Sürdüler Türk’e ‘tasavvuf’ diye olgun şırayı

Sürdüler Türk’e ‘tasavvuf’ diye olgun şırayı

Sürdüler Türk’e ‘tasavvuf’ diye olgun şırayı Sürdüler Türk’e ‘tasavvuf’ diye olgun şırayı

“Sürdüler Türk’e ‘tasavvuf’ diye olgun şırayı;

Muttasıl şimdi ‘hakikat’ kusuyor, Sıtkı Dayı.

Bu cihan boş, yalınız bir rakı hak, bir da şarap;

Kıble; Tezgahbaşı, meyhaneci oğlan: Mihrap.”

Mehmet Akif Ersoy

Tasavvufun temelini, “Kur’an’ın bir zahir yönü vardır, bir de batıni. Şeriat zahiri yönünün tasavvuf batıni yönünü temsil eder.”  inancı oluşturur. İslam’ın zahiri yani şeriatında akıl, ilim, mantık geçerli iken batını yani tasavvufi yorumunda akılsızlık, ilimsizlik ve mantıksızlık esastır.

Bu açıdan ortaya konulan inançlarda hiçbir ölçü yoktur. Rüyayı gören, ilhamı alan veya sevgiyi sezenin beyanı esastır. Ortaya konan düşünceler Kur’an’ın zahir yönü dedikleri ayetlerle çatışırsa ayeti tevil etme yönünü seçerler.

Tasavvuf tarihi içerisinde zahir batın ikilemi bazen öyle seviyelere çıkmış olmalı ki zaman zaman Kuşeyri, Hücviri ve Gazali gibi önde gelen bazı mutasavvıflar “Zahir – Batın” anlayışının meydana getirdiği uçurumun üzerine köprü kurma ve ortaya konan sapmaları tevil yoluna gitmişlerdir.

Tasavvufun Kur’an ve sahih sünnetten referans alamayan sapmaları erken dönemlerde başlamış ve bu makas açılarak günümüze kadar çoğalarak gelmiştir. Günümüz de ise artık İslam kaybolmuş, “Allah adına kâinatı idare ettiğine inanılan” Gavsların, Kutbu’l Aktabların, tasavvuf şeyhlerinin uydurdukları tam anlamıyla İslam’a “Paralel bir din” haline getirilmiştir.

Bu paralel dinde tıpkı Hıristiyanların Hz. İsa’yı, Yahudilerin Hz. Üzeyir’i ilahlaştırdıkları gibi hâşâ “Muhammet eşittir Allah” denilerek Resulullah Allah ile eşitlenmiş, Allah’ı rüyada gördüm deyip yüzünü şeyhine benzetenler çıkmış, bin sene önce ölen bazı kişilerin tasarruflarının hala devam ettiği iddia edilmiş,

Gavslar, kutuplar insanların kalplerini okuduğu inancı yaygınlaşmış, müritler nerede olursa olsun şeyhlerinin onları gördüğü, yardım ettiği iddia edilmiş, hülasa Kur’an’a, sahih sünnete, akla, ilme ve mantığa sığmayan bir sürü sapma itikat haline dönüşmüştür.

Hâlbuki Kur’an bize İslam’ın bir akıl/vahiy dini olduğunu, vahyi veren Allah’ın onu anlamak için aklı da verdiğini, akılsız dinin anlaşılamayacağını açık biçimde ortaya koymuştur.

Bu sebeple İslam akıl baliğ olmayan yani aklı mümeyyiz vasfa ulaşmamış, kar ve zararı ayırt edecek seviyeye gelmemiş olan kişileri ve delileri muhatap kabul etmemiş ve sorumluluk yüklememiştir.

Kur’an’a akli selim bir anlayışla yaklaştığımızda görülecektir ki; “Akılsız din olmaz, dinsiz akıl da çok işe yaramaz.” Çünkü Allah’ın kitabı, “Akletmez misiniz?”, “Düşünmez misiniz?” “Tefekkür etmez misiniz?”, diyerek dinde akıllı olmayı olmazsa olmaz bir şart koşmuştur.

“İslam dini akıl dini değildir.” Temel felsefesi ile meseleye yaklaşan tasavvufi düşünce ise müritlerini kendilerine davet ederken, “Aklı ve iradeyi bırakın, gelin teslim olun. Burada akıl geçerli değildir. Tasavvuf akılla olmaz. Mürit şeyhin elinde ölü yıkayıcının elindeki ölü gibi olmalıdır. ” diyor. Yani bu hususta İslam dini ile tasavvufi düşünce tam anlamıyla bir çatışma içindedir.

İslam din akıllı insanı muhatap kabul edip sorumluluk yüklerken, tasavvuf aklı öteleyerek insanın iradesini elinden alıyor.

İslam dini insana, “Aklını başına al. İslam akılsız anlaşılmaz.” Derken tasavvuf felsefesi, “Aklını başından at.” diyerek aklı kovuyor.

Kur’an’ı merkeze alıp meseleye yaklaşanlar tevhidi bir çizgiyi yakalarken, aklı öteleyip merkeze gavsları, kutupları ve onların yazdıkları kitapları koyanlar ise tevhitten uzaklaşarak şirkin yamaçlarında kendilerine geniş yerler buluyorlar.

İslam’da esas alınacak kitap Kur’an ve Onun pratikteki uygulayıcısı olan Resul iken, tasavvufta esas olan, gavsların, kutupların, şeyhlerin söyledikleri ve onlara verildiğine inanılan kitaplardır.

Bu kitaplara iman edilir, çünkü tasavvufçuların pirlerinden İbn-i Arabi, Celalettin Rumi gibiler, “Bu kitaplardan şüphe edilmez; bunlar aynen Kur’an gibidir. Kur’an’dan şüphe edilmediği gibi bu kitaplardan da asla şüphe edilmez.” diyerek paralel dinin itikadını oluşturmuşlardır.

İslam dini, “La ilahe illallah” (Allah’tan başka ilah yoktur) esasını getirmiş ve insanlar arasında bunu yerleştirmeyi hedef alırken, tasavvufçu düşünce “Vahdet-i vücut” adı altında geliştirdiği felsefe ile İslam’ın tevhit esasıyla bağdaşması mümkün olmayan “La mevcuda illallah” (Allah’tan başka mevcut yoktur) demiştir.

Kur’an açık biçimde, “Allah, yarattıklarından hiçbirine benzemez.” (42/11) buyururken tasavvuf felsefesi yaratılanların tümünün Allah’ın benzeri olduğu inancındadır. Bu bakımdan Allah ile Kâinatı, bir sayan Vahdeti Vücut anlayışını reddeder.

Muhiddin İbn-i Arabi Füsüsul Hikem isimli kitabında İslam’ın tevhit inancıyla bağdaşması asla mümkün olmayan şu fikirleri beyan etmiştir:

“Hakikat budur ki Halik Mahluk, Mahluk Halik’tir. Bunların hepsi tek bir varlıktandır. Hayır, belki O, tek varlıktır. Ve yine O, çokluk halinde olan varlıktır.”

İbn-i Arabi adı geçen kitabının başka bir yerinde ise, Şu halde Firavunun iddia ettiği ‘Ben sizin yüce Rabbinizim sözü gerçekleşti. Çünkü her ne kadar o iktidar Hakk’ın aynı ise de Firavunun suretinde tecelli etmiştir.” demiş ve Firavunu temize çıkarmıştır. Bu anlayışın günümüzdeki temsilcileri de Arabi’yi takip ederken, “Aslında puta tapanlar puta tapmıyor. Onlar da Allah’a tapıyor.” deme ahmaklığını göstermişlerdir.

İslam’ın tevhit anlayışına göre Allah (cc) kâinatı yoktan yaratmış ve üzerine fena damgasını vurmuştur. Fani de olsa eşyanın varlığı ve yaratıldığı onlarca ayetle sabittir. Eşya geçicidir, fanidir ama eşyayı yoktan var eden Allah bakidir. Eşya veya bütün varlık tasavvufçuların iddia ettiği gibi Allah değil, Allah’ın yarattığı mahlûkudur.

Eski Yunan ve Hint felsefesinin etkisinde gelişen tasavvufi düşünce ise Baki, ezeli ve ebedi olan Allah tarafından yaratılmış ne varsa onları Allah ile birleştirmiş, “La mevcuda illallah” (Allah’tan başka mevcut yoktur.) demiştir.

Bu tür sapmaların temelini felsefesini İbn-i Arabi’nin geliştirdiği “Vahdet-i Vücut”  anlayışı oluşturmaktadır. Vahdeti Vücut inancı, ilk çağ felsefesinin temel ilkelerinden birisidir ve Tanrı ile kâinat arasında birlik olduğunu ilk ileri sürenler Herakleites ile Parmenides isimli filozoflardır.

Daha sonra Yunan filozofu Eflatun bu görüşü yeniden ele alarak geliştirmiş ve Eflatun’un izinden yürüyen Platines de ayrı bir açıdan yorumlayarak sistematize etmeye çalışmıştır.

Bu ilk çağ felsefesine inanan ilk mutasavvıflar onu İslam dini ilkeleriyle bağdaştırmaya çalıştılar. Bu bağdaştırmayı yaparken eski İran, Yunan ve Hint kültürü ve dini inançlarının tesirinde kalmışlardır. Bu felsefeyi İslam’a sokmaya çalışanların başında da Hallac-ı Mansur, Zunnün-u Mısrı, Şeyh Attar, Celaleddini Rumi, Muhiddin İbn-i Arabi, Nesimi gibi filozof ve şairler gelir.

Vahdeti Vücut anlayışının en çok tutunduğu ve yayıldığı yer batıniliğin merkezi sayılan İran’dır. Gerek nitelikleri, gerekse ihtiva ettiği düşünceler bakımından Vahdeti Vücut anlayışı İslam’ın tevhit esaslarıyla asla uyuşmaz.

İslam dini zahire, yani görünene göre hüküm verir. Tasavvuf felsefesi ise zahiri yani görüneni değil, batıni yani görünmeyeni esas alır. Bunun esas alan tasavvufi felsefe mensupları zahir dedikleri şeriata göre haram olan bir işi rahatlıkla yapabilmekte, “Bu görünen size öyle görünmektedir. Zahirde böyledir. Lakin batınında iş sizin bildiğiniz gibi değildir ve şöyle şöyledir.” diyerek ipe sapa gelmez yorumlar yapabilmektedirler.

Bundan dolayı birçok tasavvuf erbabından, “Mürit şeyhinin önünde rakı sofrası ve yanında fahişelerle bile görse kalbini bozmamalı ve bana görünen (zahir) böyle, kim bilir mübarek zat batında ne haldedir. Benim olayı böyle görmem bendendir demeli ve şeyhi hakkındaki kanaatinde hiçbir değişiklik yapmamalıdır. Hatta böyle gördükçe şeyhi hakkındaki imanı daha da artmalıdır.” şeklinde sapık yorumları duymamız mümkündür.

İslam’da insan kullukta ilerleyip takva sahibi oldukça dini meselelerde daha da hassaslaşır. Bilenlerin mesuliyeti daha da artar. Tasavvuf felsefesinde ise müritler mertebe kat ettikçe mükellefiyetleri azalmakta, hatta bazen tümüyle kalkmaktadır. “Yakin gelinceye kadar Rabbine ibadet et.” ayetindeki “Yakin” ölüm anlamında iken tasavvuf felsefesine inananlar buna ilim anlamı vererek, “Belli ilmi bir seviyeye gelince ibadet etmene gerek kalmaz.” şeklinde yorumlayarak kendilerini ibadetlerden muaf tutmuştur. Hatta bazı tasavvuf büyükleri kendilerini Allah ile bütünleştirerek kendilerini ilah ilan etmişlerdir.

Bu çerçevede Hallac-ı Mansur’un, “Ben hakkım” demesini, Bayezid-i Bistami’nin, “Kendimi tespih ederim. Benim şanım ne yücedir.” sözlerini ve İbn-i Arabi’nin, “Yaratılan, yaratılmış olandır. Ben O ve O benim.” sözlerini hatırlatmak yeter de artar bile.

Tasavvufun net bir tanımı yoktur. Tarih boyunca herkes farklı bir tanım yapmıştır. Tasavvufun net bir tanımının olmaması, onun aslında “net bir öğreti” ve “ilahi” olmamasındandır. Zira ilahi olan “çok net” olur. Bâtıl olan ise net değildir ve karmakarışıktır. Zaten hayatiyetini de bu karma-karışıklığından alır.

Tasavvuf felsefesine göre şeyhler müritlerinin mal, beden ve ruhları üzerinde kesin biçimde tasarruf sahibidirler. Bir mürit ne diliyle, ne de kalbiyle şeyhine itiraz edemez. Şeyhine itiraz eden mürit kesinlikle iflah olmaz. Şeyhe karşı işlenen günahın tevbesi yoktur.

Şeyhe bağlanan mürit, bu nedenle, bir ölü teslimiyeti içinde olmalıdır. Zaten mürit, iradesini şeyhine teslim etmiş kişi demektir. Şeyhte fani olmak, Allah’ta fani olmanın (fenafillah) ilk adımıdır. Allah’a giden yol şeyhten geçer. Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır. Şeyh keşif ve keramet sahibidir.

Mutasavvıflarına göre, şeyhlik makamı tarikat yolunun en yüce makamı ve insanları Allah’a çağırma konusunda peygamber vekilliğinin en üstün derecesidir. Şeyh, Allah’ı hiç şüphe içermeyen kesin bilgiyle (Hakke’l-yakin) tanıyan bir ariftir. Allah ile arasındaki tüm engel ve perdeleri aşmış,

Allah tarafından sevilme derecesine yükselmiştir. Bakışı deva, sözü şifadır. Etkileyici konuşması ve bakışları ile insanları eğitir. Konuşması Allah ile, susması Allah iledir.

Hayatının bir anında bile Allah’tan gaflete düşmez. Verdiğinde de, vermediğinde de Allah’tan razıdır. Yanında lütuf ile kahır arasında bir fark yoktur. Lehinde ya da aleyhinde olan her şeyi Allah’ın iradesi olarak değerlendirir. Davranışlarını kendi isteklerine göre değil, Allah’ın isteklerine göre ayarlar.

Yukarıdan beri izah etmeye çalıştığım gerçekler ışığında şimdi de tasavvuf felsefesindeki sapmaları maddeler halinde paylaşmak istiyorum.

ALLAH’I GÖRDÜKLERİNİ İDDİA ETMELERİ

İslam’ın tevhit inancına göre Allah’ı bu dünyada açık gözle veya rüyada görmek mümkün değildir. Ancak bazı sözde mutasavvıflar yüce Allah’ı dünyada ve rüyada gördüklerini iddia ederler. Bu iddia da Kur’an dışıdır. Hatta günümüzdeki bazı tarikat şeyhleri rüyada Allah’ı gördüklerini ve yüzünün aynen Mahmut Ustaosmanoğlu gibi olduğu sapıklığını bile ileri sürmüşlerdir.

BELLİ SEVİYEDE İBADETİN DÜŞMESİ

İslam dininde ibadetlerin mükellefiyeti ya aklını yitirmekle ya da ölünce biter. Ancak bazı sözde tarikat şeyhleri insanın ibadet ve kullukla Allah’a ereceğini, erince ibadet etme yükümlülüğünün düşeceğini ve kulluktan azat olacağını iddia etmişler:

Yakin (ölüm) gelene kadar Rabbine ibadet et.” (Hicr, 99) ayetini “Belli bir ilmi seviyeye geldiğinde ibadet düşer.” Şeklinde yorumlamışlardır.

ALLAH’A KARŞI KAFA TUTMA İNANCI

Kur’an’dan uzaklaşınca sapıtmalar da artar. Bazı sözde mutasavvıflar Kur’an yerine bazılarının yazdıkları kitapları düşüncelerine merkez alınca Allah’a yakın olma (Naz makamı) mertebesine erdiklerini, bu mertebede edep ve resmiyetin söz konusu olmadığını iddia etmişlerdir.

Bu tipler Allah ile kulu arasında bulunması gereken edebi gözetmez ve Allah’tan söz ederken çok laubali ifadeler kullanırlar. Hatta tasavvufta çık ileri gittiği iddia edilen bir bazıları bu mertebede, “Kafamı bozma, Senin rahmetini kullarına anlatırım, kimse sana ibadet etmez.” Gibi nice akılsız sözler söylenmiştir.

İHLAS İÇİN DİNE AYKIRI DAVRANMAK

İslam’da ihlas sadece Allah rızasını gözeterek ibadet etmek şeklinde tarif edilmiştir. Ancak bazı tasavvuf mensupları riyadan kurtulmak ve ihlâs halini gerçekleştirmek için dini inançlara aykırı davranmakta bir beis görmemişlerdir.

Bu düşünce sahipleri zamanla dinin emir ve yasakları konusunda saygısız, duyarsız, kayıtsız ve laubali olmuş ve bunlar arasında Melamilik ve Kalenderilik gibi sapık akımlar türemiştir.

VELİLER NEBİLERDEN ÜSTÜNDÜR İDDİASI

İslam dininde insanların en üstünü Resul ve Nebilerdir. Allah onları kullar arasından seçip Resul yapmıştır. Ancak bazı tasavvuf erbabı Kehf suresinde anlatılan Musa (as) kıssasını ileri sürerek velilerin Nebilerden üstün olduğunu iddia etme ahmaklığını göstermişlerdir.

Gerekçe olarak da velilerin doğrudan, nebilerin ise vasıtayla Allah’tan bilgi almasını göstermişlerdir. Bu Kur’an’dan sala referans alamayacak olan bâtıl bir inançtır. Zira velilik, Nübüvvet meşalesinden sadece bir pırıltıdır. Hiçbir zaman bir veli bir Nebi derecesinde olamaz.

GAVSLARIN, GÜNAH İŞLEMEDİĞİNE İNANMAK

Bazı tasavvufi anlayışlarda “Gavs, Kutup” gibi şahıslar Allah adına kâinatı idare etmekle görevlendirildiği için günah işlemez ve hata yapmazlar" diye inanır.

Bu açıdan gavsların, kutupların, şeyhlerin yaptıkları asla sorgulanmaz. Hatta bir şeyh Kur’an’a zıt açık bir durum sergilese bile müritleri “Vardır bir hikmeti şeyhimin yaptığının. O Allah dostudur, yanlış yapmaz.” diyerek gördüklerini tevil ederler.

VELİLERİN KERAMETLERİNE İNANMAK

Tasavvufun hemen bütün yorumlarına göre veliler keramet gösterir. Ölüleri diriltir, insanların kalbini okur. Ölseler bile tasarrufları devam eder. Bin yıl önce ölse de bir mürit yetiş diye çağırınca gelip müridi kurtarır.

HULÛL VE İTTİHAT İNANCI

Bazı mutasavvıflara göreAllah insan bedenine girer. Bedene girince ondaki insanlık nitelikleri kalkar, yerini tanrılık nitelikleri alır.

Diğer bazı mutasavvıflar da belli bir yöntem izleyerek beşerî niteliklerden arınan bazı kişilerin Tanrı ile birleştiklerini (ittihat) iddia eder ve insanları tanrılaştırırlar.

HER ŞEYİN MUBAH OLMASI

Bazı sözde mutasavvıflara göre eşyada asıl olan mubah oluştur. Başkasının hakkına tecavüzü önlemek için yasaklar konulmuştur. Başkalarının haklarına saygı gösteren bir kimse için her şey mubahtır. Bu inançta olanlara İbâhıyye veya Mubahiyye denir.

Bazıları da niyetlerinin iyi, kalplerinin temiz olduğunu ileri sürerek emir ve yasakların kendilerini bağlamadığını iddia ederler.

RUHBANLIK

Tasavvufta tıpkı Hıristiyanlıkta olduğu gibi ruhbanlık vardır. Bi çerçevede aşırı çilecilik, dünya işlerini tümden terk, evlenmemek, et yememek, tedbir almayı tevekküle engel saymak, şeyhleri kutsal sayacak kadar yüceltmek, yoksul yaşamayı amaç haline getirmek, nefse işkence etmek, mubah olan nimetlerden yararlanmamak, özel giysiler giymek ve bunlarla halka karşı böbürlenmek, kılık kıyafet, saç-sakal gibi konularda temizlik kurallarına uymamak, vakıf geliriyle geçinmek, dilenmek, inzivaya çekilmek, tasavvufu kıssacılık, menkibecilik, raks ve semadan ibaret sanıp ilahiler okunan meclislerde coşmak ve yapay olarak vecde gelmek, cezbelenmek gibi esaslar ilke olarak kabul edilir. .

İNSANLARI KÜÇÜMSEMEK

Tasavvuf yolunu tutan ve tarikata girenler diğer Müslümanları küçümserler. Kendilerinin kurtarılmış kişiler, diğer insanların da kurtarılacak kişiler olduğuna inanırlar. Şeyhlerinin kendileri için cenneti garantilediğine inanırlar.

-İnşallah gelecek makalemizde de tasavvuf felsefesini günümüze taşıyan kişilerin kitaplarındaki sapmaları kaynaklarıyla göstermeye çalışacağım.-

.

Selim Çoraklı, dikGAZETE.com

“Sürdüler Türk’e ‘tasavvuf’ diye olgun şırayı;

Muttasıl şimdi ‘hakikat’ kusuyor, Sıtkı Dayı.

Bu cihan boş, yalınız bir rakı hak, bir da şarap;

Kıble; Tezgahbaşı, meyhaneci oğlan: Mihrap.”

Mehmet Akif Ersoy

Tasavvufun temelini, “Kur’an’ın bir zahir yönü vardır, bir de batıni. Şeriat zahiri yönünün tasavvuf batıni yönünü temsil eder.”  inancı oluşturur. İslam’ın zahiri yani şeriatında akıl, ilim, mantık geçerli iken batını yani tasavvufi yorumunda akılsızlık, ilimsizlik ve mantıksızlık esastır.

Bu açıdan ortaya konulan inançlarda hiçbir ölçü yoktur. Rüyayı gören, ilhamı alan veya sevgiyi sezenin beyanı esastır. Ortaya konan düşünceler Kur’an’ın zahir yönü dedikleri ayetlerle çatışırsa ayeti tevil etme yönünü seçerler.

Tasavvuf tarihi içerisinde zahir batın ikilemi bazen öyle seviyelere çıkmış olmalı ki zaman zaman Kuşeyri, Hücviri ve Gazali gibi önde gelen bazı mutasavvıflar “Zahir – Batın” anlayışının meydana getirdiği uçurumun üzerine köprü kurma ve ortaya konan sapmaları tevil yoluna gitmişlerdir.

Tasavvufun Kur’an ve sahih sünnetten referans alamayan sapmaları erken dönemlerde başlamış ve bu makas açılarak günümüze kadar çoğalarak gelmiştir. Günümüz de ise artık İslam kaybolmuş, “Allah adına kâinatı idare ettiğine inanılan” Gavsların, Kutbu’l Aktabların, tasavvuf şeyhlerinin uydurdukları tam anlamıyla İslam’a “Paralel bir din” haline getirilmiştir.

Bu paralel dinde tıpkı Hıristiyanların Hz. İsa’yı, Yahudilerin Hz. Üzeyir’i ilahlaştırdıkları gibi hâşâ “Muhammet eşittir Allah” denilerek Resulullah Allah ile eşitlenmiş, Allah’ı rüyada gördüm deyip yüzünü şeyhine benzetenler çıkmış, bin sene önce ölen bazı kişilerin tasarruflarının hala devam ettiği iddia edilmiş,

Gavslar, kutuplar insanların kalplerini okuduğu inancı yaygınlaşmış, müritler nerede olursa olsun şeyhlerinin onları gördüğü, yardım ettiği iddia edilmiş, hülasa Kur’an’a, sahih sünnete, akla, ilme ve mantığa sığmayan bir sürü sapma itikat haline dönüşmüştür.

Hâlbuki Kur’an bize İslam’ın bir akıl/vahiy dini olduğunu, vahyi veren Allah’ın onu anlamak için aklı da verdiğini, akılsız dinin anlaşılamayacağını açık biçimde ortaya koymuştur.

Bu sebeple İslam akıl baliğ olmayan yani aklı mümeyyiz vasfa ulaşmamış, kar ve zararı ayırt edecek seviyeye gelmemiş olan kişileri ve delileri muhatap kabul etmemiş ve sorumluluk yüklememiştir.

Kur’an’a akli selim bir anlayışla yaklaştığımızda görülecektir ki; “Akılsız din olmaz, dinsiz akıl da çok işe yaramaz.” Çünkü Allah’ın kitabı, “Akletmez misiniz?”, “Düşünmez misiniz?” “Tefekkür etmez misiniz?”, diyerek dinde akıllı olmayı olmazsa olmaz bir şart koşmuştur.

“İslam dini akıl dini değildir.” Temel felsefesi ile meseleye yaklaşan tasavvufi düşünce ise müritlerini kendilerine davet ederken, “Aklı ve iradeyi bırakın, gelin teslim olun. Burada akıl geçerli değildir. Tasavvuf akılla olmaz. Mürit şeyhin elinde ölü yıkayıcının elindeki ölü gibi olmalıdır. ” diyor. Yani bu hususta İslam dini ile tasavvufi düşünce tam anlamıyla bir çatışma içindedir.

İslam din akıllı insanı muhatap kabul edip sorumluluk yüklerken, tasavvuf aklı öteleyerek insanın iradesini elinden alıyor.

İslam dini insana, “Aklını başına al. İslam akılsız anlaşılmaz.” Derken tasavvuf felsefesi, “Aklını başından at.” diyerek aklı kovuyor.

Kur’an’ı merkeze alıp meseleye yaklaşanlar tevhidi bir çizgiyi yakalarken, aklı öteleyip merkeze gavsları, kutupları ve onların yazdıkları kitapları koyanlar ise tevhitten uzaklaşarak şirkin yamaçlarında kendilerine geniş yerler buluyorlar.

İslam’da esas alınacak kitap Kur’an ve Onun pratikteki uygulayıcısı olan Resul iken, tasavvufta esas olan, gavsların, kutupların, şeyhlerin söyledikleri ve onlara verildiğine inanılan kitaplardır.

Bu kitaplara iman edilir, çünkü tasavvufçuların pirlerinden İbn-i Arabi, Celalettin Rumi gibiler, “Bu kitaplardan şüphe edilmez; bunlar aynen Kur’an gibidir. Kur’an’dan şüphe edilmediği gibi bu kitaplardan da asla şüphe edilmez.” diyerek paralel dinin itikadını oluşturmuşlardır.

İslam dini, “La ilahe illallah” (Allah’tan başka ilah yoktur) esasını getirmiş ve insanlar arasında bunu yerleştirmeyi hedef alırken, tasavvufçu düşünce “Vahdet-i vücut” adı altında geliştirdiği felsefe ile İslam’ın tevhit esasıyla bağdaşması mümkün olmayan “La mevcuda illallah” (Allah’tan başka mevcut yoktur) demiştir.

Kur’an açık biçimde, “Allah, yarattıklarından hiçbirine benzemez.” (42/11) buyururken tasavvuf felsefesi yaratılanların tümünün Allah’ın benzeri olduğu inancındadır. Bu bakımdan Allah ile Kâinatı, bir sayan Vahdeti Vücut anlayışını reddeder.

Muhiddin İbn-i Arabi Füsüsul Hikem isimli kitabında İslam’ın tevhit inancıyla bağdaşması asla mümkün olmayan şu fikirleri beyan etmiştir:

“Hakikat budur ki Halik Mahluk, Mahluk Halik’tir. Bunların hepsi tek bir varlıktandır. Hayır, belki O, tek varlıktır. Ve yine O, çokluk halinde olan varlıktır.”

İbn-i Arabi adı geçen kitabının başka bir yerinde ise, Şu halde Firavunun iddia ettiği ‘Ben sizin yüce Rabbinizim sözü gerçekleşti. Çünkü her ne kadar o iktidar Hakk’ın aynı ise de Firavunun suretinde tecelli etmiştir.” demiş ve Firavunu temize çıkarmıştır. Bu anlayışın günümüzdeki temsilcileri de Arabi’yi takip ederken, “Aslında puta tapanlar puta tapmıyor. Onlar da Allah’a tapıyor.” deme ahmaklığını göstermişlerdir.

İslam’ın tevhit anlayışına göre Allah (cc) kâinatı yoktan yaratmış ve üzerine fena damgasını vurmuştur. Fani de olsa eşyanın varlığı ve yaratıldığı onlarca ayetle sabittir. Eşya geçicidir, fanidir ama eşyayı yoktan var eden Allah bakidir. Eşya veya bütün varlık tasavvufçuların iddia ettiği gibi Allah değil, Allah’ın yarattığı mahlûkudur.

Eski Yunan ve Hint felsefesinin etkisinde gelişen tasavvufi düşünce ise Baki, ezeli ve ebedi olan Allah tarafından yaratılmış ne varsa onları Allah ile birleştirmiş, “La mevcuda illallah” (Allah’tan başka mevcut yoktur.) demiştir.

Bu tür sapmaların temelini felsefesini İbn-i Arabi’nin geliştirdiği “Vahdet-i Vücut”  anlayışı oluşturmaktadır. Vahdeti Vücut inancı, ilk çağ felsefesinin temel ilkelerinden birisidir ve Tanrı ile kâinat arasında birlik olduğunu ilk ileri sürenler Herakleites ile Parmenides isimli filozoflardır.

Daha sonra Yunan filozofu Eflatun bu görüşü yeniden ele alarak geliştirmiş ve Eflatun’un izinden yürüyen Platines de ayrı bir açıdan yorumlayarak sistematize etmeye çalışmıştır.

Bu ilk çağ felsefesine inanan ilk mutasavvıflar onu İslam dini ilkeleriyle bağdaştırmaya çalıştılar. Bu bağdaştırmayı yaparken eski İran, Yunan ve Hint kültürü ve dini inançlarının tesirinde kalmışlardır. Bu felsefeyi İslam’a sokmaya çalışanların başında da Hallac-ı Mansur, Zunnün-u Mısrı, Şeyh Attar, Celaleddini Rumi, Muhiddin İbn-i Arabi, Nesimi gibi filozof ve şairler gelir.

Vahdeti Vücut anlayışının en çok tutunduğu ve yayıldığı yer batıniliğin merkezi sayılan İran’dır. Gerek nitelikleri, gerekse ihtiva ettiği düşünceler bakımından Vahdeti Vücut anlayışı İslam’ın tevhit esaslarıyla asla uyuşmaz.

İslam dini zahire, yani görünene göre hüküm verir. Tasavvuf felsefesi ise zahiri yani görüneni değil, batıni yani görünmeyeni esas alır. Bunun esas alan tasavvufi felsefe mensupları zahir dedikleri şeriata göre haram olan bir işi rahatlıkla yapabilmekte, “Bu görünen size öyle görünmektedir. Zahirde böyledir. Lakin batınında iş sizin bildiğiniz gibi değildir ve şöyle şöyledir.” diyerek ipe sapa gelmez yorumlar yapabilmektedirler.

Bundan dolayı birçok tasavvuf erbabından, “Mürit şeyhinin önünde rakı sofrası ve yanında fahişelerle bile görse kalbini bozmamalı ve bana görünen (zahir) böyle, kim bilir mübarek zat batında ne haldedir. Benim olayı böyle görmem bendendir demeli ve şeyhi hakkındaki kanaatinde hiçbir değişiklik yapmamalıdır. Hatta böyle gördükçe şeyhi hakkındaki imanı daha da artmalıdır.” şeklinde sapık yorumları duymamız mümkündür.

İslam’da insan kullukta ilerleyip takva sahibi oldukça dini meselelerde daha da hassaslaşır. Bilenlerin mesuliyeti daha da artar. Tasavvuf felsefesinde ise müritler mertebe kat ettikçe mükellefiyetleri azalmakta, hatta bazen tümüyle kalkmaktadır. “Yakin gelinceye kadar Rabbine ibadet et.” ayetindeki “Yakin” ölüm anlamında iken tasavvuf felsefesine inananlar buna ilim anlamı vererek, “Belli ilmi bir seviyeye gelince ibadet etmene gerek kalmaz.” şeklinde yorumlayarak kendilerini ibadetlerden muaf tutmuştur. Hatta bazı tasavvuf büyükleri kendilerini Allah ile bütünleştirerek kendilerini ilah ilan etmişlerdir.

Bu çerçevede Hallac-ı Mansur’un, “Ben hakkım” demesini, Bayezid-i Bistami’nin, “Kendimi tespih ederim. Benim şanım ne yücedir.” sözlerini ve İbn-i Arabi’nin, “Yaratılan, yaratılmış olandır. Ben O ve O benim.” sözlerini hatırlatmak yeter de artar bile.

Tasavvufun net bir tanımı yoktur. Tarih boyunca herkes farklı bir tanım yapmıştır. Tasavvufun net bir tanımının olmaması, onun aslında “net bir öğreti” ve “ilahi” olmamasındandır. Zira ilahi olan “çok net” olur. Bâtıl olan ise net değildir ve karmakarışıktır. Zaten hayatiyetini de bu karma-karışıklığından alır.

Tasavvuf felsefesine göre şeyhler müritlerinin mal, beden ve ruhları üzerinde kesin biçimde tasarruf sahibidirler. Bir mürit ne diliyle, ne de kalbiyle şeyhine itiraz edemez. Şeyhine itiraz eden mürit kesinlikle iflah olmaz. Şeyhe karşı işlenen günahın tevbesi yoktur.

Şeyhe bağlanan mürit, bu nedenle, bir ölü teslimiyeti içinde olmalıdır. Zaten mürit, iradesini şeyhine teslim etmiş kişi demektir. Şeyhte fani olmak, Allah’ta fani olmanın (fenafillah) ilk adımıdır. Allah’a giden yol şeyhten geçer. Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır. Şeyh keşif ve keramet sahibidir.

Mutasavvıflarına göre, şeyhlik makamı tarikat yolunun en yüce makamı ve insanları Allah’a çağırma konusunda peygamber vekilliğinin en üstün derecesidir. Şeyh, Allah’ı hiç şüphe içermeyen kesin bilgiyle (Hakke’l-yakin) tanıyan bir ariftir. Allah ile arasındaki tüm engel ve perdeleri aşmış,

Allah tarafından sevilme derecesine yükselmiştir. Bakışı deva, sözü şifadır. Etkileyici konuşması ve bakışları ile insanları eğitir. Konuşması Allah ile, susması Allah iledir.

Hayatının bir anında bile Allah’tan gaflete düşmez. Verdiğinde de, vermediğinde de Allah’tan razıdır. Yanında lütuf ile kahır arasında bir fark yoktur. Lehinde ya da aleyhinde olan her şeyi Allah’ın iradesi olarak değerlendirir. Davranışlarını kendi isteklerine göre değil, Allah’ın isteklerine göre ayarlar.

Yukarıdan beri izah etmeye çalıştığım gerçekler ışığında şimdi de tasavvuf felsefesindeki sapmaları maddeler halinde paylaşmak istiyorum.

ALLAH’I GÖRDÜKLERİNİ İDDİA ETMELERİ

İslam’ın tevhit inancına göre Allah’ı bu dünyada açık gözle veya rüyada görmek mümkün değildir. Ancak bazı sözde mutasavvıflar yüce Allah’ı dünyada ve rüyada gördüklerini iddia ederler. Bu iddia da Kur’an dışıdır. Hatta günümüzdeki bazı tarikat şeyhleri rüyada Allah’ı gördüklerini ve yüzünün aynen Mahmut Ustaosmanoğlu gibi olduğu sapıklığını bile ileri sürmüşlerdir.

BELLİ SEVİYEDE İBADETİN DÜŞMESİ

İslam dininde ibadetlerin mükellefiyeti ya aklını yitirmekle ya da ölünce biter. Ancak bazı sözde tarikat şeyhleri insanın ibadet ve kullukla Allah’a ereceğini, erince ibadet etme yükümlülüğünün düşeceğini ve kulluktan azat olacağını iddia etmişler:

Yakin (ölüm) gelene kadar Rabbine ibadet et.” (Hicr, 99) ayetini “Belli bir ilmi seviyeye geldiğinde ibadet düşer.” Şeklinde yorumlamışlardır.

ALLAH’A KARŞI KAFA TUTMA İNANCI

Kur’an’dan uzaklaşınca sapıtmalar da artar. Bazı sözde mutasavvıflar Kur’an yerine bazılarının yazdıkları kitapları düşüncelerine merkez alınca Allah’a yakın olma (Naz makamı) mertebesine erdiklerini, bu mertebede edep ve resmiyetin söz konusu olmadığını iddia etmişlerdir.

Bu tipler Allah ile kulu arasında bulunması gereken edebi gözetmez ve Allah’tan söz ederken çok laubali ifadeler kullanırlar. Hatta tasavvufta çık ileri gittiği iddia edilen bir bazıları bu mertebede, “Kafamı bozma, Senin rahmetini kullarına anlatırım, kimse sana ibadet etmez.” Gibi nice akılsız sözler söylenmiştir.

İHLAS İÇİN DİNE AYKIRI DAVRANMAK

İslam’da ihlas sadece Allah rızasını gözeterek ibadet etmek şeklinde tarif edilmiştir. Ancak bazı tasavvuf mensupları riyadan kurtulmak ve ihlâs halini gerçekleştirmek için dini inançlara aykırı davranmakta bir beis görmemişlerdir.

Bu düşünce sahipleri zamanla dinin emir ve yasakları konusunda saygısız, duyarsız, kayıtsız ve laubali olmuş ve bunlar arasında Melamilik ve Kalenderilik gibi sapık akımlar türemiştir.

VELİLER NEBİLERDEN ÜSTÜNDÜR İDDİASI

İslam dininde insanların en üstünü Resul ve Nebilerdir. Allah onları kullar arasından seçip Resul yapmıştır. Ancak bazı tasavvuf erbabı Kehf suresinde anlatılan Musa (as) kıssasını ileri sürerek velilerin Nebilerden üstün olduğunu iddia etme ahmaklığını göstermişlerdir.

Gerekçe olarak da velilerin doğrudan, nebilerin ise vasıtayla Allah’tan bilgi almasını göstermişlerdir. Bu Kur’an’dan sala referans alamayacak olan bâtıl bir inançtır. Zira velilik, Nübüvvet meşalesinden sadece bir pırıltıdır. Hiçbir zaman bir veli bir Nebi derecesinde olamaz.

GAVSLARIN, GÜNAH İŞLEMEDİĞİNE İNANMAK

Bazı tasavvufi anlayışlarda “Gavs, Kutup” gibi şahıslar Allah adına kâinatı idare etmekle görevlendirildiği için günah işlemez ve hata yapmazlar" diye inanır.

Bu açıdan gavsların, kutupların, şeyhlerin yaptıkları asla sorgulanmaz. Hatta bir şeyh Kur’an’a zıt açık bir durum sergilese bile müritleri “Vardır bir hikmeti şeyhimin yaptığının. O Allah dostudur, yanlış yapmaz.” diyerek gördüklerini tevil ederler.

VELİLERİN KERAMETLERİNE İNANMAK

Tasavvufun hemen bütün yorumlarına göre veliler keramet gösterir. Ölüleri diriltir, insanların kalbini okur. Ölseler bile tasarrufları devam eder. Bin yıl önce ölse de bir mürit yetiş diye çağırınca gelip müridi kurtarır.

HULÛL VE İTTİHAT İNANCI

Bazı mutasavvıflara göreAllah insan bedenine girer. Bedene girince ondaki insanlık nitelikleri kalkar, yerini tanrılık nitelikleri alır.

Diğer bazı mutasavvıflar da belli bir yöntem izleyerek beşerî niteliklerden arınan bazı kişilerin Tanrı ile birleştiklerini (ittihat) iddia eder ve insanları tanrılaştırırlar.

HER ŞEYİN MUBAH OLMASI

Bazı sözde mutasavvıflara göre eşyada asıl olan mubah oluştur. Başkasının hakkına tecavüzü önlemek için yasaklar konulmuştur. Başkalarının haklarına saygı gösteren bir kimse için her şey mubahtır. Bu inançta olanlara İbâhıyye veya Mubahiyye denir.

Bazıları da niyetlerinin iyi, kalplerinin temiz olduğunu ileri sürerek emir ve yasakların kendilerini bağlamadığını iddia ederler.

RUHBANLIK

Tasavvufta tıpkı Hıristiyanlıkta olduğu gibi ruhbanlık vardır. Bi çerçevede aşırı çilecilik, dünya işlerini tümden terk, evlenmemek, et yememek, tedbir almayı tevekküle engel saymak, şeyhleri kutsal sayacak kadar yüceltmek, yoksul yaşamayı amaç haline getirmek, nefse işkence etmek, mubah olan nimetlerden yararlanmamak, özel giysiler giymek ve bunlarla halka karşı böbürlenmek, kılık kıyafet, saç-sakal gibi konularda temizlik kurallarına uymamak, vakıf geliriyle geçinmek, dilenmek, inzivaya çekilmek, tasavvufu kıssacılık, menkibecilik, raks ve semadan ibaret sanıp ilahiler okunan meclislerde coşmak ve yapay olarak vecde gelmek, cezbelenmek gibi esaslar ilke olarak kabul edilir. .

İNSANLARI KÜÇÜMSEMEK

Tasavvuf yolunu tutan ve tarikata girenler diğer Müslümanları küçümserler. Kendilerinin kurtarılmış kişiler, diğer insanların da kurtarılacak kişiler olduğuna inanırlar. Şeyhlerinin kendileri için cenneti garantilediğine inanırlar.

-İnşallah gelecek makalemizde de tasavvuf felsefesini günümüze taşıyan kişilerin kitaplarındaki sapmaları kaynaklarıyla göstermeye çalışacağım.-

.

Selim Çoraklı, dikGAZETE.com