En sonbahar
En sonbahar
- 06-10-2018 10:43
- 532
- 06-10-2018 10:43
- 532
“Gel gül dedi bülbül güle, gül gülmedi gitti
Gül bülbüle, bülbül güle, yar olmadı gitti”
.
Aynı köyde doğmuşlar, aynı ilkokulda okumuşlar; ilkbaharda aynı tepe ve koyaklarda çiğdem çiçekleri toplamışlardı… Kendisi ortaokul ve liseye de giderken; kız, ilkokuldan sonra okuyamamıştı… Ki bu dönemlerde de sürekli görüşürlerdi… Adını söylemez; ‘Gülüm’ derdi hep… Sadece gülüm…
Esasında; “Gel gül dedi bülbül güle, gül gülmedi gitti
Gül bülbüle, bülbül güle, yar olmadı gitti” sözünü de, sadece ‘gülüm’ dediği için kullandık… ‘Gel’ demiş de, gitmemiş gibi bir durum söz konusu değildi… ‘Gel’ diyebilseydi… Gül, giderdi…
Bizden büyüktü… Herkes gibi, hallerini biz de bilirdik…
Genetiğinden mi, toprağından mı; acayip asabiydi ama sağlam bir yüreği vardı… Her şeyi dibine kadar yaşardı… Sigara içilecekse en çok o içerdi… Çalışılacaksa da en çok o… Sevilecekse de en çok, o severdi… Neticede sevmişti de…
Hem okuduğu hem de köyün dilinde dolaşan büyük aşkından dolayı mağrurdu da!..
İlginçtir; o köyde yaşayıp da, üniversiteye giden ilk kişi de kendisiydi!..
Günlerden bir gün, köye, babasını almak için jandarmaların gelmesiyle hakkındaki bütün düşünceler değişti…
İki şey söylenmeye başlandı… Biri, ‘anarşist’, diğeri, ‘komünist’ olduğuydu!.. Normal olsa, o günün şartlarında bir ‘Toplum Polisi’ni, kendi silahıyla öldürecek kadar cani olamazdı!..
Aşkının ilk yıllarında televizyon yoktu; varsa da onların köyünde yoktu… Başına gelenleri, arabesk filmlerinde başrol oynayan şarkıcılara benzetip, bazen kendini orada bulsa da; sonraki dönemlerde her hangi bir diziyle kıyaslama yaptığında; ‘El Kızı’, ‘Üç İstanbul’u daha yakın hissediyordu… Farkı belanın üstüne gelmesiydi…
Ve sanki bütün herkes onun aleyhinde çalışıyordu… Bu kadar da olmazdı… Bu yüzden, hapiste de suç işleyip, cezasını katlamıştı. Babasının bir iki defa gelişi haricinde kimse gelmedi/gelmemişti. Maltalar, ranzalar, duvarlar ve voltaları dost bildi…
Rahmetli Yusuf Hayaloğlu, “Şu dağlarda kar olsaydım”ı henüz yazmamıştı… Yazsaydı, belki biri ‘arar bulurdu sahipsiz mezar olsaydı…’ Ya da ‘belki yaslanırdı mapusta duvar olsaydı...’
Nasıl ve ne şekilde olacağını veya geleceğini düşünmeden kızıyordu… Ah, bu kadınlar böyle çabuk mu değişip, sırtını dönerdi?!.
Oysa aşka boyamıştı bütün dünyasını… Kimse gelmese de, “gülüm gelmeliydi” kahrıyla iyice asabileşiyor ve aşkın nefrete dönüşmesinden korkuyordu!..
Ağaca kurt düşmeye görsün; yer bitirirdi… Yıllarca bu korkuyla ömrünü çürüttü… Ne bir görüşmeci ne ‘bir yeşil soğan’ ne de ‘karanfil koktu cıgarası…’ Bahar da gelmedi memleketine… Hep sonbaharı yaşadı…
Doğduğu köye en son geldiğinde de, bir sonbahar günüydü ve onu gördükleri en sonbahardı… Bir daha görmediler…
Kayboldu gitti… Berduş olmuş dediler… Öldü filan da demişlerdi!..
*
2011 yılında, kendisini Çemberlitaş’ta, feleğin çemberinden geçmiş olarak gördüm en son…
Çatalçeşme Sokak’tan çıktım, yürüyerek Çorlulu Ali Paşa Medresesi’nin oraya gidip, çay içeceğim… Sonbaharın son demleri ve hava soğuk… Çemberlitaş’ın yanında güvercinlerin konduğu yere yakın duvara dayanmış birini gördüm ve tanıma ihtimalim yok ama o ihtimal yok oldu ve ben onu tanıdım… Karl Marks’ınki kadar uzun değildi ama beyaz sakalları vardı; kirli değildi… Belki de İskilipli Atıf Hoca’nın sakalı gibiydi hatırlayamadım ama bıyıkları çimen bıyıktı…
Bu mevsimde ağaç yapraklarının çoğu düşer, gazel olur fakat birkaç tane sararmış yaprak son dönemlere kadar dökülmez… O birkaç yaprağın olduğu ağaçta tek bir kuş, tüylerini şişirip kafasını iyice çekerek durur… Belki de soğuktan korunmaya çalışır, bilmiyorum… Aynı öyle duruyordu…
“Abdurrahman Abi” dedim…
Yüzüme mahcup ve şaşkın şaşkın baktı…
“Tanıdın mı beni?” diye sordum!
Tanıdığı anlaşılan fakat tanımadığını söyleyebilmek ister gibi bir yandan, diğer yandan da samimi bakışlar…
“Mustafa dayımın oğlu değil misin?!” dedi…
“Birini mi bekliyorsun?!”
“Bekleyenim ben!”
“Gel” dedim; “bu zamana kadar beklemişsin, yeter!..”
Yürüdük… Hiçbir şey sormadım… Ben sustum, o konuştu… “Anam yaşasa bunlar başıma gelmezdi” diye başladı… Anam, kardeşimin doğumu üzerine öldüğünde ben altı yaşındaydım… Babam, üvey anne getirip, onun isteklerini de yapınca, zaten bizde huzur diye bir şey kalmadı… Kendi imkanlarımla liseyi bitirdim… Kamyonlardan karpuz indirdim… Yaz tatilinde, inşaatlarda başkasının aldığı yevmiyenin yarısına amelelik yaptım ve üniversiteye kadar geldim… Ama böyle oldu… Olmayınca, okumakla da olmuyor… ‘Okumak cehaleti alır, eşeklik baki kalır’ derler ya; inan, kaba düşünce içerisinde olursan, cehaleti de almıyor… Kendisini işaret ederek; ‘Aha örnek’ dedi ve devam etti: Bizim oralarda, vuracaksın, kıracaksın, dayak yemeyip, dayak atacaksın!.. Dayak attılar ama böyle yetiştirdiler… Sonuç bu!..”
“Keşke yapmasaydın!..”
“Kendimi kaybettim!.. Nüfus cüzdanları defter gibiydi ben okurken… Cebe zor girer… Buna rağmen, ben yanımda taşıyordum. Ceketimi çıkarınca cebinde kalmış… Akşamüzeri; dışarıya gidip döneceğim… Çıktım, az gittim, iki polis durdurdu ve yalnız bana hüviyetimi sordu…
Cebimde zannediyordum… Yok... Öğrenci olduğumu ve unuttuğumu söyledim… inanmadılar!.. Karakola götüreceklerdi… Son bir defa, kaldığım yere gideyim, getireyim dedim. Bir iki tane vurdular…
Bir tanesi, ‘Yalancı orospu çocuğu!..’ dedi… Anam, doğum üzerine ölmüş, belki şehittir… Ama orospu değil!.. Silahını belinden nasıl aldım hatırlamıyorum!.. Şimdi yeri geliyor, yüzümüze küfrediyorlar gıkımız çıkmıyor!.. Pişman oldum ama dönüşü yok artık…"
Eski asabiyeti yitip gitmiş, mahcup ve bizim Uysal Yavaş kadar uysallaşmıştı…
Durakladı, yüzüme baktı ve çekinerek ama aniden pat diye sordu:
“O ne yapıyor?!”
“O kim?!”
“O işte..!” dedi, bir yarısını oralarda bırakmış haliyle…
“Nilüfer Abla mı?!”
Gözleri doldu… Başını önüne eğdi…
“Ben toy halim ve kaba düşüncelerle onun hayatını mahvettim; kendiminkini de yaktım!..”
“Ben de çok gitmiyorum… Çocukları büyüdü… Torunları var… Eskiden herkese bağırır, çağırır; beddua ederdi ama sonraları insanlardan biraz uzaklaşmış…”
“Bu hallere düşürmeseydim ya da düşmeseydik… Keşke yanımda olsaydı da, her gün bana beddua etseydi” dediğinde;
“Gazetede çıktı üç satır yazıyla
Uzamış sakalı çatlamış sazıyla
Birileri ona ölmedin diyordu
Ölüm ilanında hüzünle gülüyordu” şarkısındaki Bahtiyar’ın, Abdurrahman Abi olabileceğini düşündüm o an!..
Gözünden süzülen yaşı gizleyemedi ve yüzüme bakarak fısıldar gibi konuştu: “Ben onu çok sevdim…”
.
Ali Mevlüt Kaya, dikGAZETE.com
Twitter: @alimevlutkaya
“Gel gül dedi bülbül güle, gül gülmedi gitti
Gül bülbüle, bülbül güle, yar olmadı gitti”
.
Aynı köyde doğmuşlar, aynı ilkokulda okumuşlar; ilkbaharda aynı tepe ve koyaklarda çiğdem çiçekleri toplamışlardı… Kendisi ortaokul ve liseye de giderken; kız, ilkokuldan sonra okuyamamıştı… Ki bu dönemlerde de sürekli görüşürlerdi… Adını söylemez; ‘Gülüm’ derdi hep… Sadece gülüm…
Esasında; “Gel gül dedi bülbül güle, gül gülmedi gitti
Gül bülbüle, bülbül güle, yar olmadı gitti” sözünü de, sadece ‘gülüm’ dediği için kullandık… ‘Gel’ demiş de, gitmemiş gibi bir durum söz konusu değildi… ‘Gel’ diyebilseydi… Gül, giderdi…
Bizden büyüktü… Herkes gibi, hallerini biz de bilirdik…
Genetiğinden mi, toprağından mı; acayip asabiydi ama sağlam bir yüreği vardı… Her şeyi dibine kadar yaşardı… Sigara içilecekse en çok o içerdi… Çalışılacaksa da en çok o… Sevilecekse de en çok, o severdi… Neticede sevmişti de…
Hem okuduğu hem de köyün dilinde dolaşan büyük aşkından dolayı mağrurdu da!..
İlginçtir; o köyde yaşayıp da, üniversiteye giden ilk kişi de kendisiydi!..
Günlerden bir gün, köye, babasını almak için jandarmaların gelmesiyle hakkındaki bütün düşünceler değişti…
İki şey söylenmeye başlandı… Biri, ‘anarşist’, diğeri, ‘komünist’ olduğuydu!.. Normal olsa, o günün şartlarında bir ‘Toplum Polisi’ni, kendi silahıyla öldürecek kadar cani olamazdı!..
Aşkının ilk yıllarında televizyon yoktu; varsa da onların köyünde yoktu… Başına gelenleri, arabesk filmlerinde başrol oynayan şarkıcılara benzetip, bazen kendini orada bulsa da; sonraki dönemlerde her hangi bir diziyle kıyaslama yaptığında; ‘El Kızı’, ‘Üç İstanbul’u daha yakın hissediyordu… Farkı belanın üstüne gelmesiydi…
Ve sanki bütün herkes onun aleyhinde çalışıyordu… Bu kadar da olmazdı… Bu yüzden, hapiste de suç işleyip, cezasını katlamıştı. Babasının bir iki defa gelişi haricinde kimse gelmedi/gelmemişti. Maltalar, ranzalar, duvarlar ve voltaları dost bildi…
Rahmetli Yusuf Hayaloğlu, “Şu dağlarda kar olsaydım”ı henüz yazmamıştı… Yazsaydı, belki biri ‘arar bulurdu sahipsiz mezar olsaydı…’ Ya da ‘belki yaslanırdı mapusta duvar olsaydı...’
Nasıl ve ne şekilde olacağını veya geleceğini düşünmeden kızıyordu… Ah, bu kadınlar böyle çabuk mu değişip, sırtını dönerdi?!.
Oysa aşka boyamıştı bütün dünyasını… Kimse gelmese de, “gülüm gelmeliydi” kahrıyla iyice asabileşiyor ve aşkın nefrete dönüşmesinden korkuyordu!..
Ağaca kurt düşmeye görsün; yer bitirirdi… Yıllarca bu korkuyla ömrünü çürüttü… Ne bir görüşmeci ne ‘bir yeşil soğan’ ne de ‘karanfil koktu cıgarası…’ Bahar da gelmedi memleketine… Hep sonbaharı yaşadı…
Doğduğu köye en son geldiğinde de, bir sonbahar günüydü ve onu gördükleri en sonbahardı… Bir daha görmediler…
Kayboldu gitti… Berduş olmuş dediler… Öldü filan da demişlerdi!..
*
2011 yılında, kendisini Çemberlitaş’ta, feleğin çemberinden geçmiş olarak gördüm en son…
Çatalçeşme Sokak’tan çıktım, yürüyerek Çorlulu Ali Paşa Medresesi’nin oraya gidip, çay içeceğim… Sonbaharın son demleri ve hava soğuk… Çemberlitaş’ın yanında güvercinlerin konduğu yere yakın duvara dayanmış birini gördüm ve tanıma ihtimalim yok ama o ihtimal yok oldu ve ben onu tanıdım… Karl Marks’ınki kadar uzun değildi ama beyaz sakalları vardı; kirli değildi… Belki de İskilipli Atıf Hoca’nın sakalı gibiydi hatırlayamadım ama bıyıkları çimen bıyıktı…
Bu mevsimde ağaç yapraklarının çoğu düşer, gazel olur fakat birkaç tane sararmış yaprak son dönemlere kadar dökülmez… O birkaç yaprağın olduğu ağaçta tek bir kuş, tüylerini şişirip kafasını iyice çekerek durur… Belki de soğuktan korunmaya çalışır, bilmiyorum… Aynı öyle duruyordu…
“Abdurrahman Abi” dedim…
Yüzüme mahcup ve şaşkın şaşkın baktı…
“Tanıdın mı beni?” diye sordum!
Tanıdığı anlaşılan fakat tanımadığını söyleyebilmek ister gibi bir yandan, diğer yandan da samimi bakışlar…
“Mustafa dayımın oğlu değil misin?!” dedi…
“Birini mi bekliyorsun?!”
“Bekleyenim ben!”
“Gel” dedim; “bu zamana kadar beklemişsin, yeter!..”
Yürüdük… Hiçbir şey sormadım… Ben sustum, o konuştu… “Anam yaşasa bunlar başıma gelmezdi” diye başladı… Anam, kardeşimin doğumu üzerine öldüğünde ben altı yaşındaydım… Babam, üvey anne getirip, onun isteklerini de yapınca, zaten bizde huzur diye bir şey kalmadı… Kendi imkanlarımla liseyi bitirdim… Kamyonlardan karpuz indirdim… Yaz tatilinde, inşaatlarda başkasının aldığı yevmiyenin yarısına amelelik yaptım ve üniversiteye kadar geldim… Ama böyle oldu… Olmayınca, okumakla da olmuyor… ‘Okumak cehaleti alır, eşeklik baki kalır’ derler ya; inan, kaba düşünce içerisinde olursan, cehaleti de almıyor… Kendisini işaret ederek; ‘Aha örnek’ dedi ve devam etti: Bizim oralarda, vuracaksın, kıracaksın, dayak yemeyip, dayak atacaksın!.. Dayak attılar ama böyle yetiştirdiler… Sonuç bu!..”
“Keşke yapmasaydın!..”
“Kendimi kaybettim!.. Nüfus cüzdanları defter gibiydi ben okurken… Cebe zor girer… Buna rağmen, ben yanımda taşıyordum. Ceketimi çıkarınca cebinde kalmış… Akşamüzeri; dışarıya gidip döneceğim… Çıktım, az gittim, iki polis durdurdu ve yalnız bana hüviyetimi sordu…
Cebimde zannediyordum… Yok... Öğrenci olduğumu ve unuttuğumu söyledim… inanmadılar!.. Karakola götüreceklerdi… Son bir defa, kaldığım yere gideyim, getireyim dedim. Bir iki tane vurdular…
Bir tanesi, ‘Yalancı orospu çocuğu!..’ dedi… Anam, doğum üzerine ölmüş, belki şehittir… Ama orospu değil!.. Silahını belinden nasıl aldım hatırlamıyorum!.. Şimdi yeri geliyor, yüzümüze küfrediyorlar gıkımız çıkmıyor!.. Pişman oldum ama dönüşü yok artık…"
Eski asabiyeti yitip gitmiş, mahcup ve bizim Uysal Yavaş kadar uysallaşmıştı…
Durakladı, yüzüme baktı ve çekinerek ama aniden pat diye sordu:
“O ne yapıyor?!”
“O kim?!”
“O işte..!” dedi, bir yarısını oralarda bırakmış haliyle…
“Nilüfer Abla mı?!”
Gözleri doldu… Başını önüne eğdi…
“Ben toy halim ve kaba düşüncelerle onun hayatını mahvettim; kendiminkini de yaktım!..”
“Ben de çok gitmiyorum… Çocukları büyüdü… Torunları var… Eskiden herkese bağırır, çağırır; beddua ederdi ama sonraları insanlardan biraz uzaklaşmış…”
“Bu hallere düşürmeseydim ya da düşmeseydik… Keşke yanımda olsaydı da, her gün bana beddua etseydi” dediğinde;
“Gazetede çıktı üç satır yazıyla
Uzamış sakalı çatlamış sazıyla
Birileri ona ölmedin diyordu
Ölüm ilanında hüzünle gülüyordu” şarkısındaki Bahtiyar’ın, Abdurrahman Abi olabileceğini düşündüm o an!..
Gözünden süzülen yaşı gizleyemedi ve yüzüme bakarak fısıldar gibi konuştu: “Ben onu çok sevdim…”
.
Ali Mevlüt Kaya, dikGAZETE.com
Twitter: @alimevlutkaya