Tebliğciler ve masadakiler

Tebliğciler ve masadakiler

Tebliğciler ve masadakiler Tebliğciler ve masadakiler

Bir grup ‘Tebliğci’nin Kadıköy’de içkili bir mekânda oturanlara tebliğ faaliyetinde bulunmasının ardından, büyük bir tartışma başladı. Bence, bu tür tartışmalar iyidir; bu yolla toplumsal barış içinde yaşamanın adabı gelişir. Veya gelişmez, bakın işte o kötü olur.

Malum, modernleşme döneminin başlarından itibaren Müslüman nüfuslu toplumlarda, dinin toplumsal yaşamdaki yeri hep nizalı bir konu olmuştur.

Toplumsal yaşam denince, tabii siyaset-din ilişkisi merkezi bir önem taşıyor.

Devletlerin din adına toplumsal alana müdahalesi kaçınılmaz olarak baskı rejimleri üretiyor.

Modern toplumsal yaşamın siyasi kurgusu olarak kabul edilen demokrasiler için laiklik bu açıdan çok önemli bir konu.

Ancak ‘laiklik’ deyip işin içinden çıkmak da çok kolay değil, Türkiye’de laiklik tartışmaları, her zaman çetrefilli bir konu oldu.

Diğer taraftan, bu mesele, sıklıkla sanıldığı gibi sadece bize ve hatta Müslüman ülkelere özgü bir mevzu değil.

İslamcıların ve bazı muhafazakârların, kestirmeden ‘Müslümanlık ve laikliğin bağdaşmayacağı’ itirazının bir adım ötesinde ‘laik olmayan bir siyasi kurgu’nun nasıl olması gerektiği üzerine ciddi bir önerileri olmadığı görüldü.

Sonuçta, Müslüman coğrafyada, hadi Sünni Müslüman dünyada da diyelim, Pakistan gibi İslam Cumhuriyetleri de, Suudi Arabistan gibi İslami monarşi ve emirlikler var, hiç biri İslamcıların model olarak gördüğü düzenler değil.

Muhayyel ‘İslam devleti’ ve ‘İslam toplumu’nun nasıl bir düzen olması gerektiği de, hep ihtilaflı bir konu oldu.

Her şeyden önce,  Müslüman coğrafyanın hiçbir yerinde yaşayan insanların tümü İslami bir devlet düzeni içinde yaşamak istemiyor.

Türkiye, fazladan inançsızlar, Aleviler ve onların ötesinde kendini Sünni Müslüman olarak tanımlayanların pek çoğu açısından seküler kültürün yaygın ve köklü olduğu bir ülke. Bu saatten sonra, ‘bu seküler kültür dayatmadır’ demenin de bir karşılığı yok.

Diğer taraftan, ‘din hurafedir, toplumsal hayatta yeri olamaz’ demenin devri de geçti, o kadar ki sadece Müslüman dünyada değil, çoktan bu tartışmanın bittiği düşünülen Batı dünyasında pek çok vesile ile, din-toplum-siyaset ilişkisi, halen tartışma konusu oluyor.

O halde, ‘din ve vicdan özgürlüğü’ ilkesi konusunda anlaşmak zorundayız.

Tebliğciler meselesinin, bu konuyu somut bir örnek üzerinden tartışmak için iyi bir vesile olduğunu düşünüyorum.

Öncelikle, hiçbirimiz, ‘tebliğciler’ ile tartışanlara nasıl davranmaları gerektiğini öğretme iddiasında bulunamayız ama fikir yürütebiliriz.

Ben, tebliğciler ile kavga edenlerin davranışını fazla tepkisel ve kaba bulanlardanım. Ancak ‘bugün güler yüzle tebliğ ederler, yarın sopa ile kovalarlar’ kaygısını anlayabiliyorum.

Ancak bu kaygıları aşmanın yolu, ilkelerde anlaşmak; yani dinin, zor yolu ile dayatılmasının siyasi ve hukuki tedbirini almak konusunda ısrarlı olmak, gerisini sosyal nezaket çerçevesine taşımak.

Konu tebliğ veya değil, bir masada oturanların muhabbetini bozacak şekilde davranmanın âlemi yok tabii, ama ben yan masalardan atılan laflara terslik yapanlardan da hazzetmem.

Sonuçta, içkili veya çay-kahveli masalar keyif ortamlarıdır; bu keyfi paylaşmak da zevklidir.

Doğrusu, bu keyfin haram olduğunu tebliğ edenler de benim keyfimi kaçırmaz, dinlemek istemezseniz, espri ile geçiştirirsiniz olur biter diye düşünenlerdenim.

Öyle olursa, din adına telkinde bulunmak isteyenlerin de bu işlerin dayatma ile değil, medeni iletişim ile mümkün olduğu yönündeki sergiledikleri tutumları pekişir.

Sonuçta, tebliğciler de cehennem zebanisi değil, son derece medeni, iyi niyetli insanlara benziyor, “ortamı germenin ne âlemi var?” diye düşünüyorum.

Hem sizlerin de onlara söyleyeceği bir şeyler vardır belki.

Belki hoş bir sohbet çıkar bu tür karşılaşmalardan.

Bazı şeyler, kanunla değil, toplumsal iletişim ile hallolur.

Kendini dindar olarak görenler de, olmayanlar da ‘hoş geçinmek’ konusunda anlaşırlarsa, meselenin önemli bir kısmı hallolur.

Sonuçta ‘demokrasi’ dediğimiz de, kuşkusuz öncelikle kişisel ve toplumsal özgürlükleri teminat altına alan kanunla, kuralla mümkün olur ama aynı zamanda bunların ötesinde ‘hoş geçinme’nin adabını bulmak ve kurmakla gelişir.

*

SEVGİLİ AYDIN ENGİN’E VEDA

Aydın Engin’i sevmeyen var mı bilemem, ama ardından, bin bir çeşit insanın bu derece muhabbetle andığı çok az insan vardır. Sık görüşmezdik ama hep bol esprili telefon konuşmalarımızı çok özleyeceğim. Asık suratlı olmadan da ilkeli, politik bir insan olunabileceğinin canlı örneği idi. Sıkıntılı hastalık dönemlerinde bile güler yüzü değişmedi, hem onunki, ‘yenilmedim, ayaktayım zorakiliği’ değil, sahici bir güler yüzdü. Özlemeden anmak mümkün değil, nur içinde yatsın.

.

Nuray Mert, dikGAZETE.com

-not; bu yazı, aynı gün ‘politikyol’da yayınlandı-

Bir grup ‘Tebliğci’nin Kadıköy’de içkili bir mekânda oturanlara tebliğ faaliyetinde bulunmasının ardından, büyük bir tartışma başladı. Bence, bu tür tartışmalar iyidir; bu yolla toplumsal barış içinde yaşamanın adabı gelişir. Veya gelişmez, bakın işte o kötü olur.

Malum, modernleşme döneminin başlarından itibaren Müslüman nüfuslu toplumlarda, dinin toplumsal yaşamdaki yeri hep nizalı bir konu olmuştur.

Toplumsal yaşam denince, tabii siyaset-din ilişkisi merkezi bir önem taşıyor.

Devletlerin din adına toplumsal alana müdahalesi kaçınılmaz olarak baskı rejimleri üretiyor.

Modern toplumsal yaşamın siyasi kurgusu olarak kabul edilen demokrasiler için laiklik bu açıdan çok önemli bir konu.

Ancak ‘laiklik’ deyip işin içinden çıkmak da çok kolay değil, Türkiye’de laiklik tartışmaları, her zaman çetrefilli bir konu oldu.

Diğer taraftan, bu mesele, sıklıkla sanıldığı gibi sadece bize ve hatta Müslüman ülkelere özgü bir mevzu değil.

İslamcıların ve bazı muhafazakârların, kestirmeden ‘Müslümanlık ve laikliğin bağdaşmayacağı’ itirazının bir adım ötesinde ‘laik olmayan bir siyasi kurgu’nun nasıl olması gerektiği üzerine ciddi bir önerileri olmadığı görüldü.

Sonuçta, Müslüman coğrafyada, hadi Sünni Müslüman dünyada da diyelim, Pakistan gibi İslam Cumhuriyetleri de, Suudi Arabistan gibi İslami monarşi ve emirlikler var, hiç biri İslamcıların model olarak gördüğü düzenler değil.

Muhayyel ‘İslam devleti’ ve ‘İslam toplumu’nun nasıl bir düzen olması gerektiği de, hep ihtilaflı bir konu oldu.

Her şeyden önce,  Müslüman coğrafyanın hiçbir yerinde yaşayan insanların tümü İslami bir devlet düzeni içinde yaşamak istemiyor.

Türkiye, fazladan inançsızlar, Aleviler ve onların ötesinde kendini Sünni Müslüman olarak tanımlayanların pek çoğu açısından seküler kültürün yaygın ve köklü olduğu bir ülke. Bu saatten sonra, ‘bu seküler kültür dayatmadır’ demenin de bir karşılığı yok.

Diğer taraftan, ‘din hurafedir, toplumsal hayatta yeri olamaz’ demenin devri de geçti, o kadar ki sadece Müslüman dünyada değil, çoktan bu tartışmanın bittiği düşünülen Batı dünyasında pek çok vesile ile, din-toplum-siyaset ilişkisi, halen tartışma konusu oluyor.

O halde, ‘din ve vicdan özgürlüğü’ ilkesi konusunda anlaşmak zorundayız.

Tebliğciler meselesinin, bu konuyu somut bir örnek üzerinden tartışmak için iyi bir vesile olduğunu düşünüyorum.

Öncelikle, hiçbirimiz, ‘tebliğciler’ ile tartışanlara nasıl davranmaları gerektiğini öğretme iddiasında bulunamayız ama fikir yürütebiliriz.

Ben, tebliğciler ile kavga edenlerin davranışını fazla tepkisel ve kaba bulanlardanım. Ancak ‘bugün güler yüzle tebliğ ederler, yarın sopa ile kovalarlar’ kaygısını anlayabiliyorum.

Ancak bu kaygıları aşmanın yolu, ilkelerde anlaşmak; yani dinin, zor yolu ile dayatılmasının siyasi ve hukuki tedbirini almak konusunda ısrarlı olmak, gerisini sosyal nezaket çerçevesine taşımak.

Konu tebliğ veya değil, bir masada oturanların muhabbetini bozacak şekilde davranmanın âlemi yok tabii, ama ben yan masalardan atılan laflara terslik yapanlardan da hazzetmem.

Sonuçta, içkili veya çay-kahveli masalar keyif ortamlarıdır; bu keyfi paylaşmak da zevklidir.

Doğrusu, bu keyfin haram olduğunu tebliğ edenler de benim keyfimi kaçırmaz, dinlemek istemezseniz, espri ile geçiştirirsiniz olur biter diye düşünenlerdenim.

Öyle olursa, din adına telkinde bulunmak isteyenlerin de bu işlerin dayatma ile değil, medeni iletişim ile mümkün olduğu yönündeki sergiledikleri tutumları pekişir.

Sonuçta, tebliğciler de cehennem zebanisi değil, son derece medeni, iyi niyetli insanlara benziyor, “ortamı germenin ne âlemi var?” diye düşünüyorum.

Hem sizlerin de onlara söyleyeceği bir şeyler vardır belki.

Belki hoş bir sohbet çıkar bu tür karşılaşmalardan.

Bazı şeyler, kanunla değil, toplumsal iletişim ile hallolur.

Kendini dindar olarak görenler de, olmayanlar da ‘hoş geçinmek’ konusunda anlaşırlarsa, meselenin önemli bir kısmı hallolur.

Sonuçta ‘demokrasi’ dediğimiz de, kuşkusuz öncelikle kişisel ve toplumsal özgürlükleri teminat altına alan kanunla, kuralla mümkün olur ama aynı zamanda bunların ötesinde ‘hoş geçinme’nin adabını bulmak ve kurmakla gelişir.

*

SEVGİLİ AYDIN ENGİN’E VEDA

Aydın Engin’i sevmeyen var mı bilemem, ama ardından, bin bir çeşit insanın bu derece muhabbetle andığı çok az insan vardır. Sık görüşmezdik ama hep bol esprili telefon konuşmalarımızı çok özleyeceğim. Asık suratlı olmadan da ilkeli, politik bir insan olunabileceğinin canlı örneği idi. Sıkıntılı hastalık dönemlerinde bile güler yüzü değişmedi, hem onunki, ‘yenilmedim, ayaktayım zorakiliği’ değil, sahici bir güler yüzdü. Özlemeden anmak mümkün değil, nur içinde yatsın.

.

Nuray Mert, dikGAZETE.com

-not; bu yazı, aynı gün ‘politikyol’da yayınlandı-