Kirazın sapı, üzümün çöpü

Kirazın sapı, üzümün çöpü

Kirazın sapı, üzümün çöpü Kirazın sapı, üzümün çöpü

Başlığa bakmayın, ben de durumun bu kadar basit olmadığının fazlasıyla farkındayım. ‘Millet İttifakı’na, tek tek partiler olarak da ayrı ayrı partiler olarak da toplu bir muhalefet cephesi olarak da, pek çok konuda itirazım var. Ama tarih bize her zaman, hatta hiçbir zaman kafamıza yatan ve yatmayanlar arasında seçim yapma şansı tanımıyor.

Siyasi duruşumuzu belirleyen insanlık adına ideallerimiz. Ama, siyasi dünya görüşümüz adına, belli bir tarihte, belli bir toplumda, belli koşullar altında, siyasi bir seçim yapmak zorunda olduğumuza göre, öncelikler listesi yapmak zorundayız.

Türkiye’de 2023 Cumhurbaşkanlığı seçimi açısından bu öncelikli gündemin otoriter bir tek parti yönetimine son vermek olduğunu düşünenlerdenim.

Bu çerçevede, ‘Millet İttifakı’nın adayının kim olması gerektiği tartışmasının da bir an önce bitmesinde yarar var. Bu saatten sonra, mesele ‘seçilebilir aday’ değil, belirlenen adayın seçilmesi için çaba sarfetmek olmalı. 

Şu ana kadar öne çıkan isim Kılıçdaroğlu olduğuna göre, aday olmalı ve iktidara itirazı olan herkes bu adaylığı desteklemeli.

CHP’ye tarihi veya güncel itirazı olanlar varsa, muhafazakâr biri, ortak aday olursa ona da tarihi veya güncel itirazı olanlar olacak.

Hâlâ, geçmişte, “Abdullah Gül ortak aday olsaydı, Erdoğan kaybederdi” diye düşünenler var, ama aslında öyle bir ihtimal hiç olmamıştı, malum Ekmeleddin İhsanoğlu formülü de tutmadı.

Mevcut koşullar altında, ya mevcut iktidar tablosuna itirazı olan muhafazakârlar da Altılı Masa’yı beğenmeyen Kürtler ve solcular da öncelikli olan hesabı yaparak seçim yapacaklar, ya da zaten bu seçim kaybedilecek. 

Kılıçdaroğlu, muhafazakâr seçmen nezdinde “eski CHP zihniyeti”nin temsilcisi olmadığını göstermek için elinden geleni yaptı, bu konuda tereddüdü olan seçmen zaten AK Parti iktidarından çok da şikayetçi değil demektir. 

Bu da bir ihtimaldir, ama bu çeşit seçmen ikna edilecek diye daha fazla yapılacak bir şey yok gibi görünüyor.

Kürt siyaseti ve ona destek veren sol çevrelere gelince, sonu felaket olacağı baştan belli, yargı reformunademokratikleşme’ adına “yetmez ama evet” diyenlerin, Millet İttifakı’na “yetmez, o halde hayır” demesini anlaşılır bulmuyorum. 

HDP eş başkanı Mithat Sancar, bunlardan biriydi, ‘hayır’ diyenlere söylemedik söz bırakmamıştı. Hatta benim gibi “bu yargı reformu yargıyı bağımsız kılmak bir yana, yürütmenin emri altına sokar” diyenlere, “faydasız doğrular” diye karşı çıkıyordu.

Bugüne kadar “yetmez ama evet”çilere o kadar yüklenildi ki, bu konuyu hatırlatmaktan mümkün mertebe uzak durdum. Ama, ‘yetti’ demek isterim. 

Mevcut otoriter rejime gidiş açısından bu denli önemli bir adımda, mevcut iktidar partisine bu denli güçlü destek verenlerin, Altılı Masa’nın mutabakat metnine, ‘yetmezlik’ açısından itiraz etmek konusunda biraz mahcup olması gerekiyor.

Konu sadece “yetmez ama evet”çiler değil elbette, sol veya emek siyasetleri açısından ‘Millet İttifakı’na itiraz edenler sonuna kadar haklı olabilir, ama onlar da toplumsal karşılığı olmayan parti ve çevreler oldukları gerçeğini kabul edip, ona göre davranmak zorunda. 

Yüksek sesle, “Hesap soracağız” demekle hesap sorulmuyor, hesap soracak bir desteğe ulaşmak gerekiyor. Aksi takdirde siyaset yapılmış olmuyor, siyasetçilik oynanmış oluyor.

Söz konusu olan, Türkiye’de üçüncü tek parti dönemine son vermek, demokrasi mücadelesi için asgari bir zeminin açılmasını sağlamak. “Üçüncü tek parti dönemi” diyorum, çünkü malum, Cumhuriyet rejiminin kuruluşu ardından bir tek parti dönemi yaşandı, bir ihtilal rejimi olmasına rağmen bu tek parti döneminden kavgasız dövüşsüz çok partili döneme geçilebildi.

Ben ardından gelen DP iktidarına da “ikinci tek parti dönemi” diyorum, zira DP iktidarı da hızla otoriter bir rejime dönüşe tanık olmuştu. Maalesef bu dönem, askeri darbe ile, yani doğrudan demokratik rejimden çıkış ile sona erdi. 

AK Parti iktidarının yirmi yıllık serüveni de yeni bir tek parti rejiminin kurulması ve Cumhurbaşkanlığı sistemi ile kurumsallaşmasına sahne oldu. 

Öncelikle, bu tek parti rejiminden demokratik yoldan kurtulmamız gerekiyor. 

Önümüzdeki seçim, bu süreç açısından son şans, bu gerçeği görmezden gelmenin maliyeti büyük olacak.

.

Nuray Mert, dikGAZETE.com

Başlığa bakmayın, ben de durumun bu kadar basit olmadığının fazlasıyla farkındayım. ‘Millet İttifakı’na, tek tek partiler olarak da ayrı ayrı partiler olarak da toplu bir muhalefet cephesi olarak da, pek çok konuda itirazım var. Ama tarih bize her zaman, hatta hiçbir zaman kafamıza yatan ve yatmayanlar arasında seçim yapma şansı tanımıyor.

Siyasi duruşumuzu belirleyen insanlık adına ideallerimiz. Ama, siyasi dünya görüşümüz adına, belli bir tarihte, belli bir toplumda, belli koşullar altında, siyasi bir seçim yapmak zorunda olduğumuza göre, öncelikler listesi yapmak zorundayız.

Türkiye’de 2023 Cumhurbaşkanlığı seçimi açısından bu öncelikli gündemin otoriter bir tek parti yönetimine son vermek olduğunu düşünenlerdenim.

Bu çerçevede, ‘Millet İttifakı’nın adayının kim olması gerektiği tartışmasının da bir an önce bitmesinde yarar var. Bu saatten sonra, mesele ‘seçilebilir aday’ değil, belirlenen adayın seçilmesi için çaba sarfetmek olmalı. 

Şu ana kadar öne çıkan isim Kılıçdaroğlu olduğuna göre, aday olmalı ve iktidara itirazı olan herkes bu adaylığı desteklemeli.

CHP’ye tarihi veya güncel itirazı olanlar varsa, muhafazakâr biri, ortak aday olursa ona da tarihi veya güncel itirazı olanlar olacak.

Hâlâ, geçmişte, “Abdullah Gül ortak aday olsaydı, Erdoğan kaybederdi” diye düşünenler var, ama aslında öyle bir ihtimal hiç olmamıştı, malum Ekmeleddin İhsanoğlu formülü de tutmadı.

Mevcut koşullar altında, ya mevcut iktidar tablosuna itirazı olan muhafazakârlar da Altılı Masa’yı beğenmeyen Kürtler ve solcular da öncelikli olan hesabı yaparak seçim yapacaklar, ya da zaten bu seçim kaybedilecek. 

Kılıçdaroğlu, muhafazakâr seçmen nezdinde “eski CHP zihniyeti”nin temsilcisi olmadığını göstermek için elinden geleni yaptı, bu konuda tereddüdü olan seçmen zaten AK Parti iktidarından çok da şikayetçi değil demektir. 

Bu da bir ihtimaldir, ama bu çeşit seçmen ikna edilecek diye daha fazla yapılacak bir şey yok gibi görünüyor.

Kürt siyaseti ve ona destek veren sol çevrelere gelince, sonu felaket olacağı baştan belli, yargı reformunademokratikleşme’ adına “yetmez ama evet” diyenlerin, Millet İttifakı’na “yetmez, o halde hayır” demesini anlaşılır bulmuyorum. 

HDP eş başkanı Mithat Sancar, bunlardan biriydi, ‘hayır’ diyenlere söylemedik söz bırakmamıştı. Hatta benim gibi “bu yargı reformu yargıyı bağımsız kılmak bir yana, yürütmenin emri altına sokar” diyenlere, “faydasız doğrular” diye karşı çıkıyordu.

Bugüne kadar “yetmez ama evet”çilere o kadar yüklenildi ki, bu konuyu hatırlatmaktan mümkün mertebe uzak durdum. Ama, ‘yetti’ demek isterim. 

Mevcut otoriter rejime gidiş açısından bu denli önemli bir adımda, mevcut iktidar partisine bu denli güçlü destek verenlerin, Altılı Masa’nın mutabakat metnine, ‘yetmezlik’ açısından itiraz etmek konusunda biraz mahcup olması gerekiyor.

Konu sadece “yetmez ama evet”çiler değil elbette, sol veya emek siyasetleri açısından ‘Millet İttifakı’na itiraz edenler sonuna kadar haklı olabilir, ama onlar da toplumsal karşılığı olmayan parti ve çevreler oldukları gerçeğini kabul edip, ona göre davranmak zorunda. 

Yüksek sesle, “Hesap soracağız” demekle hesap sorulmuyor, hesap soracak bir desteğe ulaşmak gerekiyor. Aksi takdirde siyaset yapılmış olmuyor, siyasetçilik oynanmış oluyor.

Söz konusu olan, Türkiye’de üçüncü tek parti dönemine son vermek, demokrasi mücadelesi için asgari bir zeminin açılmasını sağlamak. “Üçüncü tek parti dönemi” diyorum, çünkü malum, Cumhuriyet rejiminin kuruluşu ardından bir tek parti dönemi yaşandı, bir ihtilal rejimi olmasına rağmen bu tek parti döneminden kavgasız dövüşsüz çok partili döneme geçilebildi.

Ben ardından gelen DP iktidarına da “ikinci tek parti dönemi” diyorum, zira DP iktidarı da hızla otoriter bir rejime dönüşe tanık olmuştu. Maalesef bu dönem, askeri darbe ile, yani doğrudan demokratik rejimden çıkış ile sona erdi. 

AK Parti iktidarının yirmi yıllık serüveni de yeni bir tek parti rejiminin kurulması ve Cumhurbaşkanlığı sistemi ile kurumsallaşmasına sahne oldu. 

Öncelikle, bu tek parti rejiminden demokratik yoldan kurtulmamız gerekiyor. 

Önümüzdeki seçim, bu süreç açısından son şans, bu gerçeği görmezden gelmenin maliyeti büyük olacak.

.

Nuray Mert, dikGAZETE.com