Yargı krizi değil, siyasi kriz

Yargı krizi değil, siyasi kriz

Yargı krizi değil, siyasi kriz Yargı krizi değil, siyasi kriz

Yargı krizi değil, siyasi kriz 

Türkiye’de bu kez iki yüksek yargı kurumunu karşı karşıya getiren kriz, çok önemli ama, malum, genel olarak yargı krizinin bir parçası.

Olağan koşullarda, Anayasa Mahkemesi üst kurumdur ve hiyerarşi söz konusudur. Yine demokrasiler açısından “olağan” durumlarda, kuvvetler ayrımı çerçevesinde yargı bağımsızdır, yani iktidarların değişimi ile değişmeyen bir hakemlik zemindir.

Ancak, Türkiye’de uzunca bir zamandır “olağanüstü” durum söz konusu. AK Parti iktidar sürecinde, bazılarının “pasif devrim” olarak tanımladığı bir değişim yaşandı.

Önce tüm kurumlar, seçimle iktidar olan partinin denetimi altına girdi, sonra siyasal rejim toptan değişmedi ama büyük bir dönüşüm geçirerek, “Cumhurbaşkanlığı sistemi” adı verilen, siyasal otoritenin tek odakta yoğunlaştığı bir düzene geçildi.

Bu süreç aslında Anayasa değişimini de öngörüyordu ve zaten halen bu konu gündemde.

Bu adım henüz gerçekleşmediği için, şimdilik kurumlar, istenen biçimde işlemediği durumlarda Cumhurbaşkanı’nın fiili düzeyde müdahalesi söz konusu oluyor. 

Diğer bir deyişle, “Cumhurbaşkanlığı sistemi” denilen otoriter sistemin denetiminden kaçan durumlarda, mevcut hukuk sistemi, siyasi otorite tarafından tanımlanıyor.

Böylece pek çok durumda, bizim hukuksuzluk dediğimiz durum ortaya çıkıyor.

Bu noktada gözden kaçan husus, aslında hukukun siyasetten tümüyle bağımsız biçimde tanımlanamayacağıdır.

Hukuk, farklı rejimlerde farklı biçimde tanımlanır ve işler.

Rejimlerin tanımından bağımsız bir suç tanımı yoktur, bazı rejimlerde suç olarak tanımlanmayan bir fiil diğerlerinde suç olarak tanımlanabilir.

Demokratik rejimlerde “suç” tanımı, özgürlüklerin esas alındığı bir çerçevede tanımlanırken; otoriter rejimlerde, özgürlük alanının sınırları dar olduğu için, suç tanımının kapsamı genişler.

Türkiye’de yaşanan durum budur.

Benim “düşünce özgürlüğü” dediğim şeyi, bu iktidar “suç” olarak tanımlıyor, bu kadar basit.

Sadece yasalardan söz etmiyorum, nihayetinde en genel manada da hukuk, siyasi kavramlar ile şekillenir, o nedenle asıl mesele özgürlükleri önceleyen bir siyaset anlayışı ile belirlenen hukuk sistemi ve kurumlarına sahip olmaktır.

Dahası, hukuk bir noktadan sonra, dünya görüşleri ve ideolojileri yansıtır.

Laikliği esas alan bir siyasi ideoloji ile dini milliyetçiliği esas alan ideolojiler farklı hukuk anlayışına sahiptir. Bu açıdan, hukukun ve kurumlarının, steril bir alan olması da beklenemez.

Tam da bu nedenle, Türkiye’de yaşanan kriz, yargı krizi olmanın ötesinde siyasi bir kriz.

Biz galiba, Türkiye’de pasif de olsa devrim mahiyetinde bir dönüşüm yaşandığının farkında değiliz.

Bir yandan otoriter bir yönetimden şikâyet ediyoruz ama sonuçlarına hala şaşırıyoruz. Halihazırda “seçimli otoriter” denilen bir rejim söz konusu olduğu için son başkanlık seçimleri ile durum değişebilirdi, nitekim muhalefet ittifakı, hedeflerinin parlamenter demokratik sisteme dönüş olduğunu ifade ediyordu. 

Olmadı.

Öyleyse susup oturalım” demiyorum ama durumun farkında değilmiş gibi yapmanın da anlamı olmuyor.

Sonuçta, hukuk düzeni de, özgürlük talepleri de, arkasına siyasal bir güç yüklenebilirse karşılık bulur.

Aslında, seçim kaybedilmiş olsa da mevcut sisteme itirazların buluştuğu muhalefet ittifakının Türkiye’nin yarısına yakın seçmeninin desteğini almış olması, dengeleyici bir siyasal güç mahiyeti taşıyabilirdi.

Demokratik itiraz ve taleplerimizi bu güç zemininden hareketle daha etkili kılabilirdik.

Ancak muhalefet ittifakı, bu zeminin önemini hiçe saymayı tercih ederek birbirine düştü, ana muhalafet partisi, kendi içinde bölündü.

Türkiye’de mevcut düzene karşı ciddi bir demokratik muhalefet vizyonu ve dolayısı ile gücü olmadığı iyice ortaya çıktı. 

Ne yani gücü olmayan hakkını, hukukunu arayamayacak mı?” diyebilirsiniz. Ancak, “bu ülkede demokrasi yok” diyorsak, arananın bulunmayacağı açık ve tek çare, demokratik bir güç oluşturmak.

Şu anda tartışma konusu olan Türkiye İşçi Partisi’nden milletvekili seçilmiş olan Can Atalay’ın tahliye edilmemesi ve benzer tasarruflar, artık bir hukuk sorunu değil, öncelikle siyasi bir sorun, bunu kavramakta fayda var.

Bu siyasi sorunun bir yanında, demokratik anlayıştan giderek daha fazla uzaklaşan iktidar varsa, diğer yanında da, demokratik bir güç oluşturamayan irili ufaklı muhalefet partileri var.

Hal böyle olunca, hak, hukuk diye bağırıp çağırmanın kimseye faydası olmuyor. 

.

Nuray Mert, dikGAZETE.com

Yargı krizi değil, siyasi kriz 

Türkiye’de bu kez iki yüksek yargı kurumunu karşı karşıya getiren kriz, çok önemli ama, malum, genel olarak yargı krizinin bir parçası.

Olağan koşullarda, Anayasa Mahkemesi üst kurumdur ve hiyerarşi söz konusudur. Yine demokrasiler açısından “olağan” durumlarda, kuvvetler ayrımı çerçevesinde yargı bağımsızdır, yani iktidarların değişimi ile değişmeyen bir hakemlik zemindir.

Ancak, Türkiye’de uzunca bir zamandır “olağanüstü” durum söz konusu. AK Parti iktidar sürecinde, bazılarının “pasif devrim” olarak tanımladığı bir değişim yaşandı.

Önce tüm kurumlar, seçimle iktidar olan partinin denetimi altına girdi, sonra siyasal rejim toptan değişmedi ama büyük bir dönüşüm geçirerek, “Cumhurbaşkanlığı sistemi” adı verilen, siyasal otoritenin tek odakta yoğunlaştığı bir düzene geçildi.

Bu süreç aslında Anayasa değişimini de öngörüyordu ve zaten halen bu konu gündemde.

Bu adım henüz gerçekleşmediği için, şimdilik kurumlar, istenen biçimde işlemediği durumlarda Cumhurbaşkanı’nın fiili düzeyde müdahalesi söz konusu oluyor. 

Diğer bir deyişle, “Cumhurbaşkanlığı sistemi” denilen otoriter sistemin denetiminden kaçan durumlarda, mevcut hukuk sistemi, siyasi otorite tarafından tanımlanıyor.

Böylece pek çok durumda, bizim hukuksuzluk dediğimiz durum ortaya çıkıyor.

Bu noktada gözden kaçan husus, aslında hukukun siyasetten tümüyle bağımsız biçimde tanımlanamayacağıdır.

Hukuk, farklı rejimlerde farklı biçimde tanımlanır ve işler.

Rejimlerin tanımından bağımsız bir suç tanımı yoktur, bazı rejimlerde suç olarak tanımlanmayan bir fiil diğerlerinde suç olarak tanımlanabilir.

Demokratik rejimlerde “suç” tanımı, özgürlüklerin esas alındığı bir çerçevede tanımlanırken; otoriter rejimlerde, özgürlük alanının sınırları dar olduğu için, suç tanımının kapsamı genişler.

Türkiye’de yaşanan durum budur.

Benim “düşünce özgürlüğü” dediğim şeyi, bu iktidar “suç” olarak tanımlıyor, bu kadar basit.

Sadece yasalardan söz etmiyorum, nihayetinde en genel manada da hukuk, siyasi kavramlar ile şekillenir, o nedenle asıl mesele özgürlükleri önceleyen bir siyaset anlayışı ile belirlenen hukuk sistemi ve kurumlarına sahip olmaktır.

Dahası, hukuk bir noktadan sonra, dünya görüşleri ve ideolojileri yansıtır.

Laikliği esas alan bir siyasi ideoloji ile dini milliyetçiliği esas alan ideolojiler farklı hukuk anlayışına sahiptir. Bu açıdan, hukukun ve kurumlarının, steril bir alan olması da beklenemez.

Tam da bu nedenle, Türkiye’de yaşanan kriz, yargı krizi olmanın ötesinde siyasi bir kriz.

Biz galiba, Türkiye’de pasif de olsa devrim mahiyetinde bir dönüşüm yaşandığının farkında değiliz.

Bir yandan otoriter bir yönetimden şikâyet ediyoruz ama sonuçlarına hala şaşırıyoruz. Halihazırda “seçimli otoriter” denilen bir rejim söz konusu olduğu için son başkanlık seçimleri ile durum değişebilirdi, nitekim muhalefet ittifakı, hedeflerinin parlamenter demokratik sisteme dönüş olduğunu ifade ediyordu. 

Olmadı.

Öyleyse susup oturalım” demiyorum ama durumun farkında değilmiş gibi yapmanın da anlamı olmuyor.

Sonuçta, hukuk düzeni de, özgürlük talepleri de, arkasına siyasal bir güç yüklenebilirse karşılık bulur.

Aslında, seçim kaybedilmiş olsa da mevcut sisteme itirazların buluştuğu muhalefet ittifakının Türkiye’nin yarısına yakın seçmeninin desteğini almış olması, dengeleyici bir siyasal güç mahiyeti taşıyabilirdi.

Demokratik itiraz ve taleplerimizi bu güç zemininden hareketle daha etkili kılabilirdik.

Ancak muhalefet ittifakı, bu zeminin önemini hiçe saymayı tercih ederek birbirine düştü, ana muhalafet partisi, kendi içinde bölündü.

Türkiye’de mevcut düzene karşı ciddi bir demokratik muhalefet vizyonu ve dolayısı ile gücü olmadığı iyice ortaya çıktı. 

Ne yani gücü olmayan hakkını, hukukunu arayamayacak mı?” diyebilirsiniz. Ancak, “bu ülkede demokrasi yok” diyorsak, arananın bulunmayacağı açık ve tek çare, demokratik bir güç oluşturmak.

Şu anda tartışma konusu olan Türkiye İşçi Partisi’nden milletvekili seçilmiş olan Can Atalay’ın tahliye edilmemesi ve benzer tasarruflar, artık bir hukuk sorunu değil, öncelikle siyasi bir sorun, bunu kavramakta fayda var.

Bu siyasi sorunun bir yanında, demokratik anlayıştan giderek daha fazla uzaklaşan iktidar varsa, diğer yanında da, demokratik bir güç oluşturamayan irili ufaklı muhalefet partileri var.

Hal böyle olunca, hak, hukuk diye bağırıp çağırmanın kimseye faydası olmuyor. 

.

Nuray Mert, dikGAZETE.com