Gün Sonu Raporu

Fransız sembolist şair ve yazar Paul Valery "Hayatta en hızlı eskiyen şey yeniliktir" derken, günümüzün her gün yaklaşık 500 milyon tweet’ ile her an değişen trendlerini kastetmemişti muhtemelen. 

Belki sanatsal beğeninin toplumsal ve sınıfsal yansımalarını takip ederken burjuva sanat duyarlılığının değişen yenilikçi yüzüne ya da radikal devrimci beğeniye dair törel bir eleştiri getirmiş olabilir. 

Gerçi Türkiye’de işler pek de böyle değil. 

Her gün Prokofiev, Mahler ya da Rachmaninoff dinleyip, aynı gün içerisinde Cizreli Mehmet hayranı ve Aleyna Tilki veya geçici anlık çerez beğenilere hayran olup çıkıyorsun; nasılsa herkes Andy Warhol’un tabiriyle 15 dakikalığına popüler olup gündemde kalmanın bir yolunu buluyor.

Butik bir işletmeci olan ve “steak” işi yapan Nusret’in de kendini nasıl bir “camp” ve “kitsch” beğeni nesnesi haline getirdiği ortada. 

Darısı diğerlerinin başına; kendisini o kadar da önemsemeyenleri ve kendisi ile dalga geçebilenleri daha çok seviyoruz artık sanırım. 

Bilimsel deneylerin ve bilişimin bir lokomotif gibi beraberinde mimariyi, resmi, heykeli kısacası güzel sanatları ve tüm bir sosyal bilimleri de etkilediğini, dolayısıyla sinemanın ve tarihin de zaman içinde bu unsurlardaki değişimi dikkate aldığını düşünürsek salonunun duvarında, Acéphale ve Georges Bataille gibi referansları olan André Breton ile arkadaşlık yapmış olan Yüksel Arslan gibi bir ressamı değil, muhtemelen yaşarken gereğinden fazla onurlandırılan ve ünlenen Bedri Baykam gibi ressamları ya da günümüzün Taner Ceylan gibi daha ne olduğu anlaşılmamış “hiperrealizm” temsilcilerini görmek isteyen, çağdaş akımlara ilgi duyan Ülker ailesi gibi bir hedef kitle de olacaktı bu duyarlılık kapsamında. 

Çünkü popüler bir ressamın hakiki tablosunun ya da kinetik bir eseri, salonunda misafirlerine gösterişini yapmak (Le Charme discret de la bourgeoisie), dakikalarca izlenimci ya da gerçeküstücü bir tablonun veya heykelin izahını yapmaktan daha “kullanışlı” geliyor artık günümüzde sanatseverlere. 

Tıpkı Spinoza’yı ve geometrik olarak ispatlanmış sistemli ahlaki önermelerini bile ancak bugünün yazılım sistemleriyle paralellikler kurduğu oranda benimseyen ‘işlevci ve işlevselci’ kitle gibi. 

Evimizin salonunda, boş bir çerçeve olarak bir Bedri Baykam performansı ile ‘kinetik sanat’ dediğimiz robotik bir aksam, mesela vantilatör arasındaki anlatı farkı gittikçe belirsizleşiyor bu durumda. 

İkisi de “avant-garde” (öncü, ilerleyici) çünkü. 

Bilimin işlevselliğe biçtiği değerle imgelemden doğan estetik zevki, zaman içerisinde değişim değerine indirgeyen tüccar sınıfı yani burjuva da sırf gelecekte değerlenecek umudu ile “kitsch” tablolara para ödeyip eseri depoya kaldırarak sanatsal ürünü âtıl kılıyor ve “sanatsal bir şeyler” tüketmiş olmaktan zevk alıyor sonuç olarak bir yandan.

Aristo’nun zevkleri ve beğenileri etkilemesi adına “tehlikeli” bulduğu sanat da burjuvanın elinde tehlikesini yitirerek zehirsiz bir yılana dönüşüyor böylece. 

Hiperrealizm” eleştirim, hiperrealizmi sanattan ziyade zanaata yakın bulduğum içindi, yoksa Taner Ceylan’a özel bir durum değil.

Sosyal ilişkileriyle, sosyal düzeniyle toplum yaşayışının ve kurallarının temelinde bir kurucu aklın değil, rasyonel olmayan “sosyal tutkuların” ve tıpkı Freud gibi “bulaşıcı bir sempatinin” olduğunu ifade eden, Fransız Devrimi ile Aydınlanma Çağı’nı ilişkilendirerek birtakım düşünceler öne sürmüş önemli bir devrim eleştirmeni ve filozof olan Edmund Burke, bu manada toplumun gerçek kurucusu olarak bu toplumsal beğeniyi ve trendleri işaret ediyordu.

Burke’un önerisi, akıl yetimizi ve muhakeme gücümüzü bu toplumsal beğeni çerçevesinde kullanmaktı. 

Çünkü insanı kodlanabilen, yukarıdan aşağıya radikal bir biçimde değiştirilebilen bir ‘tabula rasa’ olarak gören siyasi belirleyiciliğe karşıydı. 

Fakat “güzel”, “yüce”, ve “beğeni” kavramlarının niteliğini ve işleyişini ele alan Burke, “aklın güvenilmez ve kararsız işleyişi” ile ilgili olarak da bunları, Tanrı’nın doğal yapımıza yerleştirdiği rasyonel olmayan itici güçler olarak ifade ediyordu.

En son çıktı endüstri ürününe yetişmek veya en yeniye, Dr. Cihan Aksoy’un TV’deki gafıyla “çıtır” olana koşmak da bilimdeki ve teknolojideki devrimlerin eskittiği ve çöpe gönderdiği ürünlerden, radikal “evrimci”, “seçilimci” görüşlerden kaynaklanıyor. 

Aslında bu durumun, eşi yaşlandığı için 18’lik bir kuma hayali kuran Anadolu köylüsünün durumundan hiçbir farkı yok. 

Toplumsal değişimin anahtar kelimeleri bu noktada “İşlevsellik” ve “Uyum”. 

1 saatlik jet yolculuğu varken hiçbir elçinin artık at üstünde 3-4 aylık bir süre sonunda diplomatik bir mesajı ülkesine ulaştırmadığını ya da mikroskopla milimetrik operasyonlar yapabilen robotların işsiz bıraktığı cerrahlar düşünüldüğünde bilimsel ve teknolojik ilerlemeyi modern dünyanın lokomotifi olarak görmemek artık imkânsız olmakla birlikte, nereye doğru evirileceğini öngörmek, olabildiğince içinde bulunduğumuz tarihsel süreçteki kültürel, bilimsel ve teknolojik koşulları kabul etmek ile alakalı. 

Ama Barcelona gibi şehirlerde robotların, seks işçisi olarak insanlığın hizmetine sunulması bu konuda biraz önyargılar edinmemize neden olsa da asıl amacın, içi boş bir ölümsüzlük arayışı mı ya da her şeyin eninde sonunda cinsel fantezilere ve çocuksu korkularımıza saplanıp kaldığı umutsuz bir çaba mı olduğunu da sormak gerekiyor. 

Henüz, kendi semtini ve komşusunu tanımayan insanların, 77 milyon kilometre uzaklıktaki bir gezegene yerleşme ve uzaylılarla iletişime geçme hayalleri varken bu soruları sormak yersiz elbette.

Sıcak bir ilgi ve yaşlılara özgü bir nostaljiyle okuduğumuz filozofların ve edebiyatçıların kitaplarının bile bu rasyonalist ilerleme karşısında, sahafların tozlu raflarında unutulduğunu ya da kolilerle bir çöp kenarına bırakıldığını daha doğrusu terk edildiğini, unutulmaya yüz tuttuğunu söylemek, birçoğumuz için artık şaşırtıcı değil. 

Çünkü psikanalizin kurucusu Sigmund Freud için bile “Freud hala önemli mi?” tartışmalarının yapılması, artık Freud’ün değil, bilginin “kümülatif” yapısından dolayı ardıllarının yani mevcut birikmiş bilgiyi eleştirip geliştirenlerin gündemde olduğunu ve dikkate alınıp önemsendiğini, tüketildiğini gösteriyor. 

Freud bugün farmakoterapiye yenilmiş bir deha olsa da Kopernik ve Marks’tan sonra insanoğlu için üçüncü kırılma noktasıydı. 

Akademik konferanslarda yapılan kısa sunumlar, posterler ve kamuoyuna pazarlanan akademik ve deneysel gözlemler bu “en son” düşüncesinin tecessüm etmiş halidir şahsi fikrimce; çünkü, en kolay okunabilir ve edinilebilir kapsül bilgiler daha kolay ve hızlı tüketiliyor, medya aracılığıyla da alıcısına ulaşıyor. 

Malum, akademisyenlerin basına yaptığı açıklamalar da bilimsel bilgi niteliği taşıyor. 

Hatta NASA gibi canlı televizyon yayınları ile CERN gibi dokümantasyon paylaşımları ile bunu bir adım öteye götüren amiyane tabirle “bilimin kâbesi” kuruluşlar da var. 

Buna her yıl milyonlarca bilimsel veriyi paylaşıma açılan CIA gibi yerleri de dahil edebiliriz bir nebze.

Tıpkı dün din adı altında insanlık tarihinin inandığı tüm inançlar nasıl ki bugün dinler tarihi ve mitoloji olarak inceleniyorsa bugünün yaşayan dinlerinden bazıları da yarın birer mitoloji halini alabilir. 

Bunu zaman içerisinde engelleyecek hiçbir güç yok; çünkü dün binlerce tanrıya karşılık gelen sosyal psikolojik konumlarıyla İskandinavlar, bugün bir tanesini bile gereksiz bulup kiliseye sadece sosyalleşmek için giderlerken, töreci törel gruplar da toplumsal manevi bütünlüğü ve yerleşik dogmatik değerleri kimi zaman “korku” ve “şirk” retoriği ile çaresiz, gündemde tutmaya devam edecek. 

Çünkü dün yöneticileri ve iktidar sahiplerini denetleyen din, bugün artık bu işlevini yerine getiremiyor görünüyor. 

Tıpkı Bertolt Brecht'in “Yönetim, halkı feshetse ve yeni bir halk seçse kendine” dizesinin neredeyse karşılık bulması gibi bir durumla da karşı karşıyayız. 

Dolayısıyla ahlaki çözülme ve en zayıf halkadaki kopma hiç beklenilmeyen yerlerden başladığı için, bu bizzat bilimsel ya da siyasi tartışmalar esnasında ve bu süreç içerisinde iktidar tarafında da gerçekleşebilir! 

Reformist, “uyumlu” ve çağdaş topluluklar, bozulmadan geleneksel kültür düşüncesini yaşatırken, nihilizmden beslenen radikal ve baskıcı dinci akımlar ise yok olmaya mahkûm olacaklar gibi bu süreçte. 

Operasyonel “drone” savaşları çağında “on bin IŞİD’li, artık birer istatistik çünkü, özel güvenlik şirketleri ve iktidar sahipleri” için.

Mevcut yönelim, aşırı kuralcı din anlayışlarının çözülmesi yönünde, dünyayı maddeci yönün daha ağır bastığı matematiksel, analitik ve yapay zekâ gibi yeni değerlere, buluşlara doğru sürüklüyor. 

Çünkü matematiğin pratik bir fayda sağladığını ve hayat kurtardığını binlerce yıldır insanoğlu kendi gözleri ile deneyimledi. 

Öbür yandan ise Fransız Devrimi’nden bu yana çocukluk korkularından kaynaklandığını düşündüğü bir baba figürü ile çatışmasının yansıması olarak baktığı tanrı fikri ve cennet vaatleri ile daha fazla meşgul olmak yerine ‘özgür irade’yi ve ‘rasyonel otonom bir özne’yi sorunsallaştırdı insanoğlu.

Hatırlanırsa daha birkaç bin yıl önce, anneleri ve kız kardeşleri için babalarını öldürüp daha sonra kıskançlık içinde birbirlerini yok etmeye başlamışlardı düşman kardeşler. 

Dolayısıyla bugün, sıradanlaşan ve gündelik hayatın gereği haline gelen birçok şeyin dün “tabu” olduğu düşünüldüğünde yıkıcı devrimci ilerlemeye ancak Edmund Burke dolaylarından bir eleştiri getirmemiz gerekebilir. 

O da “insanların kalplerinin derinliklerinde yer etmiş, çıplak ve ürpertici doğamızın kusurlarını örtmek ve bizim gözümüzde onu saygın bir konuma yükseltmek için zorunlu olan geleneksel unsurları gülünç, saçma ve modası geçmiş bularak yok etmeye çalışmanın kaçınılmaz sonucu” olarak Fransız Devrimi’nde açığa çıkan şiddeti göstermek, bugünün şiddetten ve terörden beslenen tüm baskı rejimlerine, dayatmacı düşüncelere de yerinde bir cevap olacaktır. 

Dolayısıyla da “bilimsel ilerlemeye endeksli modern bir hayat görüşünün temelinde kurucu rasyonalizm, rasyonel otonom birey ile toplumsal olanın çatışması vardır” diyebiliriz son kertede. 

Çünkü aydınlanmacı düşünce, bu kurum ve kuralları bireye ait görürken diğer taraf “anti-tarihsel” rasyonalizme karşı bunları bireye değil, genel olarak insan türünün, insanlığın belli bir tarihsel birikiminin ortak aklına ait ürünler olarak görüyor. 

Hukukun ve dinin ikili yaptırımlarının yöneticilerin eylemlerini sınırlayarak iktidarların keyfiliğini engellediğini belirten, zamanında İngiltere’nin Hindistan sömürgeciliğine karşı çıkan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun hiçbir şekilde keyfi bir iktidara sahip olmadığını, sadece sapmalar olduğunu ispatlamaya çalışan Edmund Burke, bu düşünceleriyle neredeyse bir devrimci olarak bile anılabilir günümüzün Türkiyesi’nde.

Doğa ile bütünleşmiş anti-rasyonel düşünceye hazırladığı sosyal psikolojik zemine, bir oto yedek parçası üreten fabrikada çalışan robot işçilerin, insan işçinin kafasını ezerek öldürdüğü bir çağda daha çok ihtiyacımız olacağı kanaatindeyim. 

Atom bombasını yaptıktan sonra grandiyöz hezeyanda sınır sayılabilecek bir cümle kuran Oppenheimer şunu demişti; "Now, I am become Death, the destroyer of worlds" (Ben, dünyaların yok edicisi, şimdi ölüm oldum). 

Neil Armstrong da böyle narsisist bir cümle kurmamış mıydı; “Bu benim için küçük ama insanlık için büyük bir adım”, yani Armstrong’un 10 santimetrelik adımı, insanoğlunun 384 bin kilometrelik bir adımına denk geliyor, dolayısıyla Armstrong için elbette küçük bir adımdı hem de insanoğlunun hiçbir zaman ulaşamayacağı!

Tıpkı “TOGG” girişimi sonrası Erdoğan’ın tam tersi yöndeki açıklaması gibi; “Bizim hayalimiz ,tüm hakları ülkemize ait olan, tasarımcılarımızın emekleriyle yoğrulan, milli teknolojilerle üretilen dünyaya adımızı duyuracak bir otomobile sahip olmaktı. 

Bunun için de bir babayiğit arıyorduk. 

Nihayetinde milletimizin bu hayaline gönül veren babayiğitler ortaya çıktı…

Geniş anlamda tarihsel kültürel unsurlar ve bunların bir bütün olarak yer aldığı düzen fikirlerine de göz atmak gerekirse, hepsinde merkeze alınan kurguya ya da yüceliğe çıplak şiddetiyle egemen olan ilke ‘terör’ ya da ‘kaos’tur. 

Popüler bilimsel teorilerden ve yenilikçi akımlardan ne kadar etkilense de “aşk” gibi “yaşantı birliği” gibi kanonları işlemesiyle bilim kurgu sineması da hem hayata hem de bilime dair söylediği birçok şey ile bizi fazlasıyla ilgilendiriyor.

İnsanları rasyonel bir kurguyla yeniden kuran imgeleme karşı, insanın kendi doğasından kaynaklı bazı direniş biçimlerinin ortaya çıktığını da gösteren bilim kurgu yapımlarının olması bu tartışmada en çok ilgimizi çeken nokta oldu. 

Bu bilim kurgu eserlerinden bazılarının, okul çağındaki çocuklara anlatır gibi zor bilimsel teorileri basitçe öykülemesi ve bol “AirTouchsinematografi ile bunu izleyiciye yansıtması açısından dikkatle değerlendirilmesi gerekiyor.

“Arrival”, “Interstellar”, “Prometheus”, “Ex Machina”, “Gravity”, “Her”, “The Martian” ve “John Wick 3: Parabellum” bunlardan sadece birkaçı.

Bu yazıda ise Burke’un deyimiyle “Hava kadar hafif olmasına rağmen demir kadar sağlam bağlantılar” olan bu bilim kurgu filmlerinden; fizik ve zaman teorileri açısından “Arrival” ve “Interstellar”ın, yapay zekâ açısından “Her” ve “Ex Machina”nın, astronomi açısından “Prometheus”un ve yine hayatta kalma, yaşama azmi ve insanoğlunun ruhunun sebatına dair birer bilimsel hikâye olarak “The Martian” ve “Gravity”nin gnostik yer altı dünyasına dair de “John Wick 3: Parabellum”un adlarını zikretmekle yetinelim sadece.

.

Halil Emrah Macit, dikGAZETE.com

...