Hollanda’nın seçimi ve asıl sorulması gerekenler: Bu kaçıncı deprem, ne bu şaşkınlık?
Hollanda’nın seçimi ve asıl sorulması gerekenler: Bu kaçıncı deprem, ne bu şaşkınlık?
- 27-11-2023 20:02
- 2593
- 27-11-2023 20:02
- 2593
Hollanda’nın seçimi ve asıl sorulması gerekenler: Bu kaçıncı deprem, ne bu şaşkınlık?
Hollanda’da son seçimin galibinin, Geert Wilders liderliğinde “aşırı sağ” parti olması bir kez daha aynı teraneler ile karşılandı. “Siyasi deprem”, “Avrupa’ya uyarı”, “liberal ülkede şaşırtan gelişme”, “popülizm yükseliyor”, bu ifadeler ve benzerleri ortalığı kapladı.
Sorulması gereken asıl soru şunlar: Bu kaçıncı deprem, bu kaçıncı uyarı, sahi popülizmin aslı faslı ne, hangi liberal ülke, bu ne şaşkınlık?
Fransa’da “aşırı sağ”ın yükselişi, en az yirmi senedir tartışılıyor; işin içinden iki turlu seçimlerin “koruyucu kalkanı” ile çıkılıyor.
İtalya’yı, yıllarca popülist Berlusconi yönetti, halihazırda Mussoli’nin takipçilerinin başını çektiği hükümet yönetiyor.
Beyaz Zambaklar ülkesi İsveç’te bile 2022’de aşırı sağcı olarak tanımlanan İsveç Demokratları’nın dışardan desteklediği sağ koalisyon kuruldu.
Almanya’da, aşırı sağ partinin oyları arttıkça artıyor.
Bu arada, aşırı sağ yok ama, Britanya Avrupa Birliği’ni terk etti.
İki binli yıllarda “popülizm” üzerine yüzlerce kitap, binlerce yorum yazıldı, çizildi, hala “şaşkınlık” devam ediyor.
Olan biten gerçekten bu denli işin içinden çıkılmaz, akıl almaz gelişmeler mi?
Veya bu neyin aklı?
Belki, her şeyden önce, İkinci Dünya Savaşı sonrası liberal tarih yazımcılığının çizdiği “Avrupa” ve dahası “Batı demokrasileri” portresini sorgulamakla işe başlamak gerekiyor.
Aslında, bu tarih anlatısı ve bu zeminde şekillenen liberal siyasi söylemler, savaş sonrasından ziyade, belli bir savaş öncesi değerlendirmesinden yola çıkıyor.
Bu anlatıda, faşizmin ve Nazizmin yükselişi, tıpkı bugünkü gibi tahmin edilemez, şaşırtıcı bir gelişmenin sonucu olarak okunur.
İkinci Dünya Savaşı’nın faşizme karşı özgürlük ve demokrasi mücadelesi olduğu, Batı demokrasilerinin bu savaşın galibi olarak faşizmi yendiği anlatılır.
Söz konusu olan, Almanya’nın yenilgisinin Stalin yönetiminde Sovyetler Birliği’ne borçlu olunduğu gerçeğinin göz ardı edildiği bir tarih anlatısı.
Savaş sonrası Batı Avrupa’nın ABD tarafından yeniden inşa edildiği, sözkonusu olanın sadece yıkılan Avrupa’nın ekonomik inşası değil, siyasi inşası olduğu gerçeğinin kurcalanmaktan kaçınıldığı anlatı.
Sonra, savaş esnasında tarafsız kalan İspanya’nın kendi savaşını öncesinden iç savaş olarak yaşadığı ve savaş sonrası 1975’e kadar faşist General Franco tarafından yönetildiği, Fransa’nın toparlanması için otoriter General De Gaulle’ün iş başına çağrıldığı, İtalya’da Komünist Partinin önünü kesmek için, daha sonra Gladio denen karanlık yapının devreye sokulduğu gibi “uygunsuz gerçekler”in söz konusu edilmediği anlatı.
Daha neler neler, asıl hikâyenin bir de ABD boyutu var ama uzatmayalım bu bir tarih metni değil.
“İyi de bunların bugünlerde olanlar ile ne alakası var?” diyeceksiniz.
Çok alakası var.
Şöyle ki; öncelikle istediğiniz kadar geçmişe dair gerçeklerin hoşunuza gitmeyen kısmını örtmeye çalışın, bir noktada hortlamaları kaçınılmaz olur.
Mesela Batı Avrupa demokrasileri, Nazizmin önünü açtığı, etnik olarak büyük ölçüde türdeşleşmiş toplumlarda kuruldu.
Sonuçta, Batı demokrasilerinin farklılıkları barış içinde yaşatma iddiasının, göçmen baskısı ile çöküşe geçmesine çok da şaşırmamak lazım.
Ama daha önemlisi Nazizm ve faşizmin, zamanında liberal ekonomi politik ile ilişkisi görmezden gelinince, liberal ekonomiler zora girdiğinde, bu ölçekte olmasa da, yeniden bu tür taşmalara neden olabileceği hesaba katılmıyor.
Mesela, modern Batı tarihini belirleyen en önemli çatışmanın, o zamanın deyimi ile “komünizmle mücadele” olduğu dikkate alınmaz ve komünizm bir tarafa, “eşitlik” adına siyasi itirazların nasıl bertaraf edildiği gözlerden ırak tutulduğu için, doğan boşluğun sağ, milliyetçi, ırkçı tepkilerle doldurulması söz konusu olduğunda, “şaşırtıcı, akıl almaz” diye geliştirilmeye devam ediyor.
Mesela savaş sonrasından itibaren, siyasetin, bir kez daha “iyi ve kötünün mücadelesi” olarak tanımlanması, sorunların hep “kötü” güçlerin şaşırtıcı, akıl almaz ve bir nevi engellenemez hareketi olarak görülmeye devam edilmesine sebep oldu.
Kötülüğü kötülükle açıklamaya devam edildiği sürece, asıl meseleler sorgulanma dışı kalır, ama büyümelerini engellemek her zaman mümkün olmaz.
Liberal Batı demokrasileri de bu zeminden hareket ettiği için “düşmanları” ortalığı sardı.
Dahası, kötüler diye yaftalananların hep her toplumun garibanları olması size tuhaf gelmiyor mu?
Siz hiç ırkçı, yabancı düşmanı, “demokrasi düşmanı” ‘CEO’ gördünüz mü?
Gerçi şimdilerde Elon Musk bu tanımın içine sokuluyor ama o da başlı başına ayrı bir hikâye.
Bu “fakir olan haklıdır, faşist olması meşrudur” demek değil, sadece liberal demokrasilerin iki yüzlülüğünün göstergesidir demek daha doğru.
Vaktiyle, ünlü İtalyan yönetmen Pasolini, 68 gençlik olayları sırasında, “bunlar burjuva çocukları, onları döven polisler ise yoksul çocukları” diye bir çıkış yaptığında neredeyse lanetlenmişti.
Oysa hiç de yabana atılmayacak bir sorudan yola çıkıyordu.
Hollanda’da son seçimi vesile ederek başladık; bu ülkenin, çok kültürlülük siyasetinin öncülerinden biri olduğunu da hatırlamakta fayda var.
“Çok kültürlülük”, bir zamanlar liberal siyaset söyleminin, çok tartışmalı ama en popüler kavramlarından biriydi.
Neo-liberal ekonomi-politiği cilalamaktan öte karşılığı olmayan diğerleri gibi, toplumsal çatışmaları dönüştürücü değil, üzerlerini örtmekten öte bir işlevi olmadığı böylece görülmüş oldu.
Diğer taraftan, Hollanda’da uyuşturucunun serbest olması gibi serbestiyet (liberitarian) siyasetleri ve kültürünün, siyasi liberalizm ve demokratik kültürle farklı şeyler olduğunu anlamak için de iyi bir fırsat.
Tabii ki dünyada olan biteni sahiden anlamaya çalışıyorsak.
.
Nuray Mert, dikGAZETE.com
Hollanda’nın seçimi ve asıl sorulması gerekenler: Bu kaçıncı deprem, ne bu şaşkınlık?
Hollanda’da son seçimin galibinin, Geert Wilders liderliğinde “aşırı sağ” parti olması bir kez daha aynı teraneler ile karşılandı. “Siyasi deprem”, “Avrupa’ya uyarı”, “liberal ülkede şaşırtan gelişme”, “popülizm yükseliyor”, bu ifadeler ve benzerleri ortalığı kapladı.
Sorulması gereken asıl soru şunlar: Bu kaçıncı deprem, bu kaçıncı uyarı, sahi popülizmin aslı faslı ne, hangi liberal ülke, bu ne şaşkınlık?
Fransa’da “aşırı sağ”ın yükselişi, en az yirmi senedir tartışılıyor; işin içinden iki turlu seçimlerin “koruyucu kalkanı” ile çıkılıyor.
İtalya’yı, yıllarca popülist Berlusconi yönetti, halihazırda Mussoli’nin takipçilerinin başını çektiği hükümet yönetiyor.
Beyaz Zambaklar ülkesi İsveç’te bile 2022’de aşırı sağcı olarak tanımlanan İsveç Demokratları’nın dışardan desteklediği sağ koalisyon kuruldu.
Almanya’da, aşırı sağ partinin oyları arttıkça artıyor.
Bu arada, aşırı sağ yok ama, Britanya Avrupa Birliği’ni terk etti.
İki binli yıllarda “popülizm” üzerine yüzlerce kitap, binlerce yorum yazıldı, çizildi, hala “şaşkınlık” devam ediyor.
Olan biten gerçekten bu denli işin içinden çıkılmaz, akıl almaz gelişmeler mi?
Veya bu neyin aklı?
Belki, her şeyden önce, İkinci Dünya Savaşı sonrası liberal tarih yazımcılığının çizdiği “Avrupa” ve dahası “Batı demokrasileri” portresini sorgulamakla işe başlamak gerekiyor.
Aslında, bu tarih anlatısı ve bu zeminde şekillenen liberal siyasi söylemler, savaş sonrasından ziyade, belli bir savaş öncesi değerlendirmesinden yola çıkıyor.
Bu anlatıda, faşizmin ve Nazizmin yükselişi, tıpkı bugünkü gibi tahmin edilemez, şaşırtıcı bir gelişmenin sonucu olarak okunur.
İkinci Dünya Savaşı’nın faşizme karşı özgürlük ve demokrasi mücadelesi olduğu, Batı demokrasilerinin bu savaşın galibi olarak faşizmi yendiği anlatılır.
Söz konusu olan, Almanya’nın yenilgisinin Stalin yönetiminde Sovyetler Birliği’ne borçlu olunduğu gerçeğinin göz ardı edildiği bir tarih anlatısı.
Savaş sonrası Batı Avrupa’nın ABD tarafından yeniden inşa edildiği, sözkonusu olanın sadece yıkılan Avrupa’nın ekonomik inşası değil, siyasi inşası olduğu gerçeğinin kurcalanmaktan kaçınıldığı anlatı.
Sonra, savaş esnasında tarafsız kalan İspanya’nın kendi savaşını öncesinden iç savaş olarak yaşadığı ve savaş sonrası 1975’e kadar faşist General Franco tarafından yönetildiği, Fransa’nın toparlanması için otoriter General De Gaulle’ün iş başına çağrıldığı, İtalya’da Komünist Partinin önünü kesmek için, daha sonra Gladio denen karanlık yapının devreye sokulduğu gibi “uygunsuz gerçekler”in söz konusu edilmediği anlatı.
Daha neler neler, asıl hikâyenin bir de ABD boyutu var ama uzatmayalım bu bir tarih metni değil.
“İyi de bunların bugünlerde olanlar ile ne alakası var?” diyeceksiniz.
Çok alakası var.
Şöyle ki; öncelikle istediğiniz kadar geçmişe dair gerçeklerin hoşunuza gitmeyen kısmını örtmeye çalışın, bir noktada hortlamaları kaçınılmaz olur.
Mesela Batı Avrupa demokrasileri, Nazizmin önünü açtığı, etnik olarak büyük ölçüde türdeşleşmiş toplumlarda kuruldu.
Sonuçta, Batı demokrasilerinin farklılıkları barış içinde yaşatma iddiasının, göçmen baskısı ile çöküşe geçmesine çok da şaşırmamak lazım.
Ama daha önemlisi Nazizm ve faşizmin, zamanında liberal ekonomi politik ile ilişkisi görmezden gelinince, liberal ekonomiler zora girdiğinde, bu ölçekte olmasa da, yeniden bu tür taşmalara neden olabileceği hesaba katılmıyor.
Mesela, modern Batı tarihini belirleyen en önemli çatışmanın, o zamanın deyimi ile “komünizmle mücadele” olduğu dikkate alınmaz ve komünizm bir tarafa, “eşitlik” adına siyasi itirazların nasıl bertaraf edildiği gözlerden ırak tutulduğu için, doğan boşluğun sağ, milliyetçi, ırkçı tepkilerle doldurulması söz konusu olduğunda, “şaşırtıcı, akıl almaz” diye geliştirilmeye devam ediyor.
Mesela savaş sonrasından itibaren, siyasetin, bir kez daha “iyi ve kötünün mücadelesi” olarak tanımlanması, sorunların hep “kötü” güçlerin şaşırtıcı, akıl almaz ve bir nevi engellenemez hareketi olarak görülmeye devam edilmesine sebep oldu.
Kötülüğü kötülükle açıklamaya devam edildiği sürece, asıl meseleler sorgulanma dışı kalır, ama büyümelerini engellemek her zaman mümkün olmaz.
Liberal Batı demokrasileri de bu zeminden hareket ettiği için “düşmanları” ortalığı sardı.
Dahası, kötüler diye yaftalananların hep her toplumun garibanları olması size tuhaf gelmiyor mu?
Siz hiç ırkçı, yabancı düşmanı, “demokrasi düşmanı” ‘CEO’ gördünüz mü?
Gerçi şimdilerde Elon Musk bu tanımın içine sokuluyor ama o da başlı başına ayrı bir hikâye.
Bu “fakir olan haklıdır, faşist olması meşrudur” demek değil, sadece liberal demokrasilerin iki yüzlülüğünün göstergesidir demek daha doğru.
Vaktiyle, ünlü İtalyan yönetmen Pasolini, 68 gençlik olayları sırasında, “bunlar burjuva çocukları, onları döven polisler ise yoksul çocukları” diye bir çıkış yaptığında neredeyse lanetlenmişti.
Oysa hiç de yabana atılmayacak bir sorudan yola çıkıyordu.
Hollanda’da son seçimi vesile ederek başladık; bu ülkenin, çok kültürlülük siyasetinin öncülerinden biri olduğunu da hatırlamakta fayda var.
“Çok kültürlülük”, bir zamanlar liberal siyaset söyleminin, çok tartışmalı ama en popüler kavramlarından biriydi.
Neo-liberal ekonomi-politiği cilalamaktan öte karşılığı olmayan diğerleri gibi, toplumsal çatışmaları dönüştürücü değil, üzerlerini örtmekten öte bir işlevi olmadığı böylece görülmüş oldu.
Diğer taraftan, Hollanda’da uyuşturucunun serbest olması gibi serbestiyet (liberitarian) siyasetleri ve kültürünün, siyasi liberalizm ve demokratik kültürle farklı şeyler olduğunu anlamak için de iyi bir fırsat.
Tabii ki dünyada olan biteni sahiden anlamaya çalışıyorsak.
.
Nuray Mert, dikGAZETE.com