Tat yok, gecesinde gündüzünde.. Neyleyeyim bu yeryüzünde..
Tat yok, gecesinde gündüzünde.. Neyleyeyim bu yeryüzünde..
- 27-12-2020 20:39
- 899
- 27-12-2020 20:39
- 899
Bugün 27 Aralık 2020..
İstiklâl şâirimiz Mehmet Akif Ersoy'un vefâtının 84. Yıldönümü..
Bugün merhum şâirimizin yine bir başka merhum şâirimiz olan Abdülhâk Hâmid Tarhan’la arasında geçen bir yaşanmış ibretlik olayı sizlerle paylaşacağım..
Abdülhâk Hâmid Tarhan'ı bilirsiniz..
Devrinin kuvvetli şairlerindendi..
Hatta kendisine o devirde "şâir-i âzâm” lâkabı takılmıştı..
Ayni zamanda devlet adamıydı..
Fakat, görüntüsü klâsik Osmanlı fotoğrafına uymuyordu..
Çenesindeki top sakalıyla, yuvarlak ve tek çerçeveli gözlüğüyle Fransız monsenyörleri andırıyordu..
Üstâd, 1883 yılında Hindistan-Bombay sefiriyken çok sevgili eşi Fatma hanım hastalanır ve İstanbul’a dönme kararı alırlar..
Tabii o zaman uçak filan yok, dönüş vapurla olur..
Uzatmayalım, Fatma hanım Lübnan açıklarında vefat eder..
Abdülhâk Hâmid’in adeta dünyası yıkılmıştır..
Fevkalâde teessüre kapılır..
Merhumeyi Beyrut’ta defnederler..
Bunun üzerine bugün bile dillerden düşmeyen MAKBER’i yazar Abdülhâk Hâmid Tarhan!..
Sonra bu bu muhteşem şiir Mehmet Baha tarafından Rast makamında bestelenir.. Gazel olarak okunur..
Ve bu gazeli de en iyi rahmetli Hafız Burhan okumuştur..
Sırası gelmişken hatırlayalım o eseri;
Her yer karanlık pür-nûr o mevki..
Mağrip mi yoksa makber mi yâ Râb?..
Ya habgâh-ı dilber mi yâ Rab?..
Rüya değil bu, ayniyle vâki..
*
Kabri çiçekten bir türbe olmuş..
Dönmüş o türbe bir haclegâhe..
Bir haclegâhe dönmüşse türben..
Aç koynunu aç, mâ'şukanım ben..
*
Abdülhak Hâmid, hanımının vefâtından çok etkilenir.. Fakat hayat da devam eder..
Aziz İstanbul’a döner ve Lüsyen isimli bir yabancı hanımla hayatını birleştirir..
Abdülhâk Hâmid, Servet-i Fünuncu bir şairdir..
Bir başka deyişle, şiiri Arap ve Fars edebiyatından kopartmak isteyenlerin başını çekenlerdendir..
Recaizade Mahmud Ekrem, Cenap Şahabettin, Tevfik Fikret ve diğerleriyle birlikte hareket eder ve hayatı hep bu minvâlde geçer..
Derken, Abdülhak Hâmid’de her fani gibi gün gelir yaşlanır, hastalanır ve daha iyi bakım için Teşvikiye Şifâ Yurduna yatırılır..
Talebeleri, şâirler, edipler ve sevenleri, boş bırakmazlar üstâdı ve ziyaretine gelirler..
Bunlardan biri de Hasan Âli Yücel’dir..
Bir pazar günü hocasını ziyarete gider Hasan Âli Yücel..
Ziyaret esnasında Abdülhâk Hâmid Tarhan’la aralarında geçen konuşmayı ertesi gün gazetedeki “tecessüsler” isimli köşesine taşır..
Abdülhâk Hâmid’in hastalığından dolayı canı çok sıkkındır.
Kısa bir hoş-beşten sonra Hasan Âli Yücel, üstadın ellerini avuçlarının arasına alarak sorar;
- Hocam nasılsınız?..
Abdülhak Hâmid üzgün bir biçimde cevap verir;
"TAT YOK GECESİNDE GÜNDÜZÜNDE..
NEYLEYEYİM BU YERYÜZÜNDE.."
İfadeden anlaşıldığı gibi üstâd hayli bedbindir ve hastalığından ötürü belki de bir an önce dünya değiştirmek arzusundadır..
Bu olay 1936 yılının ilk aylarında yaşanmıştır ve daha sonra Milli Eğitim Bakanlığı da yapacak olan Hasan Âli Yücel o sıralarda CHP İzmir Milletvekili’dir, ayni zamanda da devrin yarı resmi ajansı konumunda bulunan Cumhuriyet gazetesi'nde köşe yazarlığı da yapmaktadır..
Hasan Âli Beyin yazısını pek çok kişi okur..
Evet, o pek çok kişinin arasında vatan şâiri ve istiklâl marşımızı aziz milletimize armağan eden Mehmet Akif Ersoy’da vardır..
Abdülhâk Hâmid zihniyetinde olan edebi şahsiyetlerle yıllarca mücadele etmiştir Mehmet Akif Ersoy..
Birbirlerine çok sert sözler sarf etmişlerdir..
Ancak bu defa durum farklıdır..
Fikirleri hiçbir zaman uyuşmamış olsa da karşısında hasta birisi vardır..
Bir şeyler söyleyecektir elbette, fakat bunu yaparken de lisân-ı münasibe dikkat etmesi gerekmektedir..
Kibar insandır zira Mehmet Akif Ersoy..
Neyi, ne zaman, nasıl, söyleyeceğini iyi bilenlerdendir..
Zaten o zamanın insanları fikren uyuşmasalar bile, nezaket ve zarafeti yaşam biçimi yapmışlardır..
Mehmet Akif, yazıyı okuduktan sonra bir şeyler karalayarak talebesine döner ve şöyle der;
“Evlâdım, al bu zarfı, doğruca Teşvikiye Şifâ Yurdu’na git, orada yatan Abdülhâk Hâmid Beyefendiye ver!.. Acil şifalar dilemeyi de unutma..”
"Emredersiniz hocam", der talebesi ve doğruca Abdülhâk Hâmid’in yanına gider..
“Efendim, hocam Mehmet Akif Bey, size selâmlarıyla birlikte en kâlbi şifa dileklerini söyledi ve şu zarfı verdi” der!..
Abdülhâk Hâmid, zarfı açar, okur.. Hem okur, hem de dalar gider..
Şöyle yazmıştır büyük şâir Akif;
"TADI VARDIR RÛZ-İ ŞEB'İ DERYANIN,
TAT BULAMAZSAN O DA KENDİ NOKSANIN.."
Evet değerli dostlarım; hikâye böyle..
Bunun üzerine başka ne denir, bilemiyorum!..
Ancak şunu biliyorum ve kendi hayatımda da bu tarzı uygulamaya gayret ediyorum..
Hayattan zevk alma kabiliyetlerini kaybedenlerin işi zor..
Tabii o biraz da inançla ve ufukla alâkalı..
En bozuk, en berbat durumlarda bile başa gelenleri tevekkülle karşılayabilecek, hatta keyif bile alabilecek bir şeyler yakalayabilir insanoğlu..
Yeter ki güzel görsün!.
Yeter ki iyi ve güzel düşünsün!..
Güzel düşünen de mutlaka güzel görür..
Netice-i kelâm;
Bardağın boş kısmını bırakalım bir kenara..
Dolu kısmı herkese yeter..
Vesselâm..
.
Sami Özey, dikGAZETE.com
Bugün 27 Aralık 2020..
İstiklâl şâirimiz Mehmet Akif Ersoy'un vefâtının 84. Yıldönümü..
Bugün merhum şâirimizin yine bir başka merhum şâirimiz olan Abdülhâk Hâmid Tarhan’la arasında geçen bir yaşanmış ibretlik olayı sizlerle paylaşacağım..
Abdülhâk Hâmid Tarhan'ı bilirsiniz..
Devrinin kuvvetli şairlerindendi..
Hatta kendisine o devirde "şâir-i âzâm” lâkabı takılmıştı..
Ayni zamanda devlet adamıydı..
Fakat, görüntüsü klâsik Osmanlı fotoğrafına uymuyordu..
Çenesindeki top sakalıyla, yuvarlak ve tek çerçeveli gözlüğüyle Fransız monsenyörleri andırıyordu..
Üstâd, 1883 yılında Hindistan-Bombay sefiriyken çok sevgili eşi Fatma hanım hastalanır ve İstanbul’a dönme kararı alırlar..
Tabii o zaman uçak filan yok, dönüş vapurla olur..
Uzatmayalım, Fatma hanım Lübnan açıklarında vefat eder..
Abdülhâk Hâmid’in adeta dünyası yıkılmıştır..
Fevkalâde teessüre kapılır..
Merhumeyi Beyrut’ta defnederler..
Bunun üzerine bugün bile dillerden düşmeyen MAKBER’i yazar Abdülhâk Hâmid Tarhan!..
Sonra bu bu muhteşem şiir Mehmet Baha tarafından Rast makamında bestelenir.. Gazel olarak okunur..
Ve bu gazeli de en iyi rahmetli Hafız Burhan okumuştur..
Sırası gelmişken hatırlayalım o eseri;
Her yer karanlık pür-nûr o mevki..
Mağrip mi yoksa makber mi yâ Râb?..
Ya habgâh-ı dilber mi yâ Rab?..
Rüya değil bu, ayniyle vâki..
*
Kabri çiçekten bir türbe olmuş..
Dönmüş o türbe bir haclegâhe..
Bir haclegâhe dönmüşse türben..
Aç koynunu aç, mâ'şukanım ben..
*
Abdülhak Hâmid, hanımının vefâtından çok etkilenir.. Fakat hayat da devam eder..
Aziz İstanbul’a döner ve Lüsyen isimli bir yabancı hanımla hayatını birleştirir..
Abdülhâk Hâmid, Servet-i Fünuncu bir şairdir..
Bir başka deyişle, şiiri Arap ve Fars edebiyatından kopartmak isteyenlerin başını çekenlerdendir..
Recaizade Mahmud Ekrem, Cenap Şahabettin, Tevfik Fikret ve diğerleriyle birlikte hareket eder ve hayatı hep bu minvâlde geçer..
Derken, Abdülhak Hâmid’de her fani gibi gün gelir yaşlanır, hastalanır ve daha iyi bakım için Teşvikiye Şifâ Yurduna yatırılır..
Talebeleri, şâirler, edipler ve sevenleri, boş bırakmazlar üstâdı ve ziyaretine gelirler..
Bunlardan biri de Hasan Âli Yücel’dir..
Bir pazar günü hocasını ziyarete gider Hasan Âli Yücel..
Ziyaret esnasında Abdülhâk Hâmid Tarhan’la aralarında geçen konuşmayı ertesi gün gazetedeki “tecessüsler” isimli köşesine taşır..
Abdülhâk Hâmid’in hastalığından dolayı canı çok sıkkındır.
Kısa bir hoş-beşten sonra Hasan Âli Yücel, üstadın ellerini avuçlarının arasına alarak sorar;
- Hocam nasılsınız?..
Abdülhak Hâmid üzgün bir biçimde cevap verir;
"TAT YOK GECESİNDE GÜNDÜZÜNDE..
NEYLEYEYİM BU YERYÜZÜNDE.."
İfadeden anlaşıldığı gibi üstâd hayli bedbindir ve hastalığından ötürü belki de bir an önce dünya değiştirmek arzusundadır..
Bu olay 1936 yılının ilk aylarında yaşanmıştır ve daha sonra Milli Eğitim Bakanlığı da yapacak olan Hasan Âli Yücel o sıralarda CHP İzmir Milletvekili’dir, ayni zamanda da devrin yarı resmi ajansı konumunda bulunan Cumhuriyet gazetesi'nde köşe yazarlığı da yapmaktadır..
Hasan Âli Beyin yazısını pek çok kişi okur..
Evet, o pek çok kişinin arasında vatan şâiri ve istiklâl marşımızı aziz milletimize armağan eden Mehmet Akif Ersoy’da vardır..
Abdülhâk Hâmid zihniyetinde olan edebi şahsiyetlerle yıllarca mücadele etmiştir Mehmet Akif Ersoy..
Birbirlerine çok sert sözler sarf etmişlerdir..
Ancak bu defa durum farklıdır..
Fikirleri hiçbir zaman uyuşmamış olsa da karşısında hasta birisi vardır..
Bir şeyler söyleyecektir elbette, fakat bunu yaparken de lisân-ı münasibe dikkat etmesi gerekmektedir..
Kibar insandır zira Mehmet Akif Ersoy..
Neyi, ne zaman, nasıl, söyleyeceğini iyi bilenlerdendir..
Zaten o zamanın insanları fikren uyuşmasalar bile, nezaket ve zarafeti yaşam biçimi yapmışlardır..
Mehmet Akif, yazıyı okuduktan sonra bir şeyler karalayarak talebesine döner ve şöyle der;
“Evlâdım, al bu zarfı, doğruca Teşvikiye Şifâ Yurdu’na git, orada yatan Abdülhâk Hâmid Beyefendiye ver!.. Acil şifalar dilemeyi de unutma..”
"Emredersiniz hocam", der talebesi ve doğruca Abdülhâk Hâmid’in yanına gider..
“Efendim, hocam Mehmet Akif Bey, size selâmlarıyla birlikte en kâlbi şifa dileklerini söyledi ve şu zarfı verdi” der!..
Abdülhâk Hâmid, zarfı açar, okur.. Hem okur, hem de dalar gider..
Şöyle yazmıştır büyük şâir Akif;
"TADI VARDIR RÛZ-İ ŞEB'İ DERYANIN,
TAT BULAMAZSAN O DA KENDİ NOKSANIN.."
Evet değerli dostlarım; hikâye böyle..
Bunun üzerine başka ne denir, bilemiyorum!..
Ancak şunu biliyorum ve kendi hayatımda da bu tarzı uygulamaya gayret ediyorum..
Hayattan zevk alma kabiliyetlerini kaybedenlerin işi zor..
Tabii o biraz da inançla ve ufukla alâkalı..
En bozuk, en berbat durumlarda bile başa gelenleri tevekkülle karşılayabilecek, hatta keyif bile alabilecek bir şeyler yakalayabilir insanoğlu..
Yeter ki güzel görsün!.
Yeter ki iyi ve güzel düşünsün!..
Güzel düşünen de mutlaka güzel görür..
Netice-i kelâm;
Bardağın boş kısmını bırakalım bir kenara..
Dolu kısmı herkese yeter..
Vesselâm..
.
Sami Özey, dikGAZETE.com