- 05-07-2022 20:41
- 4172
“İzahı olmayan şeyin mizahı olur.” sözü kime ait bilmiyorum ama özellikle FETÖ ile mücadelede tam yerine oturdu. Zira FETÖ ile mücadele sürecinde özellikle 15 Temmuz sonrasında yaşanan bazı hadiselerin izahını hala yapabilmiş değilim.
Bu sebeple izahı yapılamayan hadiselerden bana bir şey sorduklarında işin mizahına kaçıyorum.
Malum, akıl ve mantıkla izah edilemeyen şeylere karşı verilebilecek en makul tepki; onu espriyle karşılayıp ‘ti’ye almaktır. Böyle yapmadığımız müddetçe izah edemediğimiz her hadise bizde travmalara sebep oluyor.
Bu mizahın neler olduğuna geçmeden önce FETÖ’nün geçmişini hatırlamakta fayda var.
Kırk senedir ülkemizde devlet erkini elinde tutanların, FETÖ denen şeytani örgüte, dolaylı veya dolaysız hizmet ettiğini görüyoruz.
1970’lı yıllarda Demirel, 1980 darbesi sonrası Kenan Evren ve ekürileri, sonra sırasıyla Turgut Özal, Tansu Çiller, Bülent Ecevit, 28 Şubatçı generaller ve 2002 yılından sonra da AK Parti iktidarı FETÖ’nün bu derece büyümesine dolaylı veya dolaysız destek verdi.
Devlet erkini elinde tutan iktidarların o dönemler “İslami bir cemaat” olarak görünen bu terör örgütüne yardım etmelerinin gerekçeleri farklıydı. Kimileri oy uğruna, kimileri Türklük uğruna, kimileri de bu şeytani yapıyı “İslam’a hizmet ediyor” zannederek destekledi.
Bu şeytani yapıyı yüzlerine taktıkları İslam maskesi sebebiyle destekleyenlerin başında da Özal ve AK Parti iktidarı gelmektedir. Özal hem başbakanlık hem de cumhurbaşkanılğı dönemlerinde FETÖ militanlarının devletin her kademesinde yer almaları için elinden geleni yaptı. Hatta bu örgütün yurt dışı yapılanmasında, gittikeri ülkelere referans mektupları yazarak sonsuz destek verdi.
Demirel’in başlattığı bu yolda Özal ve Erdoğan da örgüte referans olacak mektuplar vererek desteklerini esirgemediler.
Milliyetçi kesim ise bu örgütün Türk Cumhuriyetlerde yaptıkları faaliyetlere bakarak destek verdi. Çünkü bunlar, Milliyetçi kesimin teoride lafını ettiği Turan ülküsünün pratiğini yerine getiriyorlardı. Türk Cumhuriyetlerinde açtıkları okullarda İstiklal Marşı söyletip, Türk bayraklarını dalgalandırıyorlardı. Yani yüzlerine bu kez Türklük maskesini geçirmişlerdi.
12 Eylül darbeci generallerin ve Bülent Ecevit’in desteği ise tamamıyla ABD emriyle olmuştur. Bu örgütü kullandığı ülkelerde kendisine “İstasyon” olarak kullanan ABD, örgütün Türkiye’de yerleşmesi için “Kendi çocukları” olan 12 Eylülcü generallerden FETÖ’nün yolunu açmalarını istemişlerdi.
Ecevit de 28 Şubat sürecinde iktidar olunca ABD’nin emriyle bu örgütü destekledi. Hatta Ecevit o dönemler bu örgütün hain olduğunu ilan eden bir kısım askerlere karşı durdu.
Örgüt elebaşı Gülen’i Pentagon’la tanıştıran da Ecevit’in dostu Kasım Gülek ve baldızı ABD’de Albay olan Aylin Rodomisli oldu.
AK Parti iktidar olduğunda devleti yönetecek kadar kadrosu yoktu.
FETÖ ise 30 senedir devlette kadrolaşmasını oldukça ilerletmişti.
Bir de ülkede askeri vesayet denen bir ucube vardı. AK Parti iktidarı hem askeri vesayetten kurtulmak hem de FETÖ kadrolarından yararlanmak için bu örgütle işbirliği yaptı.
2014 yılına kadar bu örgütün devlette yapılanması için bütün kapıları açtı. Örgüt, bu süreçte yargıda, emniyette, MİT’te TSK’da, üniversitelerde hülasa devletin en kritik müesseselerinde alabildiğine yerleşti.
AK Parti hükümeti, bu yapı ne istediyse verdi. Bunu bizzat Erdoğan, ”Ne istedilerse verdik.” açıklamasıyla dile getirmiştir.
2010 referandumundan büyük bir zaferle çıkılınca bu zaferin kendilerine ait olduğunu iddia eden FETÖ, iktidardan isteklerini öylesine artırdı ki artık iktidarın bunun altından kalkması mümkün değildi.
Bir de bu dönemde örgütün TSK içinde kendi militanlarını yerleştirmek için yaptığı bazı kumpaslar ortaya çıkmıştı.
Örgütün istekleri bitmediği için artık mızrak çuvala sığmıyordu. Hatta dönemin AK Partili Adalet Bakanı, “Yargıtay’a alınacak 130 hakim için cemaatle pazarlık ettik. Cemaati 80 kişiye razı ettik.” şeklinde bir açıklama yapmıştı.
AK Parti, FETÖ’nün bu doymaz iştahına dur demek için dershaneler üzerinden bir operasyona girişti. Bununla örgütü hizaya çekmek istiyordu. Çünkü dershaneler, örgütün en büyük militan temin etme kaynağıydı. Zaten AK Parti hükümeti, daha önce dershaneleri kapatacaklarını tüzüklerinde dile getirmişlerdi.
Hükümet, dersanelerin tasfiye edilmesi için adım atınca kıyamet koptu.
Kendini devletin sahibi zanneden örgüt, hükümete karşı resmen savaş açtı.
Bu dönem içinde meşhur 7 Şubat 2012 MİT krizi başgösterdi. Hükümet, bunun nasıl bir operasyon olduğunu kavrayamadan bu kez örgüt 2009 yılından beri hazırladığı ve elinde tuttuğu dosyaları, 17 Aralık 2013 yılında piyasaya sürdü.
FETÖ mensupları, 4 Bakan ve oğlu hakkında “yolsuzluk var” iddialarını ileri sürüp, hükümete karşı resmen büyük bir operasyona giriştiler.
AK Parti şaşkındı, zira 2002’den beri bu yollarda beraber, yürüyorlar, yağmurların altında beraber ıslanıyorlardı. Daha 17 Aralık operasyonunun sıcaklığı geçmeden örgüt, bu kez hedefi büyüterek bizzat Başbakanın oğlu hakkındaki iddiaları 25 Aralık’ta piyasaya sürdü. Hükümet, bu duruma çok sert tepki verdi ve artık resmen bir savaş başladı.
Bu süreçte örgüt, savaşın sonunda kaybedecekleri ihtimalini göz önüne alarak Türkiye’deki müesseselerinin içini boşaltıp, sermayelerini yurt dışına götürmeye başladılar.
Örgütün amiral gemilerinden olan Zaman gazetesine kayyum atanması ise artık dönülmez bir yola girildiğini gösteriyordu. Örgüt, bu süreçte cephe hattında tuttuğu bazı kişiler hariç neredeyse bütün üst düzey yöneticilerini yurt dışına gönderdi.
Hükümet artık elindeki bütün kozları kullanıp, örgütün devletin kilit noktalarındaki militanlarının kimini açığa alarak, kimini meslekten atarak, kimini de emekli ederek tesirini kırmaya çalışıyordu. Ancak hükümetin örgütün devletin en kilit noktalarında ne kadar örgütlendiğine, gücünün ne olduğuna dair bilgisi azdı. Çünkü örgüt TSK, MİT, Emniyet, Yargı, Mülkiye, bürokrasi gibi en kritik müesseselerde hücre tipi yapılanmaya gitmişti.
Hükümet mevcut hukuk sisteminin kilit noktalarında örgüt militanları olduğu için yaptığı bazı operasyonlarda başarılı olamıyordu.
Görevden aldığı üst düzey bürokratlar dava açarak yargıdaki yandaşları sayesinde yeniden göreve dönüyorlardı.
Hükümet 2016 Temmuz’unda TSK’da tespit ettiği general, albay vs. rütbelerindeki 3 bin kişiyi emekli etme kararı almıştı.
Bunu öğrenen örgüt, özellikle TSK’daki gücünü kaybetmemek için 15 Temmuz darbe planını yürürlüğe koydu. Ancak 15 Temmuz günü yaptıkları bu darbe girişimi, milletin çelik iradesine çarptı ve başarısız oldular.
Bu darbe girişiminde yaşanan hadiseler, bize hem hükümetin hem de örgütün öngöremediği iki önemli gerçeği ortaya çıkardı.
Örgüt, yaptıkları darbeye milletimizin karşı durabileceğini öngörememişti.
Hükümet ise sözde “karıncayı bile incitmeyen, alnı secdeli” örgütün (!!!) darbe yapacağını ve bu darbe sırasında militanlarının uçaklara, helikopterlere, tanklara binerek 251 kişiyi şehit edeceklerini ve üç bine yakın insanı alçakca yaralayabileceklerini öngörememişti.
15 Temmuz, hükümetin tam anlamıyla gözünün açılmasına sebep oldu ve elindeki bütün güçleri, bu örgütün yok edilmesine sevk etti. Ancak unutulan bir şey vardı; hücre tipi yapılanan bu örgütün militanlarını bulmak hiç de öyle kolay değildi.
Daha önce örgüt içinde bulunup değişik sebeplerle ayrılan bazı vatansever vatandaşların bu örgüt hakkındaki bilgileri devlete vermesi, mücadelede oldukça büyük etki oluşturdu. Ancak devletin en kilit noktalarında bulunan kripto örgüt elemanları, zamanla bu etkiyi kıracak birçok girişimde bulundular ve oluşturdukları algılarla bu vatansever insanları itibar suikastlarına maruz bıraktılar.
Örgüt hakkında fazla bilgisi olmayan hükümet kanadı ise örgütle mücadele edenlere sahip çıkmadı.
Zaten Sayın Erdoğan ve bazı AK Partililer hariç, FETÖ ile mücadele edenlerin arasında siyasiler de yok denecek kadar azdı.
Sayın Erdoğan geçmişte, “En yakınlarım bile bu hususta beni yalnız bıraktı.” diyerek FETÖ mücadelesi konusunda serzenişte bulunmuştu.
Her zaman tekrarladığım bir gerçeği bir kez daha dile getirmek isityorum:
13 yıl kolkola ilerlemiş olsalar da Sayın Erdoğan olmasa, FETÖ gibi uluslararası bir güç olan ve istihbarat örgütlerinin desteğinde kurulan böyle bir örgüte karşı kimse savaş açamazdı.
15 Temmuz da bu hususta Allah’ın bu millete bir lütfu oldu.
15 Temmuz’a kadar büyük darbeler alan ve ne yapacağını şaşıran örgüt, bu tarihte hayatlarının hatasını yaparak millete savaş ilan etti. Eğer örgüt 15 Temmuz’da darbe girişiminde bulunmasaydı devletimiz, bu örgütle mücadelede bugünkü noktalara asla gelemezdi.
15 Temmuz’dan günümüze kadar özellikle TSK, emniyet ve bazı kurumlarda FETÖ ile mücadele eden yiğit emniyet müdürleri, savcılar ve hâkimler çıktı.
Sayın Erdoğan’ın ve birkaç siyasinin de desteğiyle, mücadele bugünlere kadar geldi ve cılız da olsa devam ediyor. Ancak ne yazık ki verilen bu mücadelede bazı izah edilemeyen hadiselerin zuhur etmesi hem verilen mücadelenin sulandırılmasına sebep olmuş hem de durumu mizahlaştıracak seviyeye getirmiştir.
Makalenin başında “izahı olmayan şeylerin mizahı olur” demiştim.
Şimdi izahı olmadığı için mizaha dönüşen ve ne yazık ki FETÖ mücadelesinde hükümet tarafından icra edilen bazı gerçeklerin örneğini vereceğim.
FETÖ militanlarının yargılanmalarında örgüt liderinin ini olan Pensilvanya’da resmi olan, örgütün bankası Bank Asya’ya para yatıran, örgütün dersanelerinde, üniversitelerinde okuyan kişiler ya örgüt üyeliğinden ya da üye olmasa bile örgüte yardımdan haklarında soruşturma açıldı ve ceza aldılar.
Mesela bir Doçent arkadaşım FETÖ ile irtibatı olmamasına rağmen bağlı olduğu üniversitesinde bir proje için FETÖ lideri Gülen’in “Bank Asya’ya para yatırın” çağrısından aylar önce Bank Asya’ya para yatırmış ve bir ay sonra çekmişti. Mahkeme, bunu gerekçe göstererek örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüte yardım ettiği için 3 yıl 2 ay hapis cezası verdi.
Fakat geçmiş dönemde 10 yıl Bank Asya genel müdürlüğünü yapan kişi, bırak yargılanmayı SPK’nın başına atandı.
Bunun izahını hala yapamadım!
Yine FETÖ Çatı ana davasının görüldüğü ve benim de tanık olarak bulunduğum Ankara 4. Ağır Ceza mahkemesinde sanıkların örgütle ilişkileri, geçmiş dönemde örgüt lideri ile çektirdikleri resimlerle ispatlanmıştı. Fakat geçmiş dönemde Pensilvanya’ya gidip örgüt lideri ile boy boy resmi olanlar hem bakan hem bakan yardımcısı yapıldı.
Bunun izahını da hala yapamadım!
Yine, başta Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı olmak üzere FETÖ’ye hizmet ettikleri iddiasıyla birçok belediye başkanı görevden alındı. Fakat hemen peşinden gelen yerel seçimlerde görevden alınan başkanlar yerine aday gösterilenlerin Pensilvanya iltisakları, görevden alınanlardan kat kat fazlaydı.
Bunun izahını da hala yapamadım!
Yine geçmiş dönemlerde FETÖ’nün organize etitği Türkçe olimpiyatlarında boy gösteren bazı kişiler yargılanmış ve örgüt üyeliğinden ceza almışlardır. Fakat işin ilginç yanı bu Türkçe olimpiyatları için özel para bastıran ve hemen her organizasyonda baş sırada bulunup Pensilvanya’ya selam gönderen AK Parti mensupları hakkında ne hikmetse soruşturma bile açılmamıştır.
Bunun izahını da yapamadım!
Geçmiş dönemlerde FETÖ’nün medyasında çalışanların kahir ekseriyeti yargılanırken kendini tarihçi olarak takdim eden birileri devlet FETÖ medyasına el koyana kadar orada çalışan, FETÖ’nün Gazeteciler Yazarlar Vakfı’nın dergisinin yayın yönetmenliğini yapan, FETÖ’yü öven kitaplar basan ve FETÖ tetikçiliği yapan “M.A.” bırakın yargılanmayı hakkında soruşturma bile açılmadı.
Bunun da hala izahını yapabilmiş değilim!
Bu türden, belgeleriyle beraber isteyene verbileceğim yüzlerce örnek var.
FETÖ denen şeytani örgüt, sadece AK Parti’de değil, bütün partilerde yapılanmıştır. Verilen mücadelede, siyasi kanada dokunulmayınca böyle garip manzaralarla karşılaşmak olağan hale gelmiştir.
Hatta AK Parti, FETÖ’nün hain olduğunu ilan edip, mücadeleye başlayınca; o döneme kadar FETÖ’yü “İslami bir yapılanma!” olarak gördükleri için karşı çıkan diğer birçok parti ve parti mensupları, hainlikleri ortaya çıkınca FETÖ’nün amansız savunucusu oldular.
Bugün özellikle CHP, İP ve SP bunun en çarpıcı örneğidir. Bu partilerle birlikte sonradan kurulan diğer partiler de bugün açık biçimde iktidar olmaları halinde devletten KHK ile atılan FETÖ militanlarını görevlerine iade edeceklerini açık biçimde deklare etmektedirler.
Bana göre bu teröre ve teröristlere açık bir destektir ve bunu yapanlar 15 Temmuz’da şehit olan 251 kişinin kanında boğulurlar.
Bu ülkede FETÖ denen iblisi bir örgüt vardır ve devletimiz, hükümetimiz 2013’ten sonra açık biçimde bu örgütle mücadeleye başlamıştır. Ancak başlangıcından günümüze kadar FETÖ ile mücadelede bazı yanlışlar yapıldığı bir gerçektir. 15 Temmuz’dan bu yana yapılan yanlışları anlatan onlarca makale kaleme aldım ve gerekli ikazları yaptım.
Yıllardır tekrarladığımı yine tekrarlıyorum:
“FETÖ ile mücadele sadece emniyet ve yargıya bırakılmayacak kadar ciddi bir meseledir. Devletimiz topyekün bir mücadele başlatarak, İslami, fikri, kültürel, sosyal, siyasal, ekonomik, güvenlik, emniyet, yargı vb. alanlarda mücadeleyi kesintisiz sürdürmek zorundadır. Bunu yapamadığımız müddetçe FETÖ denen şeytani yapıyla baş etmemiz çok zor olacaktır.”
Yukarıdan beri anlattığım örnekler ışığında FETÖ ile mücadelede yaşananların “izahını yapamayınca mizahını yapalım” dedim ve bana “FETÖ ile mücadele nasıl gidiyor?” diye soranlara ironik bir şekilde şöyle cevap veriyorum:
“Kanunlar örümcek ağına benzer. Zayıf olanlar yakalanır, güçlü olanlar deler geçer. Geçmişte FETÖ ile iltisakı olanlar eğer AK Parti yöneticisi ve siyasi kanatta yer alıyorsa mahkemeleri, soruşturmaları deler geçer. Değilse yakalanıp yargılanır ve cezasını çeker!”
Bu garip ve içinden çıkılmaz çelişkilerin izahını yapabilecek yiğit varsa onunla her zaman ve zeminde bu konuyu konuşmaya hazırım.