Suçlu biz miyiz kader mi?

Suçlu biz miyiz kader mi?

Suçlu biz miyiz kader mi? Suçlu biz miyiz kader mi?

İnsan hayatında iki tür fiil var; biri irademize taalluk eder “İradi”, diğeri ise irademizi aşan “Izdırarı” fiillerdir. İnsanın netice itibariyle sorumlu olduğu fiiller iradesinin alanına girenlerdir. İradesini aşan fiillerden ise insan sorumlu değildir.

Hayat ve ölüm insanın iradesine bağlı birer fiil değildir. 

Hayat ve ölüm tamamıyla Allah’ın takdirindedir. Âlemlerin Rabbi ve ilahı olan Allah (cc) kime ne zaman hayat vereceğini ve o hayatı ne zaman ölüm denen vaka ile alacağını sormamıştır ve sormaz da.

“Mutlak hükümranlık elinde olan Allah aşkındır, cömerttir ve O’nun her şeye gücü yeter. Hanginizin davranışça daha iyi olduğunu deneyerek göstermek için ölümü ve hayatı yaratan O’dur. O, güçlüdür, çok bağışlayıcıdır.” (Mülk 1-2)

Bu genel ölçüler içinde ölüm hadisesi insan iradesine bağlı olmayan bir fiildir ve netice itibariyle insan ölüm vakasından sorumlu tutulamaz. 

İnsanın bir ölümden sorumlu tutulabilmesi için o ölüme sebep olan fiillerden birini iradesiyle işlemesi gerekir. Mesela bir ev yaparken demirden çalar, kalitesiz çimento kullanır ve sonunda o bina yıkılarak birileri ölürse o insan ölümden sorumludur ve cezasını çekmelidir. 

Yine 100 kilometre hız ile gidilecek yolda 300 kilometre hız yaparak kaza geçirip ölen veya birini öldüren kişi suçludur. Böyle bir olayda ölüme sebep olan insan sorumlu olsa da ölen insan iradesini aşan bir fiille karşı karşıya kaldığı için kaderini yani insanı yaratanın ona biçtiği ömrü bitirmiş demektir.

Kur’an’ın bize öğrettiği itikadi esaslara göre her fiilin faili Allah’tır. Bütün hükümler Allah’a aittir. Hükmünde kimseyi ortak yapmamıştır.

Yaratma noktasında bütün fiillerin sahibi Allah’tır. Ancak isteme noktasında irade sahibi varlıklar iradelerinin alanına giren hususlarda sorumludur. Mesela insan kötülüğü ister, Allah kötülüğü yaratır. O kötülük neticesinde başına gelenler onun kaderi sayılır ve sorumludur.

Dünyaya gelen her insan bir kader programına tabidir.

İnsanın ne yapacağını, başına ne geleceğini Yüce Allah ezeli ilminde biliyor. Ancak Allah’ın bilmiş olması, insanın o işi yapmasını zorlamaz. Çünkü Allah, insanın önüne seçenekler koymuştur. İnsan kendi iradesini kullanarak, hangi yolu tercih ederse, Allah onu yaratır. Dolayısıyla sorumlu olan insanın kendisidir. Ayrıca Allah’ın her şeyi ezeli ilmiyle bilmesi, onu yapan kimseyi sorumluluktan kurtarmaz. Çünkü istemek ve yaratmak nasıl ayrı ayrı fiillerse bilmek ile yapmak da farklı şeylerdir. 

Bir suçluyu bilen ve gören değil, o suçu işleyenin kendisi sorumludur.

“Biz, her bir insanın kaderini kendi çabasına bağlı kıldık. Nitekim Kıyamet günü onun önüne, dünyada yapıp ettiği her şeyi kayıtlı bulacağı bir kitap koyacak ve ‘Oku kitabını! Bugün hesap sorucu olarak sana nefsin yeter.’ diyeceğiz.” (İsra, 13-14)

İnsanlar iradeleri ile başlarına gelen hadiseleri “kaderim buymuş” diyerek yanlış bir inançla üzerinden atmak ister. Bu ayetler, insanın böyle bir durumda sorumluluktan kurtulamayacağını açık biçimde ortaya koymaktadır.

Yine insan iyiliği ister Allah, iyiliği yaratır ve sonuç o insanın kaderi olur. Yalnız burada unutmamamız gereken en büyük gerçek bu isteklerin insan iradesini aşmayan fiillerde olduğudur. 

Hayat, ölüm, kalbin çalışması, dünyanın dönmesi, yağmurun yağması, depremlerin olması, yanardağların patlaması, güneşin doğması vs. vs. fiiller insan iradesine bağlı değildir ve insan bu alanlarda meydana gelen hadiselerden sorumlu tutulamaz.

Deprem, tıpkı yanardağların patlaması ve yağmurun yağması gibi rahmettir. 

Onları yapan irade, kim bilir hangi hikmete dayalı olarak bu fiilleri gerçekleştirmektedir. 

İnsana düşen vazife, çalışarak bu hikmetleri çözmesidir. Bu fiillerde insanın sorumlu alanı fay hatlarının üzerine ve yapmak, yaptığı evi depreme dayanıklı yapmamak veya dere yataklarına ev yaparak tedbirsizlik yapmaktır.

Ölüm asla değişmez. Sonuç itibariyle Allah, bir kuluna ruh üfleyip can (hayat) verirken o ruhu koyduğu cesetten ne zaman çıkaracağını da takdir etmiştir. 

Biz ruhun cesede girmesine hayat derken, o ruhun cesetten çıkmasına da ölüm diyoruz.

Ölümün zahiri yönü insanı korkutuyor. Çünkü ölüm, insanı bu alemde bütün sevdiklerinden ayıran bir hadisedir. 

Zahiri olarak bize görünen odur. Ancak hakikatte ölüm, bir mekân değiştirmekten başka bir şey değildir. 

Bizler ezeli olarak Allah’ın ilminde vardık. Allah (cc), kâinatı ve içinde de insanı yaratmayı külli iradesiyle murat etti ve önce ruhlar âleminde yaratıldık. Yani bir anlamda ruhlar âlemine göçtük. Oradan da anne karnına doğduk. Anne karnından dünyaya ve dünyadaki zamanımız bitince de ahirete doğuyoruz. 

Ölümün zahir yüzüne göre değil de bu hakikate göre baktığımızda ölümün sadece bir mekân değiştirme olduğunu müşahede ediyoruz. Bize bu ufku Allah’a, kitabına, Resulüne ve ahirete iman esasları öğretiyor. 

İman nazarıyla ölüm hadisesine baktığımızda onun bir bitiş, bir yok oluş, bir kaybolma olmadığını aksine bir mekân değiştirme, önden giden başta Resul ve nebiler olmak üzere yüzbinlerce dosta kavuşma olduğunu görüyoruz. 

Ebedi âleme, gerçek vatanımıza kavuşma olduğunu müşahede ediyoruz. Bunu bize kazandıran imanla hayata bakış açımızdır.

Ölüme zahirde görünen yönüyle baktığımızda gerçekten de çok vahim olduğunu görürüz. Çünkü ahirete inanmayan insan için ölüm bir bitiştir, bir yok oluştur, bütün sevdiklerinden sonsuza kadar ayrılmaktır. Böyle bir bakış açısı, insanın aklının yitirilmesine sebep olur.  

Mesela ülkemizde tarihin en büyük depremlerinden birini yaşadık.

On binlerce kişi vefat ederken yüz binden fazla insan da yaralandı. Milyonlarca insan da kış gününde evsiz barksız kaldı. Olayın maddi boyutu ise gerçekten de çok büyük görünüyor. 

Bu hadiseyi, bize bakan zahiri yönüyle değerlendirdiğimizde çok korkunç bir manzara ile karşılaşıyoruz. Bir de buna ölümlere sebep olan yıkılmaların insan eliyle işlendiği görünen hatalardan dolayı olduğunu bilmemizi eklerseniz nasıl bir kahır içine düştüğümüzü biraz olsun idrak edebiliyoruz. 

İnsan iradesi ile alakalı böyle hataların, tedbirsizliklerin, hırsızlıkların bir cezası olduğunu düşünmemiz gayet normaldir.

Başta böyle bir sonuca sebep olan genel ve yerel idareciler olmak üzere yıkılan binaları yapanlar, onları denetlemeyenler ve o evleri satın alırken evlerin içine gösterdikleri özeni binaların zemin etütlerine, kullanılan demir ve malzemeye göstermeyenlerdir. On binlerce insanın ölümüne sebep olan katillerin sorumlulukları nispetinde cezalandırılmaları adalettir.

Meydana gelen hadiseye irademizi aşan külli irade nazarıyla baktığımızda ise karşımıza bambaşka bir manzara çıkmaktadır.

Hayatı takdir eden Allah (cc), ölenlerin bu dünyadan göçmelerini de irade etti ve depremi buna sebep olarak yarattı. Neticede ölenlerin hayatlarının ne zaman sona ereceğinin kararını onlara hayat veren Allah (cc) vermiştir. 

Yaratıcımızın takdirine kul olarak karışamayız. 

İnançlı insanlar olarak böyle bir olayda bize düşen Allah’ın yazdıklarına teslim olmak ve burada nasıl bir hikmet yattığını araştırmamızdır.

Benim gibi herkesin aklına şöyle bir soru geliyor:

Acaba sebepler dairesinde nasıl birer günahımız oldu ki Allah bize bakan yönüyle böyle büyük bir belayı yazdı?

Anadolu’da bir atasözü vardır: “Kul azmayınca Allah bela yazmaz!”

Aslında bu atasözü, “Başlarınıza gelen musibetler ellerinizle işlediğiniz günahlardan dolayıdır. Allah çoğunu da affeder.” (Şura, 30) ayetinin bir anlamda halk dilinde ifadesinden başka bir şey değildir.

Musibet’ kelimesi istenmeyen, kötü durumlar, felâketler” anlamına gelir. Ayette insanın başına gelen her musibetin kendi yapıp ettikleri yüzünden olduğu belirtilirken, gerek kâinattaki fizikî ve sosyal yasaları görmezden gelmesi ve gerekli önlemleri almaması, gerekse Allah’a isyan teşkil eden davranışlarda bulunması sebebiyle dünyada karşılaştığı sıkıntı, acı ve felâketlerin kendi kusurunun bir sonucu olduğuna dikkat etmesi istenmektedir. 

İnsana düşen, Allah’ın kâinata ve dünyamıza koyduğu yaratılış kanunlarına uygun yaşamaktır. O kanunları çiğnersek başımıza gelen belalara asla şaşırmamamız gerektiği ayette bize açık biçimde izah edilmektedir.

Allah (cc) ayetin sonunda, günahımız dolayısıyla başımıza gelen belaların bir kısmını affedeceğini bildiriyor.

Peki, hangilerini affedecek?

Bunu bizim araştırıp bilmemiz insan olmamızın olmazsa olmaz şartlarındandır.  

Allah (cc) bu ayette başımıza gelen musibetlerin ellerimizle işlediklerimizden dolayı başımıza geldiğini belirtmekle beraber, başka ayetlerde insanların bütün kusurlarının tamamından dolayı dünyada bire bir cezalandırılma yapmadığını, bazılarını ahirete bıraktığını anlıyoruz. Böyle olsaydı dünyada asla huzur olmaz ve her şey alt üst olurdu.

Netice itibariyle şunu açık biçimde bilmeliyiz ki; insan iradesine bağlı fiiller sebebiyle sebep olduğumuz yanlışlıkların sorumluluğunu kimsenin üzerine atamayız.

Ne yapayım kaderim böyleymiş.”, “Ben kader mahkûmuyum.” gibi akılla, mantıkla ve Kur’an’la izah edilemeyen değerlendirmeler bizi asla sorumluluktan kurtaramaz. Bize düşen Allah’ın bize bir hayat nizamı olarak veya kullanım kılavuzu şeklinde gönderdiği kâinat ve Kur’an yasalarına uymak, aklımızı ve irademizi çalıştırarak doğruyu bulmamızdır.

Aksi halde başımıza her zaman gelebilecek deprem gibi, yağmur/sel gibi, yanardağ patlaması gibi irademizi aşan yaratılış kanunlarından dolayı hep zarar görürüz. 

Zarar görmememiz için depremlere uygun binalar yapmak, yanardağların yakınlarına evler ve yerleşim yerleri inşa etmemek, dere yataklarına evler yaparak selde yıkılmalarına engel olmamaktır.

İşlediğimiz hatalardan ve yaptığımız yanlışlardan dolayı gördüğümüz zararların sorumluluğunu kadere atmak, kaderi anlamamak ve hâşâ Allah’ı suçlamaktır. 

Allah (cc) Rahman ve Rahim’dir; kuluna asla zulmetmez. 

Zahirde zulüm olarak görünen birçok hadise netice itibariyle büyük rahmettir. İnsanın bunu anlaması için hayatı, Kur’an’ın gösterdiği imanla ve o imanın nurlandırdığı akılla değerlendirmek yeterli olacaktır. 

Kur’an vahiyle nurlanan akla “Selim akıl” yani doğruyu bulmuş, hakikat yoluna girmiş akıl der. 

Böyle bir iman ve akılla hayata bakar ve hayatı yönlendirirsek asla yaptığımız binaları çürük yapmayız, dere yataklarına ev inşa etmeyiz. Trafik kurallarını çiğnemeyiz.

“Ey iman edenler! Allah’a, peygamberine, peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr eden kimse iyice sapıtmıştır.” (Nisa, 136)

İman edenleri yeniden iman etmeye çağıran ayetteki iman çağrısı, imana devam çağrısıdır. 

Yani iman ediyorsanız imanınızın gereği ne ise onu yerine getirin, aksine davranışlarda bulunmanız sizin imanınızı tehlikeye atar demektir.

Ayet, inananları kâmil manada iman etmeye ve imanın lazımı olan salih amelleri yerine getirmeye çağırmaktadır.

Gelin hep birlikte bu asrın en büyük musibetini vesile ederek yeniden iman tazeleyelim. 

İmanımızın ışığıyla akıl ve irademizle hayatımıza yön verelim. Verelim ki, depreme dayanıksız ev yapmak, dere yataklarına ev inşa etmek gibi akılsızlıkları yaparak zarar görmeyelim.

Ey iman edenler; gelin hep birlikte yeniden iman edelim.

.

Selim Çoraklı, dikGAZETE.com

İnsan hayatında iki tür fiil var; biri irademize taalluk eder “İradi”, diğeri ise irademizi aşan “Izdırarı” fiillerdir. İnsanın netice itibariyle sorumlu olduğu fiiller iradesinin alanına girenlerdir. İradesini aşan fiillerden ise insan sorumlu değildir.

Hayat ve ölüm insanın iradesine bağlı birer fiil değildir. 

Hayat ve ölüm tamamıyla Allah’ın takdirindedir. Âlemlerin Rabbi ve ilahı olan Allah (cc) kime ne zaman hayat vereceğini ve o hayatı ne zaman ölüm denen vaka ile alacağını sormamıştır ve sormaz da.

“Mutlak hükümranlık elinde olan Allah aşkındır, cömerttir ve O’nun her şeye gücü yeter. Hanginizin davranışça daha iyi olduğunu deneyerek göstermek için ölümü ve hayatı yaratan O’dur. O, güçlüdür, çok bağışlayıcıdır.” (Mülk 1-2)

Bu genel ölçüler içinde ölüm hadisesi insan iradesine bağlı olmayan bir fiildir ve netice itibariyle insan ölüm vakasından sorumlu tutulamaz. 

İnsanın bir ölümden sorumlu tutulabilmesi için o ölüme sebep olan fiillerden birini iradesiyle işlemesi gerekir. Mesela bir ev yaparken demirden çalar, kalitesiz çimento kullanır ve sonunda o bina yıkılarak birileri ölürse o insan ölümden sorumludur ve cezasını çekmelidir. 

Yine 100 kilometre hız ile gidilecek yolda 300 kilometre hız yaparak kaza geçirip ölen veya birini öldüren kişi suçludur. Böyle bir olayda ölüme sebep olan insan sorumlu olsa da ölen insan iradesini aşan bir fiille karşı karşıya kaldığı için kaderini yani insanı yaratanın ona biçtiği ömrü bitirmiş demektir.

Kur’an’ın bize öğrettiği itikadi esaslara göre her fiilin faili Allah’tır. Bütün hükümler Allah’a aittir. Hükmünde kimseyi ortak yapmamıştır.

Yaratma noktasında bütün fiillerin sahibi Allah’tır. Ancak isteme noktasında irade sahibi varlıklar iradelerinin alanına giren hususlarda sorumludur. Mesela insan kötülüğü ister, Allah kötülüğü yaratır. O kötülük neticesinde başına gelenler onun kaderi sayılır ve sorumludur.

Dünyaya gelen her insan bir kader programına tabidir.

İnsanın ne yapacağını, başına ne geleceğini Yüce Allah ezeli ilminde biliyor. Ancak Allah’ın bilmiş olması, insanın o işi yapmasını zorlamaz. Çünkü Allah, insanın önüne seçenekler koymuştur. İnsan kendi iradesini kullanarak, hangi yolu tercih ederse, Allah onu yaratır. Dolayısıyla sorumlu olan insanın kendisidir. Ayrıca Allah’ın her şeyi ezeli ilmiyle bilmesi, onu yapan kimseyi sorumluluktan kurtarmaz. Çünkü istemek ve yaratmak nasıl ayrı ayrı fiillerse bilmek ile yapmak da farklı şeylerdir. 

Bir suçluyu bilen ve gören değil, o suçu işleyenin kendisi sorumludur.

“Biz, her bir insanın kaderini kendi çabasına bağlı kıldık. Nitekim Kıyamet günü onun önüne, dünyada yapıp ettiği her şeyi kayıtlı bulacağı bir kitap koyacak ve ‘Oku kitabını! Bugün hesap sorucu olarak sana nefsin yeter.’ diyeceğiz.” (İsra, 13-14)

İnsanlar iradeleri ile başlarına gelen hadiseleri “kaderim buymuş” diyerek yanlış bir inançla üzerinden atmak ister. Bu ayetler, insanın böyle bir durumda sorumluluktan kurtulamayacağını açık biçimde ortaya koymaktadır.

Yine insan iyiliği ister Allah, iyiliği yaratır ve sonuç o insanın kaderi olur. Yalnız burada unutmamamız gereken en büyük gerçek bu isteklerin insan iradesini aşmayan fiillerde olduğudur. 

Hayat, ölüm, kalbin çalışması, dünyanın dönmesi, yağmurun yağması, depremlerin olması, yanardağların patlaması, güneşin doğması vs. vs. fiiller insan iradesine bağlı değildir ve insan bu alanlarda meydana gelen hadiselerden sorumlu tutulamaz.

Deprem, tıpkı yanardağların patlaması ve yağmurun yağması gibi rahmettir. 

Onları yapan irade, kim bilir hangi hikmete dayalı olarak bu fiilleri gerçekleştirmektedir. 

İnsana düşen vazife, çalışarak bu hikmetleri çözmesidir. Bu fiillerde insanın sorumlu alanı fay hatlarının üzerine ve yapmak, yaptığı evi depreme dayanıklı yapmamak veya dere yataklarına ev yaparak tedbirsizlik yapmaktır.

Ölüm asla değişmez. Sonuç itibariyle Allah, bir kuluna ruh üfleyip can (hayat) verirken o ruhu koyduğu cesetten ne zaman çıkaracağını da takdir etmiştir. 

Biz ruhun cesede girmesine hayat derken, o ruhun cesetten çıkmasına da ölüm diyoruz.

Ölümün zahiri yönü insanı korkutuyor. Çünkü ölüm, insanı bu alemde bütün sevdiklerinden ayıran bir hadisedir. 

Zahiri olarak bize görünen odur. Ancak hakikatte ölüm, bir mekân değiştirmekten başka bir şey değildir. 

Bizler ezeli olarak Allah’ın ilminde vardık. Allah (cc), kâinatı ve içinde de insanı yaratmayı külli iradesiyle murat etti ve önce ruhlar âleminde yaratıldık. Yani bir anlamda ruhlar âlemine göçtük. Oradan da anne karnına doğduk. Anne karnından dünyaya ve dünyadaki zamanımız bitince de ahirete doğuyoruz. 

Ölümün zahir yüzüne göre değil de bu hakikate göre baktığımızda ölümün sadece bir mekân değiştirme olduğunu müşahede ediyoruz. Bize bu ufku Allah’a, kitabına, Resulüne ve ahirete iman esasları öğretiyor. 

İman nazarıyla ölüm hadisesine baktığımızda onun bir bitiş, bir yok oluş, bir kaybolma olmadığını aksine bir mekân değiştirme, önden giden başta Resul ve nebiler olmak üzere yüzbinlerce dosta kavuşma olduğunu görüyoruz. 

Ebedi âleme, gerçek vatanımıza kavuşma olduğunu müşahede ediyoruz. Bunu bize kazandıran imanla hayata bakış açımızdır.

Ölüme zahirde görünen yönüyle baktığımızda gerçekten de çok vahim olduğunu görürüz. Çünkü ahirete inanmayan insan için ölüm bir bitiştir, bir yok oluştur, bütün sevdiklerinden sonsuza kadar ayrılmaktır. Böyle bir bakış açısı, insanın aklının yitirilmesine sebep olur.  

Mesela ülkemizde tarihin en büyük depremlerinden birini yaşadık.

On binlerce kişi vefat ederken yüz binden fazla insan da yaralandı. Milyonlarca insan da kış gününde evsiz barksız kaldı. Olayın maddi boyutu ise gerçekten de çok büyük görünüyor. 

Bu hadiseyi, bize bakan zahiri yönüyle değerlendirdiğimizde çok korkunç bir manzara ile karşılaşıyoruz. Bir de buna ölümlere sebep olan yıkılmaların insan eliyle işlendiği görünen hatalardan dolayı olduğunu bilmemizi eklerseniz nasıl bir kahır içine düştüğümüzü biraz olsun idrak edebiliyoruz. 

İnsan iradesi ile alakalı böyle hataların, tedbirsizliklerin, hırsızlıkların bir cezası olduğunu düşünmemiz gayet normaldir.

Başta böyle bir sonuca sebep olan genel ve yerel idareciler olmak üzere yıkılan binaları yapanlar, onları denetlemeyenler ve o evleri satın alırken evlerin içine gösterdikleri özeni binaların zemin etütlerine, kullanılan demir ve malzemeye göstermeyenlerdir. On binlerce insanın ölümüne sebep olan katillerin sorumlulukları nispetinde cezalandırılmaları adalettir.

Meydana gelen hadiseye irademizi aşan külli irade nazarıyla baktığımızda ise karşımıza bambaşka bir manzara çıkmaktadır.

Hayatı takdir eden Allah (cc), ölenlerin bu dünyadan göçmelerini de irade etti ve depremi buna sebep olarak yarattı. Neticede ölenlerin hayatlarının ne zaman sona ereceğinin kararını onlara hayat veren Allah (cc) vermiştir. 

Yaratıcımızın takdirine kul olarak karışamayız. 

İnançlı insanlar olarak böyle bir olayda bize düşen Allah’ın yazdıklarına teslim olmak ve burada nasıl bir hikmet yattığını araştırmamızdır.

Benim gibi herkesin aklına şöyle bir soru geliyor:

Acaba sebepler dairesinde nasıl birer günahımız oldu ki Allah bize bakan yönüyle böyle büyük bir belayı yazdı?

Anadolu’da bir atasözü vardır: “Kul azmayınca Allah bela yazmaz!”

Aslında bu atasözü, “Başlarınıza gelen musibetler ellerinizle işlediğiniz günahlardan dolayıdır. Allah çoğunu da affeder.” (Şura, 30) ayetinin bir anlamda halk dilinde ifadesinden başka bir şey değildir.

Musibet’ kelimesi istenmeyen, kötü durumlar, felâketler” anlamına gelir. Ayette insanın başına gelen her musibetin kendi yapıp ettikleri yüzünden olduğu belirtilirken, gerek kâinattaki fizikî ve sosyal yasaları görmezden gelmesi ve gerekli önlemleri almaması, gerekse Allah’a isyan teşkil eden davranışlarda bulunması sebebiyle dünyada karşılaştığı sıkıntı, acı ve felâketlerin kendi kusurunun bir sonucu olduğuna dikkat etmesi istenmektedir. 

İnsana düşen, Allah’ın kâinata ve dünyamıza koyduğu yaratılış kanunlarına uygun yaşamaktır. O kanunları çiğnersek başımıza gelen belalara asla şaşırmamamız gerektiği ayette bize açık biçimde izah edilmektedir.

Allah (cc) ayetin sonunda, günahımız dolayısıyla başımıza gelen belaların bir kısmını affedeceğini bildiriyor.

Peki, hangilerini affedecek?

Bunu bizim araştırıp bilmemiz insan olmamızın olmazsa olmaz şartlarındandır.  

Allah (cc) bu ayette başımıza gelen musibetlerin ellerimizle işlediklerimizden dolayı başımıza geldiğini belirtmekle beraber, başka ayetlerde insanların bütün kusurlarının tamamından dolayı dünyada bire bir cezalandırılma yapmadığını, bazılarını ahirete bıraktığını anlıyoruz. Böyle olsaydı dünyada asla huzur olmaz ve her şey alt üst olurdu.

Netice itibariyle şunu açık biçimde bilmeliyiz ki; insan iradesine bağlı fiiller sebebiyle sebep olduğumuz yanlışlıkların sorumluluğunu kimsenin üzerine atamayız.

Ne yapayım kaderim böyleymiş.”, “Ben kader mahkûmuyum.” gibi akılla, mantıkla ve Kur’an’la izah edilemeyen değerlendirmeler bizi asla sorumluluktan kurtaramaz. Bize düşen Allah’ın bize bir hayat nizamı olarak veya kullanım kılavuzu şeklinde gönderdiği kâinat ve Kur’an yasalarına uymak, aklımızı ve irademizi çalıştırarak doğruyu bulmamızdır.

Aksi halde başımıza her zaman gelebilecek deprem gibi, yağmur/sel gibi, yanardağ patlaması gibi irademizi aşan yaratılış kanunlarından dolayı hep zarar görürüz. 

Zarar görmememiz için depremlere uygun binalar yapmak, yanardağların yakınlarına evler ve yerleşim yerleri inşa etmemek, dere yataklarına evler yaparak selde yıkılmalarına engel olmamaktır.

İşlediğimiz hatalardan ve yaptığımız yanlışlardan dolayı gördüğümüz zararların sorumluluğunu kadere atmak, kaderi anlamamak ve hâşâ Allah’ı suçlamaktır. 

Allah (cc) Rahman ve Rahim’dir; kuluna asla zulmetmez. 

Zahirde zulüm olarak görünen birçok hadise netice itibariyle büyük rahmettir. İnsanın bunu anlaması için hayatı, Kur’an’ın gösterdiği imanla ve o imanın nurlandırdığı akılla değerlendirmek yeterli olacaktır. 

Kur’an vahiyle nurlanan akla “Selim akıl” yani doğruyu bulmuş, hakikat yoluna girmiş akıl der. 

Böyle bir iman ve akılla hayata bakar ve hayatı yönlendirirsek asla yaptığımız binaları çürük yapmayız, dere yataklarına ev inşa etmeyiz. Trafik kurallarını çiğnemeyiz.

“Ey iman edenler! Allah’a, peygamberine, peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr eden kimse iyice sapıtmıştır.” (Nisa, 136)

İman edenleri yeniden iman etmeye çağıran ayetteki iman çağrısı, imana devam çağrısıdır. 

Yani iman ediyorsanız imanınızın gereği ne ise onu yerine getirin, aksine davranışlarda bulunmanız sizin imanınızı tehlikeye atar demektir.

Ayet, inananları kâmil manada iman etmeye ve imanın lazımı olan salih amelleri yerine getirmeye çağırmaktadır.

Gelin hep birlikte bu asrın en büyük musibetini vesile ederek yeniden iman tazeleyelim. 

İmanımızın ışığıyla akıl ve irademizle hayatımıza yön verelim. Verelim ki, depreme dayanıksız ev yapmak, dere yataklarına ev inşa etmek gibi akılsızlıkları yaparak zarar görmeyelim.

Ey iman edenler; gelin hep birlikte yeniden iman edelim.

.

Selim Çoraklı, dikGAZETE.com