Tarih - Siyaset savaşları

Tarih - Siyaset savaşları

Tarih - Siyaset savaşları Tarih - Siyaset savaşları

Tarih her zaman ve her yerde siyasi bir konudur. Bu, “herkes aklına estiği gibi tarih yazar” anlamına gelmez, elbette geçmişte olup bitenlere dair bilgi manasında bir tarih yazımı vardır. Ancak, bir adım sonra işler karışır, bir tarafın zaferi, diğerinin yenilgisi, bir tarafın kahramanı diğer tarafın ‘hain’i olabilir.

Dahası; bu taraflar, iki düşman ülke değil, iki çatışan görüş, siyaset çizgisi de olabilir. 

En son İzmir’in Kurtuluşu kutlamasında Belediye Başkanı Soyer’in konuşması, Türkiye’de bir kez daha tarih-siyaset savaşlarının konusu oldu. 

İktidar partisi çevresi, Soyer’in, Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki ‘mütareke dönemiOsmanlı Padişahı Vahdettin ve saray çevresini “hain ve gafil” olarak tanımlamasını, “tarihimize saygısızlık” olarak topa tuttu.

Öncelikle, bir noktaya açıklık getirelim; Türkiye’de yaşayan herkes ‘tarihimiz’ ve onun ‘kahramanları’ndan aynı şeyi kastetmiyor. Daha doğrusu, belli başlı iki tarih yazıcılığı ve siyaset çizgisinin, ‘kahramanları’ birbirinden farklı. 

Cumhuriyet’in resmi tarih okuması olan Kemalist bakış açısına göre, kurucu lider Mustafa Kemal, tartışmasız bir kurtarıcı kahraman, son Osmanlı Padişahı Vahdettin bir hain.

İslamcı tarih görüşüne göre ise, Mustafa Kemal’in kahramanlığı su götürür bir konu, Vahdettin ise ‘ulu sultan’ olmasa da Osmanlı tarihinin bir parçası. 

Bir de muhafazakâr denilebilecek bir çevrenin Kemalist tarih yazımına karşı eleştirel ama, Mustafa Kemal’e hürmetkar bir tevilci yaklaşımı söz konusu.

Bu tevilci yaklaşım, önceleri resmi tarih olan Kemalist tarih bakışına, doğrudan karşı çıkmanın riski dolayısı ile ihtiyatlı olmak ihtiyacından kaynaklansa da daha sonra Kemalizmin sağ yorumu olarak içselleştirilmiş bir anlatıya dönüştü. 

İslamcı geçmişten gelen AK Parti’nin yirmi yıllık iktidarı sürecinde, İslamcı tarih anlatısına bağlı olan partinin kurucu kadrosu, görüşlerini açıkça ifade etmekten imtina ettiler.

Daha sonra, İslamcı tarih anlatısı biraz yumuşatılarak ‘yeni resmi tarih’ haline sokulmaya çalışıldı, ama pek tutmadı. 

Bu nedenle, bu çevre, yasal ve siyasal engeller ortadan kalktıktan sonra da, özellikle Mustafa Kemal’e ilişkin olarak ‘karnından konuşmaya’ devam etmek zorunda kaldı. Ancak, bu dönemde hep birileri, bir vesile ile ‘İslamcı tarih anlayışı’ çerçevesinde çıkışlar yaptı, tartışmalar çıktı. 

30 Ağustos Zafer Bayramı ardından AK Partili İsmail Kahraman’ın, “şehirlerin kurtuluşunu kutlamanın anlamı yok, aldıklarını aldılar, gittiler” sözleri, bu çıkışlardan biriydi, ardından Soyer’in sözlerine dair tartışma çıktı.

Soğuk Savaş döneminden kalma İslamcı bir siyasetçi olan Kahraman’ın, “aldıklarını aldılar” dedikleri, Birinci Dünya Savaşı sonrası Anadolu’yu işgal eden başta İngiltere olmak üzere galip devletler.

Aldıkları” derken kastedilen de bu ülkenin ‘dini kimliği’ ve tabii hilafet makamı. 

Bu anlatıya göre, Mustafa Kemal ve ekibi, İslami kimlikten ve hilafetten vazgeçmek karşılığında İngilizler ile anlaşmış, Anadolu topraklarında işgal, bu nedenle sona ermiş ve cumhuriyet bu şekilde kurulmuştu. 

Diğer bir deyişle; Mustafa Kemal, kahramanlık bir yana, bu ülkeyi dinsiz bırakan bir ‘hain’di.

Soyer’e karşı yöneltilen ‘ecdada hakaret’ten kastedilen ‘ecdat’ da Sultan Vahdettin’di. 

Tüm resmi tarih yazımları geçmişi, ak-kara çizelgesi çerçevesinde tanımlar. 

Vahdettin, İngilizler ile başa çıkmanın mümkün olmadığına inanıyor ve Milli Mücadele’yi başarısızlığa mahkum bir macera olarak görüyordu, Kemalist tarih anlatısı, bu yaklaşımı, “o dönemin koşulları içinde sıradan bir düşünce farkı” olarak görmez. 

Mustafa Kemal, son padişah Vahdettin’i “doğal olarak” bir ‘hain’ olarak tanımlamıştı. “Doğal olarak’ diyorum, çünkü nihayetinde Vahdettin, galip devletleri kızdırmamak için Anadolu’daki Milli Mücadeleyi, bastırılması gereken bir isyan olarak görüyor ve bu mücadeleye karşı fetvalar alıyor, karşı güç olarak kurdurduğu “Hilafet Ordusu”nu üzerlerine salıyor, Mustafa Kemal’i mahkûm ediyordu.

Türkiye Cumhuriyeti, iki taraftan Mustafa Kemal’in öndeliğinde Millî Mücadelecilerin galibiyetinin sonucu olarak kuruldu. 

Bu koşullar altında, Mustafa Kemal’in Vahdettin’e, “o da kendi bakış açısına göre haklıydı” diye bakması beklenemez.

Ancak, zaman içinde, Vahdettin’i sadece ‘hain’ olarak değil, kendi dönemi ve koşulları içinde değerlendiren yaklaşımlar ifade buldu. Ancak, bunların ötesinde “Vahdettin’e söz söyletmeyiz” yaklaşımı, olsa olsa Cumhuriyet’in inşa sürecini bir “ihanet süreci” olarak tanımlayan İslamcı tarih görüşünün bir ifadesi olabilir.

Takdir etmek gerekir ki, aynı ülke içinde yaşayanların, yakın geçmişe dair bu denli bakış açısını benimsemesi, toplumsal barış açısından sorunlu bir tablo oluşturur, oluşturuyor. Ayrıca, bu durum bize özgü değil, tüm ülkelerin ‘kurucu tarih anlayışları’, tarihi şahsiyetlerin kodlanmasını belirler ve bu çerçevede farklı bakışlar gerilim konusu olur. 

Almanya’da, Hitler’i övmek söz konusu değildir, İspanya’da Franco’nun faşist olarak kodlayan demokratik dönemde, onu milli kahraman olarak tanımlamak, siyasal gerilim konusudur. Fransa’da, Birinci Dünya Savaşı kahramanı olmasına rağmen, İkinci Dünya Savaşı sürecinde Hitler ile iş birliği yapan Pétain’in mezarını ziyaret bile hoş karşılanmaz, vs.

Dolayısı ile, Sultan Vahdettin’e karşı mücadeleden doğmuş cumhuriyet rejiminde, bu konunun siyasi gerilim yaratmış olması doğaldır, zira Sultan Vahdettin’e itibar kazandıran görüşler, aslında Cumhuriyet rejimine karşı köklü bir itirazın ifadesidir. 

Ben, cumhuriyet rejimi ve yakın tarihimiz de dahil olmak üzere, her konuda yaklaşımların da özgürce tartışılmasından yana birisiyim.
O nedenle, benim asıl sorun olarak gördüğüm, İslamcı çevrenin, bu konuları açıkça tartışma konusu yapmaktan kaçınması ve imalar üzerinden gerilim yaratmasıdır. 

Tek Parti döneminde değiliz, bu konularda konuşmak tehlikeli değil, hele yirmi yıllık AK Parti iktidarından sonra, İslamcı tarih tezlerini savunmak değil, Tunç Soyer örneğinde olduğu gibi neredeyse savunmamaksuç’ haline geldi.

Bu koşullar altında, bu çevre neden hâlâ tarih konusundaki görüşlerini ‘açıkça’ söylemekten kaçınır, karnından konuşmaya devam eder, merak ediyorum” demeyeceğim. 

Nedenini biliyorum, ama o da başka bir yazının konusu olsun.

.

Nuray Mert, dikGAZETE.com

Tarih her zaman ve her yerde siyasi bir konudur. Bu, “herkes aklına estiği gibi tarih yazar” anlamına gelmez, elbette geçmişte olup bitenlere dair bilgi manasında bir tarih yazımı vardır. Ancak, bir adım sonra işler karışır, bir tarafın zaferi, diğerinin yenilgisi, bir tarafın kahramanı diğer tarafın ‘hain’i olabilir.

Dahası; bu taraflar, iki düşman ülke değil, iki çatışan görüş, siyaset çizgisi de olabilir. 

En son İzmir’in Kurtuluşu kutlamasında Belediye Başkanı Soyer’in konuşması, Türkiye’de bir kez daha tarih-siyaset savaşlarının konusu oldu. 

İktidar partisi çevresi, Soyer’in, Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki ‘mütareke dönemiOsmanlı Padişahı Vahdettin ve saray çevresini “hain ve gafil” olarak tanımlamasını, “tarihimize saygısızlık” olarak topa tuttu.

Öncelikle, bir noktaya açıklık getirelim; Türkiye’de yaşayan herkes ‘tarihimiz’ ve onun ‘kahramanları’ndan aynı şeyi kastetmiyor. Daha doğrusu, belli başlı iki tarih yazıcılığı ve siyaset çizgisinin, ‘kahramanları’ birbirinden farklı. 

Cumhuriyet’in resmi tarih okuması olan Kemalist bakış açısına göre, kurucu lider Mustafa Kemal, tartışmasız bir kurtarıcı kahraman, son Osmanlı Padişahı Vahdettin bir hain.

İslamcı tarih görüşüne göre ise, Mustafa Kemal’in kahramanlığı su götürür bir konu, Vahdettin ise ‘ulu sultan’ olmasa da Osmanlı tarihinin bir parçası. 

Bir de muhafazakâr denilebilecek bir çevrenin Kemalist tarih yazımına karşı eleştirel ama, Mustafa Kemal’e hürmetkar bir tevilci yaklaşımı söz konusu.

Bu tevilci yaklaşım, önceleri resmi tarih olan Kemalist tarih bakışına, doğrudan karşı çıkmanın riski dolayısı ile ihtiyatlı olmak ihtiyacından kaynaklansa da daha sonra Kemalizmin sağ yorumu olarak içselleştirilmiş bir anlatıya dönüştü. 

İslamcı geçmişten gelen AK Parti’nin yirmi yıllık iktidarı sürecinde, İslamcı tarih anlatısına bağlı olan partinin kurucu kadrosu, görüşlerini açıkça ifade etmekten imtina ettiler.

Daha sonra, İslamcı tarih anlatısı biraz yumuşatılarak ‘yeni resmi tarih’ haline sokulmaya çalışıldı, ama pek tutmadı. 

Bu nedenle, bu çevre, yasal ve siyasal engeller ortadan kalktıktan sonra da, özellikle Mustafa Kemal’e ilişkin olarak ‘karnından konuşmaya’ devam etmek zorunda kaldı. Ancak, bu dönemde hep birileri, bir vesile ile ‘İslamcı tarih anlayışı’ çerçevesinde çıkışlar yaptı, tartışmalar çıktı. 

30 Ağustos Zafer Bayramı ardından AK Partili İsmail Kahraman’ın, “şehirlerin kurtuluşunu kutlamanın anlamı yok, aldıklarını aldılar, gittiler” sözleri, bu çıkışlardan biriydi, ardından Soyer’in sözlerine dair tartışma çıktı.

Soğuk Savaş döneminden kalma İslamcı bir siyasetçi olan Kahraman’ın, “aldıklarını aldılar” dedikleri, Birinci Dünya Savaşı sonrası Anadolu’yu işgal eden başta İngiltere olmak üzere galip devletler.

Aldıkları” derken kastedilen de bu ülkenin ‘dini kimliği’ ve tabii hilafet makamı. 

Bu anlatıya göre, Mustafa Kemal ve ekibi, İslami kimlikten ve hilafetten vazgeçmek karşılığında İngilizler ile anlaşmış, Anadolu topraklarında işgal, bu nedenle sona ermiş ve cumhuriyet bu şekilde kurulmuştu. 

Diğer bir deyişle; Mustafa Kemal, kahramanlık bir yana, bu ülkeyi dinsiz bırakan bir ‘hain’di.

Soyer’e karşı yöneltilen ‘ecdada hakaret’ten kastedilen ‘ecdat’ da Sultan Vahdettin’di. 

Tüm resmi tarih yazımları geçmişi, ak-kara çizelgesi çerçevesinde tanımlar. 

Vahdettin, İngilizler ile başa çıkmanın mümkün olmadığına inanıyor ve Milli Mücadele’yi başarısızlığa mahkum bir macera olarak görüyordu, Kemalist tarih anlatısı, bu yaklaşımı, “o dönemin koşulları içinde sıradan bir düşünce farkı” olarak görmez. 

Mustafa Kemal, son padişah Vahdettin’i “doğal olarak” bir ‘hain’ olarak tanımlamıştı. “Doğal olarak’ diyorum, çünkü nihayetinde Vahdettin, galip devletleri kızdırmamak için Anadolu’daki Milli Mücadeleyi, bastırılması gereken bir isyan olarak görüyor ve bu mücadeleye karşı fetvalar alıyor, karşı güç olarak kurdurduğu “Hilafet Ordusu”nu üzerlerine salıyor, Mustafa Kemal’i mahkûm ediyordu.

Türkiye Cumhuriyeti, iki taraftan Mustafa Kemal’in öndeliğinde Millî Mücadelecilerin galibiyetinin sonucu olarak kuruldu. 

Bu koşullar altında, Mustafa Kemal’in Vahdettin’e, “o da kendi bakış açısına göre haklıydı” diye bakması beklenemez.

Ancak, zaman içinde, Vahdettin’i sadece ‘hain’ olarak değil, kendi dönemi ve koşulları içinde değerlendiren yaklaşımlar ifade buldu. Ancak, bunların ötesinde “Vahdettin’e söz söyletmeyiz” yaklaşımı, olsa olsa Cumhuriyet’in inşa sürecini bir “ihanet süreci” olarak tanımlayan İslamcı tarih görüşünün bir ifadesi olabilir.

Takdir etmek gerekir ki, aynı ülke içinde yaşayanların, yakın geçmişe dair bu denli bakış açısını benimsemesi, toplumsal barış açısından sorunlu bir tablo oluşturur, oluşturuyor. Ayrıca, bu durum bize özgü değil, tüm ülkelerin ‘kurucu tarih anlayışları’, tarihi şahsiyetlerin kodlanmasını belirler ve bu çerçevede farklı bakışlar gerilim konusu olur. 

Almanya’da, Hitler’i övmek söz konusu değildir, İspanya’da Franco’nun faşist olarak kodlayan demokratik dönemde, onu milli kahraman olarak tanımlamak, siyasal gerilim konusudur. Fransa’da, Birinci Dünya Savaşı kahramanı olmasına rağmen, İkinci Dünya Savaşı sürecinde Hitler ile iş birliği yapan Pétain’in mezarını ziyaret bile hoş karşılanmaz, vs.

Dolayısı ile, Sultan Vahdettin’e karşı mücadeleden doğmuş cumhuriyet rejiminde, bu konunun siyasi gerilim yaratmış olması doğaldır, zira Sultan Vahdettin’e itibar kazandıran görüşler, aslında Cumhuriyet rejimine karşı köklü bir itirazın ifadesidir. 

Ben, cumhuriyet rejimi ve yakın tarihimiz de dahil olmak üzere, her konuda yaklaşımların da özgürce tartışılmasından yana birisiyim.
O nedenle, benim asıl sorun olarak gördüğüm, İslamcı çevrenin, bu konuları açıkça tartışma konusu yapmaktan kaçınması ve imalar üzerinden gerilim yaratmasıdır. 

Tek Parti döneminde değiliz, bu konularda konuşmak tehlikeli değil, hele yirmi yıllık AK Parti iktidarından sonra, İslamcı tarih tezlerini savunmak değil, Tunç Soyer örneğinde olduğu gibi neredeyse savunmamaksuç’ haline geldi.

Bu koşullar altında, bu çevre neden hâlâ tarih konusundaki görüşlerini ‘açıkça’ söylemekten kaçınır, karnından konuşmaya devam eder, merak ediyorum” demeyeceğim. 

Nedenini biliyorum, ama o da başka bir yazının konusu olsun.

.

Nuray Mert, dikGAZETE.com