Bir abide şahsiyet: Mabeyinci Fahri Bey

Bir abide şahsiyet: Mabeyinci Fahri Bey

“Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz, Görünür şahsın rütbe-i aklı eserinde!”

Bu dünya bir imtihan dünyasıdır. Kimin ne olduğu ancak imtihanda belli oluyor. 

Kişilerin işgal ettikleri makamların, giydikleri libasların, söyledikleri sözlerin, hiçbir kıymetinin olmadığını görmek ve anlamak istiyorsanız, sarsılmaz bir imana sahip Mabeyinci Fahri Beyin hatıratını muhakkak okumalısınız.

Murat Bardakçı, 5 Mart 2000 günü Hürriyet Gazetesindeki köşesinde; Mabeyinci Fahri Bey’e ait bu hatıratı şöyle haber verir:

“Padişah işkencede silâhı başıma dayadı”

Mabeyinci Fahri Bey, Sultan Abdülâziz'in en yakınındaki birkaç kişiden biriydi. Hükümdarın 1876'da tahttan indirilip öldürülmesinden (?) dört (beş) yıl sonra zamanın padişahı İkinci Abdülhamid'in emriyle tutuklandı, cinayete iştirakle suçlanıp Yıldız Sarayı'nda kurulan özel mahkemeye çıkartıldı.

Fahri Bey mahkeme öncesinde suçunu itiraf etmesi için günlerce işkenceden geçirildi. İşkencelerde bizzat Sultan Abdülhamid de hazır bulunuyordu ve Fahri Bey masum olduğunu söylemekten başka tek bir söz etmedi. 

Mahkemede idama mahkûm oldu, cezası müebbed hapse çevrildi ve aralarında Midhat Paşa'nın da bulunduğu on mahkûmla beraber bugün Suudi Arabistan'ın sınırları içerisinde kalan Taif'e sürgün edildi. İstanbul'a ancak 28 yıl sonra İkinci Meşrutiyet'in ilânıyla dönebilen Mabeyinci Fahri Bey, gördüğü işkenceleri bir risaleye kaydetti ve risaleye ‘‘İbretnümâ’’ adını verdi” (Murat Bardakçı).

Murat Bardakçı güya işi ustaca saptırmak istiyor.

1- Abdülaziz öldürülmedi, intihar etti.

2- Dört değil, beş yıl.

3- Fahri Bey, hiçbir yerde “ben masumum” demiyor; Efendim canına kıydı, Efendim kendini telef etti diye haykırıyor.

Mabeyinci Fahri Bey’in gençlik ve Taif’ten döndükten sonraki resimleri. Mabeyinci Fahri Bey’e ait bu iki resim, Bekir Sıtkı Baykal’ın yayına hazırladığı ve Fahri Bey’in İbretnümâ adlı hatıralarının 1989 tarihli ikinci baskısından alınmıştır.

Fahri Bey, tutuklandığı 01 Nisan’dan, mahkemeye çıkarıldığı 27 Haziran’a kadar 86 gün aralıklarla, insanı çıldırtacak işkencelere tâbi tutuldu. Sultan Abdülaziz ise bırakın işkenceyi, birkaç incitici söz ve davranışa iki gün bile tahammül edemedi ve nihayet kendi canına kıydı.

Mehmet Akif’in; “Alınır kal'a mı göğsündeki kat kat iman?” sözleri; sanki Mabeyinci Fahri Bey için söylenmiş!

Birçok ünlü şahsiyetin ayağının kaydığı, “Mecelle”nin yazarı Cevdet Paşa’nın bile zulme boyun eğdiği ve Hakkın yanında yer alacağına, Sultanın, yani gücün yanında yer aldığı bir zamanda;

Devrin kudretli sultanının bütün baskılarına, akla hayale gelmez işkencelerine, akla hayale gelmez desiselerine göğüs germiş Mabeyinci Fahri Bey’in hatıratını okumalısınız!

Kalemler, bu kahramanı övmekten aciz, sayfalar yetersiz kalır!

Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm? Çünkü te’sis-i İlâhî o metin istihkâm.”

1968 yılında Türk Tarih Kurumu Yayınları arasında çıkmış bir eser İBRETNÜMÂ: (2. Baskı 1989).

*** 0 ***

30 Mayıs 1876 Salı günü hal’ edilen Sultan Abdülaziz, aynı gün sabah Topkapı Sarayı’na, üç gün sonra da 2 Haziran Cuma günü kendi isteğiyle Feriye Sarayı’na götürüldü. 

İki gece Feriye Sarayı’nda kalan Abdülaziz, Pazar günü saat 10.30 sularında da kendi canına kıydı.

Alttaki haritada Topkapı, Dolmabahçe ve Feriye Sarayları ile Hüseyin Avni Paşa Yalısı ve aralarındaki mesafeler gösterilmiştir. (bm) bin metre

Abdülaziz’in intiharından beş yıl sonra Fahri Bey, Arzıniyaz Kalfa ve iki pehlivan büyük işkenceler altında sorgulandı. Onlardan “Abdülaziz’in, Mithat Paşa ve arkadaşları tarafından katledildiğini” söylemeleri istendi. Böylece Abdülhamid, Mithat Paşa’dan kurtulacaktı. Abdülhamid, Mithat Paşa’yı “darbe yapmaktan” cezalandırabilirdi; ama kendisi de Sultan Murad’a karşı yapılan bir darbeyle tahta çıktığı için bu yolu seçmedi ve “Abdülaziz öldürüldü” diye mahkeme kurdu. 

Özel Yıldız Mahkemesi, 27 Haziran’da başladı; aslında mahkeme değil, bir tiyatro (!) 

Abdülaziz’in intihar ettiğini yazan Hıfzı Topuz, söz konusu mahkeme için “Düzmece Yıldız Mahkemesi” der (bk. Meyyale, s. 103, 154).

Olayların canlı şahidi Meyyale’nin torunu Topuz’un eseri, İbretnümâ’dan alıntılarla doludur ve hatıralara dayanan bibliyografik bir romandır ve edep dışı hiçbir ifade yoktur.

Birçok işkencede 2. Abdülhamid bizzat bulundu ve nasıl ifade vermeleri gerektiğini söyledi:

Merhum Efendimizin (Abdülaziz) oda kapısı önünde ve vak’anın hîn-i vukuunda mevcut olanlardan niçin tahkîk-i madde etmiyorsunuz da yalnız benden sual ediyorsunuz?” dediğimde Zât-ı şahâne “canım niçin anudluk ediyorsun? Benim bunda anlayacağım şeyler var. Bâzı hainlerin kafasını ezeceğim, sana ne? 

Seni öldürmüşüm ne faide olur? 

Söyle, muhbirlik etmiş olursun. O vakit ben de seni affederim. Hatta bu gece evine gönderirim. Paşanın arabasıyla gidersiniz, seni evine bırakır, yine eskisi gibi gezer yürürsün”. 

Öteden Mahmud Nedim Paşa, “evet efendim, ne a’lâ olur, geçerken bırakıveririm”. 

Bunun üzerine bendeniz cevaben “bu işin hakikatini bilen çok olduğu gibi bilmeyenler de çoktur. Hakikati bilenler hem kendine hem diğerlerine iftira edip bu kadar can yaktı diyerek yüzüme tükürürler; bilmeyenler vay hain, veli-i ni’metine ne hainlikte bulunmuş diyerek yüzüme tükürürler

Ben bu halde gezmekten ise şu kalıbın mahfine hazırım. Ben Allahtan korkarım, diğerleri eliyle telef oldu diyemem” dediğimde Zât-i şahâne emir ve istintakı Mahmud Nedim Paşa’ya havale edip kalkıp gittiler. 

Nedim Paşa bana birçok nasihatle beraber işi doğru söylemekliğime ibrâm edip ben ise “işin doğrusunu söyledim, benim ne olduğumu ve ne yolda hizmet ettiğimi bilmiyor musunuz? Demek ki yalan söylememi istiyorsunuz. Onun da ihtimali yoktur” dediğimde Nedim Paşa “sen bu kafada gider isen senin için necât yoktur”. 

Benim için necât doğrulukta” dediğimde dışarıdan adam çağırıp bir adam içeriye girip müteakiben Zât-i şahâne dahi gelip Nedim Paşa Zât-i şahâneye “Efendim, bu adam inat ediyor(…) (Baykal, 1989: 26).

Bu işin aslı yoktur, merhum Efendimiz kendi kendini telef etti, yed-i âharla (başkasınca) itlâf olundu diye her kim söyler ise yalandır ve Efendimize yalan söylüyorlar, iyi tahkik edin adalet buyurun kimsenin günahına girmeyin. Zira yapılan işler yakışmaz, adaletin harici ve yalandır” dediğimde Zât-i şahâne hiddet edip “anlaşıldı sen lakırdı anlamayacaksın. Yaptığım Kanun-i esâsi mucibince muhakeme ederler itikadında bulunma. Amcamın asrının kanununa tevfikan divan-ı harp teşkil ettirip seni kurşuna dizdireceğim. (…)” diye buyurmaları üzerine şu cevap verildi: “Efendim, işte ip, işte bıçak, işte kurşun, işte deniz. Her ne ki yaparsanız yapınız, bu kalıp hazırdır ve cımbız ile etlerimi koparsanız yine doğruluktan ayrılma ihtimalim yoktur” dedim (Baykal, 1989: 30-31).

Zat-ı şahâne hiddet ederek “öyle ise ölümünü sen kendin istiyorsun” buyurdular. “El-hükmü li’l-lah, ben de şehit olurum” dedim. Sözümün üstüne “adam sen de, rahim atar, toprak yutar” buyurdular (Baykal, 1989: 37).

Bu kadar alıntı, Fahri Bey ve Abdülhamid hakkında yeterli bilgiyi vermektedir. Merak eden kitaba bakar.

İBRETNÜMÂ okunmadan Abdülaziz’in ölüm şekline ve öldüğü yere hüküm verilemez. Buna rağmen TDV İslâm Ansiklopedisi’nin “Hüseyin Avni Paşa” maddesini yazan Ali İhsan Gencer’in kaynağında, olayın canlı şahitleri Fahri Beyin hatıratı İbretnümâ ile Şarl Mismer’e ait “İslâm Dünyasından Hatıralar” adlı eserleri yoktur. 

Hâlbuki İbretnümâ’yı yayınlayan Prof. Dr. Bekir Sıtkı Baykal, “Sultan Abdülhamid’in ne câzip vaitleri, ne tehditleri ve ne de kendine uygulattığı tüyler ürpertici, korkunç işkenceler, Fahri Bey’i,  görüp işittiklerini olduğu gibi, dosdoğru söylemekten saptıramamıştır. O, hiçbir suretle terbiye ve edepten ayrılmadan, daima ölüm tehlikesini hiçe sayarak ve kimseye müdara etmeyen bir vekar ile kaderinin bu acı tecellisine sarsılmadan göğüs germiş, insanlık adına cidden iftihar edilecek mükemmel bir karakter örneği vermektedir” der (Baykal, 1989: XII).

İşte ulu hakanın bilmediğimiz yönü (!) İşte bizim hâl-i pür melâlimiz (!) 

27 yaşındaki Fahri Bey’in duruş ve davranışı, bizim için bir numune-i imtisaldir.

Mahmud Nedim Paşa, Hüseyin Avni Paşa’nın hasmı ve Abdülaziz’in hal’ine sebep olan Sadrazamdır.

Dolmabahçe, Topkapı, Feriye sarayları, Hüseyin Avni Paşa yalısı ve Abdülaziz’in Topkapı ve Feriye’ye gidiş yolu görülüyor.

Abdülaziz, hal’ edildikten sonra önce 30 Mayıs Salı sabahı Topkapı sarayına götürülmüştür. Orada öldürülme korkusunu üzerinden atamamış ve üç gece annesi ile Baş Kadın Efendi arasında yattığı rivayet edilir.

Topkapı’dan Sultan V. Murat’a bir mektup yazar ve oradan memnun kalmadığını söyler. Sultan Murad, Beylerbeyi sarayını teklif eder, fakat Abdülaziz orayı değil, Feriye sarayını ister.

Bu arada Hüseyin Avni Paşa da güvenliği sağlayamayacağı gerekçesiyle Beylerbeyi sarayını kabul etmez. Bu olay, Abdülaziz’in keramet buyurduğu şeklinde yorumlanır.

İki Haziran Cuma sabahı Feriye sarayına nakledilen Abdülaziz, Cuma ve Cumartesi gecelerini Feriye sarayında geçirir. Bina uzun zamandır kullanılmadığı için sular kirli akar, görevlilerin getirdiği gümüş şamdan Nuri Paşa tarafından alı konur, yerine kötü bir şamdan verilir.

Altından olan kaşık, kap kacak ve sair eşyalar bunlar milletin malı diye güvenlik subayı tarafından alıkonur. Abdülaziz’in taşıdığı palayı da isterler. Abdülaziz, bu ve bunun gibi basit olayları kaldıramaz ve Pazar günü 10.30 (Alaturka 2.00) sularında kendi canına kıyar.

.

Ramazan Topraklı, dikGAZETE.com

“Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz, Görünür şahsın rütbe-i aklı eserinde!”

Bu dünya bir imtihan dünyasıdır. Kimin ne olduğu ancak imtihanda belli oluyor. 

Kişilerin işgal ettikleri makamların, giydikleri libasların, söyledikleri sözlerin, hiçbir kıymetinin olmadığını görmek ve anlamak istiyorsanız, sarsılmaz bir imana sahip Mabeyinci Fahri Beyin hatıratını muhakkak okumalısınız.

Murat Bardakçı, 5 Mart 2000 günü Hürriyet Gazetesindeki köşesinde; Mabeyinci Fahri Bey’e ait bu hatıratı şöyle haber verir:

“Padişah işkencede silâhı başıma dayadı”

Mabeyinci Fahri Bey, Sultan Abdülâziz'in en yakınındaki birkaç kişiden biriydi. Hükümdarın 1876'da tahttan indirilip öldürülmesinden (?) dört (beş) yıl sonra zamanın padişahı İkinci Abdülhamid'in emriyle tutuklandı, cinayete iştirakle suçlanıp Yıldız Sarayı'nda kurulan özel mahkemeye çıkartıldı.

Fahri Bey mahkeme öncesinde suçunu itiraf etmesi için günlerce işkenceden geçirildi. İşkencelerde bizzat Sultan Abdülhamid de hazır bulunuyordu ve Fahri Bey masum olduğunu söylemekten başka tek bir söz etmedi. 

Mahkemede idama mahkûm oldu, cezası müebbed hapse çevrildi ve aralarında Midhat Paşa'nın da bulunduğu on mahkûmla beraber bugün Suudi Arabistan'ın sınırları içerisinde kalan Taif'e sürgün edildi. İstanbul'a ancak 28 yıl sonra İkinci Meşrutiyet'in ilânıyla dönebilen Mabeyinci Fahri Bey, gördüğü işkenceleri bir risaleye kaydetti ve risaleye ‘‘İbretnümâ’’ adını verdi” (Murat Bardakçı).

Murat Bardakçı güya işi ustaca saptırmak istiyor.

1- Abdülaziz öldürülmedi, intihar etti.

2- Dört değil, beş yıl.

3- Fahri Bey, hiçbir yerde “ben masumum” demiyor; Efendim canına kıydı, Efendim kendini telef etti diye haykırıyor.

Mabeyinci Fahri Bey’in gençlik ve Taif’ten döndükten sonraki resimleri. Mabeyinci Fahri Bey’e ait bu iki resim, Bekir Sıtkı Baykal’ın yayına hazırladığı ve Fahri Bey’in İbretnümâ adlı hatıralarının 1989 tarihli ikinci baskısından alınmıştır.

Fahri Bey, tutuklandığı 01 Nisan’dan, mahkemeye çıkarıldığı 27 Haziran’a kadar 86 gün aralıklarla, insanı çıldırtacak işkencelere tâbi tutuldu. Sultan Abdülaziz ise bırakın işkenceyi, birkaç incitici söz ve davranışa iki gün bile tahammül edemedi ve nihayet kendi canına kıydı.

Mehmet Akif’in; “Alınır kal'a mı göğsündeki kat kat iman?” sözleri; sanki Mabeyinci Fahri Bey için söylenmiş!

Birçok ünlü şahsiyetin ayağının kaydığı, “Mecelle”nin yazarı Cevdet Paşa’nın bile zulme boyun eğdiği ve Hakkın yanında yer alacağına, Sultanın, yani gücün yanında yer aldığı bir zamanda;

Devrin kudretli sultanının bütün baskılarına, akla hayale gelmez işkencelerine, akla hayale gelmez desiselerine göğüs germiş Mabeyinci Fahri Bey’in hatıratını okumalısınız!

Kalemler, bu kahramanı övmekten aciz, sayfalar yetersiz kalır!

Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm? Çünkü te’sis-i İlâhî o metin istihkâm.”

1968 yılında Türk Tarih Kurumu Yayınları arasında çıkmış bir eser İBRETNÜMÂ: (2. Baskı 1989).

*** 0 ***

30 Mayıs 1876 Salı günü hal’ edilen Sultan Abdülaziz, aynı gün sabah Topkapı Sarayı’na, üç gün sonra da 2 Haziran Cuma günü kendi isteğiyle Feriye Sarayı’na götürüldü. 

İki gece Feriye Sarayı’nda kalan Abdülaziz, Pazar günü saat 10.30 sularında da kendi canına kıydı.

Alttaki haritada Topkapı, Dolmabahçe ve Feriye Sarayları ile Hüseyin Avni Paşa Yalısı ve aralarındaki mesafeler gösterilmiştir. (bm) bin metre

Abdülaziz’in intiharından beş yıl sonra Fahri Bey, Arzıniyaz Kalfa ve iki pehlivan büyük işkenceler altında sorgulandı. Onlardan “Abdülaziz’in, Mithat Paşa ve arkadaşları tarafından katledildiğini” söylemeleri istendi. Böylece Abdülhamid, Mithat Paşa’dan kurtulacaktı. Abdülhamid, Mithat Paşa’yı “darbe yapmaktan” cezalandırabilirdi; ama kendisi de Sultan Murad’a karşı yapılan bir darbeyle tahta çıktığı için bu yolu seçmedi ve “Abdülaziz öldürüldü” diye mahkeme kurdu. 

Özel Yıldız Mahkemesi, 27 Haziran’da başladı; aslında mahkeme değil, bir tiyatro (!) 

Abdülaziz’in intihar ettiğini yazan Hıfzı Topuz, söz konusu mahkeme için “Düzmece Yıldız Mahkemesi” der (bk. Meyyale, s. 103, 154).

Olayların canlı şahidi Meyyale’nin torunu Topuz’un eseri, İbretnümâ’dan alıntılarla doludur ve hatıralara dayanan bibliyografik bir romandır ve edep dışı hiçbir ifade yoktur.

Birçok işkencede 2. Abdülhamid bizzat bulundu ve nasıl ifade vermeleri gerektiğini söyledi:

Merhum Efendimizin (Abdülaziz) oda kapısı önünde ve vak’anın hîn-i vukuunda mevcut olanlardan niçin tahkîk-i madde etmiyorsunuz da yalnız benden sual ediyorsunuz?” dediğimde Zât-ı şahâne “canım niçin anudluk ediyorsun? Benim bunda anlayacağım şeyler var. Bâzı hainlerin kafasını ezeceğim, sana ne? 

Seni öldürmüşüm ne faide olur? 

Söyle, muhbirlik etmiş olursun. O vakit ben de seni affederim. Hatta bu gece evine gönderirim. Paşanın arabasıyla gidersiniz, seni evine bırakır, yine eskisi gibi gezer yürürsün”. 

Öteden Mahmud Nedim Paşa, “evet efendim, ne a’lâ olur, geçerken bırakıveririm”. 

Bunun üzerine bendeniz cevaben “bu işin hakikatini bilen çok olduğu gibi bilmeyenler de çoktur. Hakikati bilenler hem kendine hem diğerlerine iftira edip bu kadar can yaktı diyerek yüzüme tükürürler; bilmeyenler vay hain, veli-i ni’metine ne hainlikte bulunmuş diyerek yüzüme tükürürler

Ben bu halde gezmekten ise şu kalıbın mahfine hazırım. Ben Allahtan korkarım, diğerleri eliyle telef oldu diyemem” dediğimde Zât-i şahâne emir ve istintakı Mahmud Nedim Paşa’ya havale edip kalkıp gittiler. 

Nedim Paşa bana birçok nasihatle beraber işi doğru söylemekliğime ibrâm edip ben ise “işin doğrusunu söyledim, benim ne olduğumu ve ne yolda hizmet ettiğimi bilmiyor musunuz? Demek ki yalan söylememi istiyorsunuz. Onun da ihtimali yoktur” dediğimde Nedim Paşa “sen bu kafada gider isen senin için necât yoktur”. 

Benim için necât doğrulukta” dediğimde dışarıdan adam çağırıp bir adam içeriye girip müteakiben Zât-i şahâne dahi gelip Nedim Paşa Zât-i şahâneye “Efendim, bu adam inat ediyor(…) (Baykal, 1989: 26).

Bu işin aslı yoktur, merhum Efendimiz kendi kendini telef etti, yed-i âharla (başkasınca) itlâf olundu diye her kim söyler ise yalandır ve Efendimize yalan söylüyorlar, iyi tahkik edin adalet buyurun kimsenin günahına girmeyin. Zira yapılan işler yakışmaz, adaletin harici ve yalandır” dediğimde Zât-i şahâne hiddet edip “anlaşıldı sen lakırdı anlamayacaksın. Yaptığım Kanun-i esâsi mucibince muhakeme ederler itikadında bulunma. Amcamın asrının kanununa tevfikan divan-ı harp teşkil ettirip seni kurşuna dizdireceğim. (…)” diye buyurmaları üzerine şu cevap verildi: “Efendim, işte ip, işte bıçak, işte kurşun, işte deniz. Her ne ki yaparsanız yapınız, bu kalıp hazırdır ve cımbız ile etlerimi koparsanız yine doğruluktan ayrılma ihtimalim yoktur” dedim (Baykal, 1989: 30-31).

Zat-ı şahâne hiddet ederek “öyle ise ölümünü sen kendin istiyorsun” buyurdular. “El-hükmü li’l-lah, ben de şehit olurum” dedim. Sözümün üstüne “adam sen de, rahim atar, toprak yutar” buyurdular (Baykal, 1989: 37).

Bu kadar alıntı, Fahri Bey ve Abdülhamid hakkında yeterli bilgiyi vermektedir. Merak eden kitaba bakar.

İBRETNÜMÂ okunmadan Abdülaziz’in ölüm şekline ve öldüğü yere hüküm verilemez. Buna rağmen TDV İslâm Ansiklopedisi’nin “Hüseyin Avni Paşa” maddesini yazan Ali İhsan Gencer’in kaynağında, olayın canlı şahitleri Fahri Beyin hatıratı İbretnümâ ile Şarl Mismer’e ait “İslâm Dünyasından Hatıralar” adlı eserleri yoktur. 

Hâlbuki İbretnümâ’yı yayınlayan Prof. Dr. Bekir Sıtkı Baykal, “Sultan Abdülhamid’in ne câzip vaitleri, ne tehditleri ve ne de kendine uygulattığı tüyler ürpertici, korkunç işkenceler, Fahri Bey’i,  görüp işittiklerini olduğu gibi, dosdoğru söylemekten saptıramamıştır. O, hiçbir suretle terbiye ve edepten ayrılmadan, daima ölüm tehlikesini hiçe sayarak ve kimseye müdara etmeyen bir vekar ile kaderinin bu acı tecellisine sarsılmadan göğüs germiş, insanlık adına cidden iftihar edilecek mükemmel bir karakter örneği vermektedir” der (Baykal, 1989: XII).

İşte ulu hakanın bilmediğimiz yönü (!) İşte bizim hâl-i pür melâlimiz (!) 

27 yaşındaki Fahri Bey’in duruş ve davranışı, bizim için bir numune-i imtisaldir.

Mahmud Nedim Paşa, Hüseyin Avni Paşa’nın hasmı ve Abdülaziz’in hal’ine sebep olan Sadrazamdır.

Dolmabahçe, Topkapı, Feriye sarayları, Hüseyin Avni Paşa yalısı ve Abdülaziz’in Topkapı ve Feriye’ye gidiş yolu görülüyor.

Abdülaziz, hal’ edildikten sonra önce 30 Mayıs Salı sabahı Topkapı sarayına götürülmüştür. Orada öldürülme korkusunu üzerinden atamamış ve üç gece annesi ile Baş Kadın Efendi arasında yattığı rivayet edilir.

Topkapı’dan Sultan V. Murat’a bir mektup yazar ve oradan memnun kalmadığını söyler. Sultan Murad, Beylerbeyi sarayını teklif eder, fakat Abdülaziz orayı değil, Feriye sarayını ister.

Bu arada Hüseyin Avni Paşa da güvenliği sağlayamayacağı gerekçesiyle Beylerbeyi sarayını kabul etmez. Bu olay, Abdülaziz’in keramet buyurduğu şeklinde yorumlanır.

İki Haziran Cuma sabahı Feriye sarayına nakledilen Abdülaziz, Cuma ve Cumartesi gecelerini Feriye sarayında geçirir. Bina uzun zamandır kullanılmadığı için sular kirli akar, görevlilerin getirdiği gümüş şamdan Nuri Paşa tarafından alı konur, yerine kötü bir şamdan verilir.

Altından olan kaşık, kap kacak ve sair eşyalar bunlar milletin malı diye güvenlik subayı tarafından alıkonur. Abdülaziz’in taşıdığı palayı da isterler. Abdülaziz, bu ve bunun gibi basit olayları kaldıramaz ve Pazar günü 10.30 (Alaturka 2.00) sularında kendi canına kıyar.

.

Ramazan Topraklı, dikGAZETE.com