Dünyanın hâli, muhalefetin tavrı
Dünyanın hâli, muhalefetin tavrı
- 02-10-2022 00:42
- 3721
- 02-10-2022 00:42
- 3721
Bir yandan hak ve özgürlüklerin baskı altında olduğu, diğer yandan ekonomik krizle boğuşan bir ülkede, seçmenlerin çoğunluğu bir türlü ‘muhalefet’i gümbür gümbür desteklemez?
Hâli hazırda asıl mesele bu değil mi?
Ben de bu soruya cevap arayanlardan biriyim ve naçizane görüşlerimi sizinle paylaşmak istiyorum.
Birincisi, “dünyanın hiçbir yerinde o olmaz, bu olmaz” kafasından vazgeçmekte yarar var.
Dünyanın her yerinde, bizlerin şikâyet ettiği pek çok şey oluyor. Kanıksayalım, hâlimize şükredelim diye söylemiyorum, içinde bulunduğumuz hâli daha iyi kavramamıza yardım eder diye düşünüyorum.
“Gelişmiş ülkelerde, ileri demokrasiler” diye bellediğimiz ABD ve Avrupa’da ciddi bir siyasi kriz söz konusu. Oralarda bile toplumlar aşırı sağ, popülist otoriter söylem ve siyasetlere savruluyorlar.
ABD’de Trump’ın bir sonraki seçimleri kazanma ihtimaline karşı, seçmen tercihi yargı yolu ile engellenmeye çalışılıyor.
İngiltere’de, iktidar partisi Başbakan’ı değiştirmek zorunda kaldı.
Fransa’da aşırı sağa karşı zoraki Macron’a oy verenler, onu Parlamento’da çoğunluktan mahrum etti.
İtalya’da Mussolini’den sonra ilk kez aşırı sağ iktidar oldu.
Bir zamanlar sosyal demokrasinin cenneti sayılan İsveç’te de, sağ iktidara geldi.
Başta, “sol siyasetlerin iflası”nın nedenleri olmak üzere, hepsi uzun boylu tartışılacak konular, ancak ‘liberal demokrasiler’in ciddi bir krizle karşı karşıya olduğu kesin.
Sağ ve bazı ülkelerde sol popülizmin yükselmesi çerçevesinde ilk göze çarpan olgu, ‘seçkinlere karşı öfke’.
Başka bir deyişle, liberal demokratik değerler, toplumsal talep ve sorunları temsilden ziyade, seçkinlerin konforlu alanında güçlenen ‘kozmopolit yozlaşma’nın ürünleri olarak görülüyor. Popülist siyasetler de, bu zeminden hareket ediyor.
Hâl böyle iken, Türkiye’de muhalefet adına söz söyleyenlerin, hâlâ Cumhurbaşkanı’nın üniversite diploması tartışması yapması, olsa olsa AK Parti’ye soluk aldıran bir mevzu olabilir.
Bu nasıl fark edilmez, anlaşılır gibi değil.
Her vesile ile hatırlatmaya çalışıyorum, Türkiye’de başta ana muhalefet partisi olmak üzere, iktidarın dışında kalanlar şüphesiz ‘seçkinler kulübü’ değil, ama vitrinleri hâlâ fazlasıyla ‘Beyaz Türk’.
Diğer taraftan, ‘halkın değerleri ile barışmak’ veya ‘muhafazakarlara seslenmek’ çabası da sıklıkla baştan kaybedilen belli bir dindarlık yarışına dönebiliyor.
Oysa, bu ülkede, hâlihazırda seçkincilik tınısından uzak bir laiklik savunusuna ihtiyaç var.
“Kılıçdaroğlu iyi, çevresi kötü” demek istemiyorum ama, CHP çevresinde bu ölçü bir türlü tutmuyor.
Muhalefet cephesinin diğer üyelerinin ise, AK Parti ile nerede buluşup, nerede ayrıldığı hiç ama hiç net değil.
“Altılı Masa’da ilkeleri konuşuyoruz” denilip duruyor ve ‘temiz siyaset’ talebi malum ama onun dışında ilkeler tam olarak nedir açık değil.
İYİ Parti, milliyetçi popülizm konusunda, AK Parti’den farklı bir çizgide hiç değil.
AK Parti ekonomi mimarlarından Babacan’ın ekonomi konusunda görüşü neo-liberal ezberlerden ibaret, nitekim iş gelip, Türk lirasından üç sıfırı kimin attığına dayanmış vaziyette.
Yeri gelmişken bir hatırlatma daha yapayım, eskiden sadece solcuların eleştirel biçimde dile getirdiği ‘neo-liberal ezber’ de artık bozulmuş vaziyette.
Pandemi, Ukrayna savaşı, enerji krizi derken, kamu harcamalarının artması, enerjinin sübvansiyonu, Rusya’ya yaptırım vesilesi ile küresel sermaye akışının serbestliği hepsi, yeniden gözden geçiyor.
En büyük darbeyi, nükleer karşıtlığı, çevrecilik, yeşil siyaseti almış durumda.
Hatta, kimse kusura bakmasın ama, ABD’de faiz artışının, dünyada enflasyonu arttırma etkisi dolayısı ile, “enflasyona karşı tedbir olarak faiz artışı formülü” tartışma konusu oluyor.
Yok, Ekonomi Bakanı Nebati’nin tezlerini doğrulamak için söylemiyorum, bu konuların tartışmalı olması başka ekonomi yönetiminin şeffaflığını ve keyfilikten uzak durmasını talep etmek başka konular.
Ama, muhalefetin dünyada nelerin olup bittiğinden haberi olması, söylemlerini bazı ezberler yerine, daha ayakları yere basan bir çerçevede kurgulaması gerekiyor.
Sonuçta, kulağa hoş gelse de “çoğunluğu muhafazakâr olan toplum”, “halkın değerleri ile barışmak” da başka bir ezber.
Kısacası, muhalefet muhafazakâr, dini değerler yerine, seçkinci tınıdan kurtulsa daha iyi eder.
Mesele pek çok durumda din değil; Ekmeleddin İhsanoğlu örneğinde bu iyice anlaşılmış olmalı.
Mesele sadece ekonomi de değil; pek çok durumda, ikisinin bileşkesi.
“Ekonomi bu hâldeyken hâlâ iktidara oy verenler” sızlanmasının gerisinde, “hem yoksulsunuz hem aptal” tınısı var.
“Gençler Türkiye’yi terk ediyor” söyleminin ardında, “sorunlarla mücadele etmek yerine, kendini kurtarma” hevesinin övülmesi gibi bir kekremsi tat var.
Listeyi uzatabiliriz.
Diğer taraftan, dünyanın içinde bulunduğu hâl ortadayken, iktidarın Rusya ile enerji anlaşması ekonomiyi kurtarmaz ama, toptan karşı çıkarsanız, inandırıcılığınız zedelenir. Söylemek istediğim bu.
.
Nuray Mert, dikGAZETE.com
Bir yandan hak ve özgürlüklerin baskı altında olduğu, diğer yandan ekonomik krizle boğuşan bir ülkede, seçmenlerin çoğunluğu bir türlü ‘muhalefet’i gümbür gümbür desteklemez?
Hâli hazırda asıl mesele bu değil mi?
Ben de bu soruya cevap arayanlardan biriyim ve naçizane görüşlerimi sizinle paylaşmak istiyorum.
Birincisi, “dünyanın hiçbir yerinde o olmaz, bu olmaz” kafasından vazgeçmekte yarar var.
Dünyanın her yerinde, bizlerin şikâyet ettiği pek çok şey oluyor. Kanıksayalım, hâlimize şükredelim diye söylemiyorum, içinde bulunduğumuz hâli daha iyi kavramamıza yardım eder diye düşünüyorum.
“Gelişmiş ülkelerde, ileri demokrasiler” diye bellediğimiz ABD ve Avrupa’da ciddi bir siyasi kriz söz konusu. Oralarda bile toplumlar aşırı sağ, popülist otoriter söylem ve siyasetlere savruluyorlar.
ABD’de Trump’ın bir sonraki seçimleri kazanma ihtimaline karşı, seçmen tercihi yargı yolu ile engellenmeye çalışılıyor.
İngiltere’de, iktidar partisi Başbakan’ı değiştirmek zorunda kaldı.
Fransa’da aşırı sağa karşı zoraki Macron’a oy verenler, onu Parlamento’da çoğunluktan mahrum etti.
İtalya’da Mussolini’den sonra ilk kez aşırı sağ iktidar oldu.
Bir zamanlar sosyal demokrasinin cenneti sayılan İsveç’te de, sağ iktidara geldi.
Başta, “sol siyasetlerin iflası”nın nedenleri olmak üzere, hepsi uzun boylu tartışılacak konular, ancak ‘liberal demokrasiler’in ciddi bir krizle karşı karşıya olduğu kesin.
Sağ ve bazı ülkelerde sol popülizmin yükselmesi çerçevesinde ilk göze çarpan olgu, ‘seçkinlere karşı öfke’.
Başka bir deyişle, liberal demokratik değerler, toplumsal talep ve sorunları temsilden ziyade, seçkinlerin konforlu alanında güçlenen ‘kozmopolit yozlaşma’nın ürünleri olarak görülüyor. Popülist siyasetler de, bu zeminden hareket ediyor.
Hâl böyle iken, Türkiye’de muhalefet adına söz söyleyenlerin, hâlâ Cumhurbaşkanı’nın üniversite diploması tartışması yapması, olsa olsa AK Parti’ye soluk aldıran bir mevzu olabilir.
Bu nasıl fark edilmez, anlaşılır gibi değil.
Her vesile ile hatırlatmaya çalışıyorum, Türkiye’de başta ana muhalefet partisi olmak üzere, iktidarın dışında kalanlar şüphesiz ‘seçkinler kulübü’ değil, ama vitrinleri hâlâ fazlasıyla ‘Beyaz Türk’.
Diğer taraftan, ‘halkın değerleri ile barışmak’ veya ‘muhafazakarlara seslenmek’ çabası da sıklıkla baştan kaybedilen belli bir dindarlık yarışına dönebiliyor.
Oysa, bu ülkede, hâlihazırda seçkincilik tınısından uzak bir laiklik savunusuna ihtiyaç var.
“Kılıçdaroğlu iyi, çevresi kötü” demek istemiyorum ama, CHP çevresinde bu ölçü bir türlü tutmuyor.
Muhalefet cephesinin diğer üyelerinin ise, AK Parti ile nerede buluşup, nerede ayrıldığı hiç ama hiç net değil.
“Altılı Masa’da ilkeleri konuşuyoruz” denilip duruyor ve ‘temiz siyaset’ talebi malum ama onun dışında ilkeler tam olarak nedir açık değil.
İYİ Parti, milliyetçi popülizm konusunda, AK Parti’den farklı bir çizgide hiç değil.
AK Parti ekonomi mimarlarından Babacan’ın ekonomi konusunda görüşü neo-liberal ezberlerden ibaret, nitekim iş gelip, Türk lirasından üç sıfırı kimin attığına dayanmış vaziyette.
Yeri gelmişken bir hatırlatma daha yapayım, eskiden sadece solcuların eleştirel biçimde dile getirdiği ‘neo-liberal ezber’ de artık bozulmuş vaziyette.
Pandemi, Ukrayna savaşı, enerji krizi derken, kamu harcamalarının artması, enerjinin sübvansiyonu, Rusya’ya yaptırım vesilesi ile küresel sermaye akışının serbestliği hepsi, yeniden gözden geçiyor.
En büyük darbeyi, nükleer karşıtlığı, çevrecilik, yeşil siyaseti almış durumda.
Hatta, kimse kusura bakmasın ama, ABD’de faiz artışının, dünyada enflasyonu arttırma etkisi dolayısı ile, “enflasyona karşı tedbir olarak faiz artışı formülü” tartışma konusu oluyor.
Yok, Ekonomi Bakanı Nebati’nin tezlerini doğrulamak için söylemiyorum, bu konuların tartışmalı olması başka ekonomi yönetiminin şeffaflığını ve keyfilikten uzak durmasını talep etmek başka konular.
Ama, muhalefetin dünyada nelerin olup bittiğinden haberi olması, söylemlerini bazı ezberler yerine, daha ayakları yere basan bir çerçevede kurgulaması gerekiyor.
Sonuçta, kulağa hoş gelse de “çoğunluğu muhafazakâr olan toplum”, “halkın değerleri ile barışmak” da başka bir ezber.
Kısacası, muhalefet muhafazakâr, dini değerler yerine, seçkinci tınıdan kurtulsa daha iyi eder.
Mesele pek çok durumda din değil; Ekmeleddin İhsanoğlu örneğinde bu iyice anlaşılmış olmalı.
Mesele sadece ekonomi de değil; pek çok durumda, ikisinin bileşkesi.
“Ekonomi bu hâldeyken hâlâ iktidara oy verenler” sızlanmasının gerisinde, “hem yoksulsunuz hem aptal” tınısı var.
“Gençler Türkiye’yi terk ediyor” söyleminin ardında, “sorunlarla mücadele etmek yerine, kendini kurtarma” hevesinin övülmesi gibi bir kekremsi tat var.
Listeyi uzatabiliriz.
Diğer taraftan, dünyanın içinde bulunduğu hâl ortadayken, iktidarın Rusya ile enerji anlaşması ekonomiyi kurtarmaz ama, toptan karşı çıkarsanız, inandırıcılığınız zedelenir. Söylemek istediğim bu.