuyorum. Ahmet, “Tamam abi haklısın filan” diyor; gitmesini bekliyoruz; o gitmezse biz gidiyoruz!

“Sahtekâr bunlar” diyor Ahmet!..

Benim tanıdığım Ahmet Can bu… Kitabı nasıl olur diyorsanız, önce “İpini Koparan”ın arka kapak yazısını aktarayım:

“Çocukluğumun loş geçitlerinde ben de lastik yakmayı, uçurtma yapmayı, torpil patlatmayı severdim. İşte size anlatacağım bütün serüvenim bu hevesimin bir neticesi olarak gelişti. Küçük düşmekten daha tehlikeli olan küçük düş görmekti.

…Kendini yitirmek isteyen ancak ne yapacağını bilmediği bu hayata ille de tutunması beklenilen bir aylak…

Sadece nefes alıp vererek hiçbir dengeyi bozmadan yaşayan insanları en büyük suçlu olarak gören, fakat aksine kendisi kodesi boylayan, deliliği varlığının kanıtı olmuş “ipini koparan…”

Kitapta, psikoloji var, felsefe var, iç konuşmalar, acayip düşünceler, karşılaştırmalar, bilgi vermeler ve en önemlisi ‘Hayal’ var!..

:

Ali Mevlüt Kaya, dikGAZETE.COM