Muhalefetin ‘Alice Harikalar Diyarı’
Muhalefetin ‘Alice Harikalar Diyarı’
- 06-11-2022 01:11
- 3985
- 06-11-2022 01:11
- 3985
Kılıçdaroğlu’nun ABD gezisi, iktidar çevrelerinde her konu olduğu gibi polemik konusu oldu. Bu nedenle bir şey yazmak istemedim; ardından İngiltere gezisi geldi, neyse ki bu gezi, daha iyi takdim edildi.
Seçim sürecinde, ana muhalefet partisi genel başkanının her yaptığı, doğal olarak fazlasıyla dikkatimizi çekiyor.
Bu çerçevede, benim gözüme takılan husus, Kılıçdaroğlu’nun biraz “Alice Harikalar Diyarında” görüntüsü vermesi oldu.
İngiltere’de ‘temiz sermaye’, ‘yeşil yatırım’ arayışları iyi güzel de Ukrayna savaşından sonra, Almanya Yeşiller Partisi bile nükleer santrallere itirazdan vazgeçti. Bu gelişmeyi insanlığın geleceği açısından son derece kaygı verici bulanlardanım, ama durum bu.
Hâl bu iken, dünyada olan bitenden kopuk söylemler, tüm muhalefet çevresi için geçerli; bu çevre, dünyada olan bitenden biraz habersiz gibi.
Öncelikle, tüm dünyada neo-liberal ekonomi politik derin bir kriz yaşıyor; gerçi, ABD gezisi esnasında Kılıçdaroğlu bu konuya değinir gibi oldu ama bu krizin sonuçları ve bizim gibi ülkeler için etkisi konusu biraz havada kaldı.
Ekonomisi güçlü Batı dünyası da dahil olmak üzere, bu krizin siyasi sonuçlarından biri, popülist ve özellikle sağ popülist parti ve rejimlerin güçlenmesi.
Pandemi, ekonomik krizi derinleştirirken, Ukrayna savaşı tuz biber oldu, küreselleşme efsanesi çöktü, dahası popülist rejimler, Rusya karşısında ABD yanında yer aldıkları ölçüde kıymete bindi.
Ekonomik ve siyasal ezberler bozuldu.
Mesela, Merkez bankalarının bağımsızlığı tartışma konusu olmaya başladı.
Mesela, tüm dünyada, yükselen enflasyonla mücadele ile ekonomik büyüme siyasetleri arasında denge tutturmak zorlaştı.
Truss’ı koltuğundan eden, bu zorluğu, radikal bir çıkışla ekonomik büyümeden yana bir modeli ile aşma çabası oldu.
Bunlar, biz siyaset yorumcularının da izleyebildiği kaba hatlar, daha incesini ekonomistler daha iyi değerlendirebilir, ama ekonomi ve siyaset arasındaki ilişkileri göz ardı etmeden.
Hâl böyle iken, muhalif yorumculardan, “dünyada da enflasyon var, ama gelişmiş ülkelerde, buna karşı aklın, bilimin yolunu izliyorlar” (kısaca faiz artışı) gibi çıkışlar duymak, muhalefet adına umut kırıcı.
Türkiye’de yirmi yılı aşkın süredir ülkeyi yöneten bir iktidarın ekonomiyi getirdiği hâli eleştirmekten doğal bir şey olamaz, ancak bunu yaparken dünyada olan bitenden habersiz olmak, muhalefetin etkinliğini zayıflatıyor.
“Faiz arttırın”dan ibaret bir ekonomi tavsiyesinden, “narko-ekonomi” iddiasına varan bir muhalefetin toplumsal karşılığı olmuyor, kamuoyu yoklamalarından da görüyorsunuz.
Cumhurbaşkanı önderliğinde, düşük faiz siyaseti, ne onun iddia ettiği gibi ne de muhalefetin sandığı gibi, dini gerekçeli bir siyaset değil, bu yolla ekonomik canlanma yaratma beklentisine dayalı bir siyasi tercihti.
Tutar tutmaz, tartışılır ama, bu tercihin karşısına çıkarılacak itiraz, neo-liberal ekonomi ezberleri doğrultusunda “ekonomi biliminin gerekleri” tezi olamaz, o tezler dünyanın her yerinde çöktü, o kadar ki IMF, Truss’ı, aşırı liberal ekonomi paketinin siyasal-toplumsal sürdürülemezliği çerçevesinde uyardı.
İngiltere’de yeni- Keynescilikten söz edilmeye başlandı, sermaye çevreleri İşçi Partisi’ni destekleme noktasına geldi. Bu, bizim gibi ülkelerde, liberal ekonomik modellerin, sağ popülist ekonomik yardım siyasetleri (veya başka bir deyişle ‘sadaka ekonomisi’) eşliğinde uygulanarak, siyasi karşılık bulmasına tekabül ediyor.
Muhalefetin ekonomi politikalarını eleştirirken, neo-liberal ezberler yerine, ekonomi politikası tercihlerine, bu tercihlerin toplumun hangi kesimlerine kazandırıp, hangilerine kaybettirdiği açısından yaklaşmaları beklenir.
Yüksek faiz diye tutturmanın, alternatif olarak savunulabilecek ‘toplumcu’ bir ekonomik siyasetle ilgisi olamaz.
Diğer taraftan, iktidarın yoksulluk sorununa cevap olarak uyguladığı ‘sadaka ekonomisi’ ve/veya siyasi destek karşılığı ekonomik yardım siyasetini, vatandaşı suçlar şekilde (‘oylarını üç kuruş için satıyorlar’ söylemi) değerlendirmek yerine, çarenin bu değil, emekten yana siyasetler olduğunun vurgulanmasında fayda var.
İş cinayetleri konusunda olduğu gibi Türkiye’de olan biteni ilk kez oluyormuş gibi yapmanın da alemi yok.
Bu ülkede hiçbir zaman emekten, işçi güvenliğinden yana siyasetler rağbet görmedi, mevcut iktidara muhalefet adına geçmişi temize çekmenin alemi yok. Alemi olmadığı gibi, karşılığı da olmuyor.
Şöyle ki, AK Parti öncesi, iş cinayetlerine ‘kader planı’ diyen olmamıştı, ama bu konularda duyarsızlık, seçmeni bu işlerin kader meselesi olduğuna inandıracak şekilde seyrediyordu. Geçmişte bu konulara duyarsız kalanların muhalefet adına bugün estirdikleri hava, belki de bu nedenle, AK Parti’ye yakın hissedenler tarafından sadece “AK Parti düşmanlığı” olarak algılanmaya devam ediyor.
Muhalefetin bir yandan neo-liberal ezberleri, diğer yandan emek politikalarını seslendirmesi inandırıcılık sorunu yaratıyor.
Yok, CHP ve müttefiklerinin sosyalist partiye dönüşmesini beklemiyorum, sadece daha etkin bir ses çıkarmanın yolunun, mevcut savrukluktan kurtulmak olduğunu düşünüyorum.
.
Nuray Mert, dikGAZETE.com
Kılıçdaroğlu’nun ABD gezisi, iktidar çevrelerinde her konu olduğu gibi polemik konusu oldu. Bu nedenle bir şey yazmak istemedim; ardından İngiltere gezisi geldi, neyse ki bu gezi, daha iyi takdim edildi.
Seçim sürecinde, ana muhalefet partisi genel başkanının her yaptığı, doğal olarak fazlasıyla dikkatimizi çekiyor.
Bu çerçevede, benim gözüme takılan husus, Kılıçdaroğlu’nun biraz “Alice Harikalar Diyarında” görüntüsü vermesi oldu.
İngiltere’de ‘temiz sermaye’, ‘yeşil yatırım’ arayışları iyi güzel de Ukrayna savaşından sonra, Almanya Yeşiller Partisi bile nükleer santrallere itirazdan vazgeçti. Bu gelişmeyi insanlığın geleceği açısından son derece kaygı verici bulanlardanım, ama durum bu.
Hâl bu iken, dünyada olan bitenden kopuk söylemler, tüm muhalefet çevresi için geçerli; bu çevre, dünyada olan bitenden biraz habersiz gibi.
Öncelikle, tüm dünyada neo-liberal ekonomi politik derin bir kriz yaşıyor; gerçi, ABD gezisi esnasında Kılıçdaroğlu bu konuya değinir gibi oldu ama bu krizin sonuçları ve bizim gibi ülkeler için etkisi konusu biraz havada kaldı.
Ekonomisi güçlü Batı dünyası da dahil olmak üzere, bu krizin siyasi sonuçlarından biri, popülist ve özellikle sağ popülist parti ve rejimlerin güçlenmesi.
Pandemi, ekonomik krizi derinleştirirken, Ukrayna savaşı tuz biber oldu, küreselleşme efsanesi çöktü, dahası popülist rejimler, Rusya karşısında ABD yanında yer aldıkları ölçüde kıymete bindi.
Ekonomik ve siyasal ezberler bozuldu.
Mesela, Merkez bankalarının bağımsızlığı tartışma konusu olmaya başladı.
Mesela, tüm dünyada, yükselen enflasyonla mücadele ile ekonomik büyüme siyasetleri arasında denge tutturmak zorlaştı.
Truss’ı koltuğundan eden, bu zorluğu, radikal bir çıkışla ekonomik büyümeden yana bir modeli ile aşma çabası oldu.
Bunlar, biz siyaset yorumcularının da izleyebildiği kaba hatlar, daha incesini ekonomistler daha iyi değerlendirebilir, ama ekonomi ve siyaset arasındaki ilişkileri göz ardı etmeden.
Hâl böyle iken, muhalif yorumculardan, “dünyada da enflasyon var, ama gelişmiş ülkelerde, buna karşı aklın, bilimin yolunu izliyorlar” (kısaca faiz artışı) gibi çıkışlar duymak, muhalefet adına umut kırıcı.
Türkiye’de yirmi yılı aşkın süredir ülkeyi yöneten bir iktidarın ekonomiyi getirdiği hâli eleştirmekten doğal bir şey olamaz, ancak bunu yaparken dünyada olan bitenden habersiz olmak, muhalefetin etkinliğini zayıflatıyor.
“Faiz arttırın”dan ibaret bir ekonomi tavsiyesinden, “narko-ekonomi” iddiasına varan bir muhalefetin toplumsal karşılığı olmuyor, kamuoyu yoklamalarından da görüyorsunuz.
Cumhurbaşkanı önderliğinde, düşük faiz siyaseti, ne onun iddia ettiği gibi ne de muhalefetin sandığı gibi, dini gerekçeli bir siyaset değil, bu yolla ekonomik canlanma yaratma beklentisine dayalı bir siyasi tercihti.
Tutar tutmaz, tartışılır ama, bu tercihin karşısına çıkarılacak itiraz, neo-liberal ekonomi ezberleri doğrultusunda “ekonomi biliminin gerekleri” tezi olamaz, o tezler dünyanın her yerinde çöktü, o kadar ki IMF, Truss’ı, aşırı liberal ekonomi paketinin siyasal-toplumsal sürdürülemezliği çerçevesinde uyardı.
İngiltere’de yeni- Keynescilikten söz edilmeye başlandı, sermaye çevreleri İşçi Partisi’ni destekleme noktasına geldi. Bu, bizim gibi ülkelerde, liberal ekonomik modellerin, sağ popülist ekonomik yardım siyasetleri (veya başka bir deyişle ‘sadaka ekonomisi’) eşliğinde uygulanarak, siyasi karşılık bulmasına tekabül ediyor.
Muhalefetin ekonomi politikalarını eleştirirken, neo-liberal ezberler yerine, ekonomi politikası tercihlerine, bu tercihlerin toplumun hangi kesimlerine kazandırıp, hangilerine kaybettirdiği açısından yaklaşmaları beklenir.
Yüksek faiz diye tutturmanın, alternatif olarak savunulabilecek ‘toplumcu’ bir ekonomik siyasetle ilgisi olamaz.
Diğer taraftan, iktidarın yoksulluk sorununa cevap olarak uyguladığı ‘sadaka ekonomisi’ ve/veya siyasi destek karşılığı ekonomik yardım siyasetini, vatandaşı suçlar şekilde (‘oylarını üç kuruş için satıyorlar’ söylemi) değerlendirmek yerine, çarenin bu değil, emekten yana siyasetler olduğunun vurgulanmasında fayda var.
İş cinayetleri konusunda olduğu gibi Türkiye’de olan biteni ilk kez oluyormuş gibi yapmanın da alemi yok.
Bu ülkede hiçbir zaman emekten, işçi güvenliğinden yana siyasetler rağbet görmedi, mevcut iktidara muhalefet adına geçmişi temize çekmenin alemi yok. Alemi olmadığı gibi, karşılığı da olmuyor.
Şöyle ki, AK Parti öncesi, iş cinayetlerine ‘kader planı’ diyen olmamıştı, ama bu konularda duyarsızlık, seçmeni bu işlerin kader meselesi olduğuna inandıracak şekilde seyrediyordu. Geçmişte bu konulara duyarsız kalanların muhalefet adına bugün estirdikleri hava, belki de bu nedenle, AK Parti’ye yakın hissedenler tarafından sadece “AK Parti düşmanlığı” olarak algılanmaya devam ediyor.
Muhalefetin bir yandan neo-liberal ezberleri, diğer yandan emek politikalarını seslendirmesi inandırıcılık sorunu yaratıyor.
Yok, CHP ve müttefiklerinin sosyalist partiye dönüşmesini beklemiyorum, sadece daha etkin bir ses çıkarmanın yolunun, mevcut savrukluktan kurtulmak olduğunu düşünüyorum.