- 06-04-2021 10:32
- 882
Meclis Başkanı Mustafa Şentop’un “Montrö Boğazlar Sözleşmesi”nin tadil edilebileceğinin Cumhurbaşkanı’nın yetkisinde olduğunu söylemesiyle birlikte fırtına koptu.
Kanal İstanbul’un doğal bir felaket olduğu, çevreyi bozduğu, İSKİ’nin tatlı su kaynaklarını yok edeceğinden tutun da, İstanbul’da depremi tetikleyeceğine kadar bir sürü yalan-yanlış varsayım ileri sürüldü, bilimsel temeli olmayan birçok çürük tez ortaya atıldı.
Temel atma günü yaklaştıkça bu konudaki hükümet kararlılığı görülünce, birçok mason diplomatın da içinde bulunduğu monşerler takımı (126 imzacı) geçen yıl bir bildiri yayınlayarak kanalın yapımına karşı çıkmıştı.
Bu yıl, 104 emekli amiralin adeta sözleşmişçesine benzer bir bildiriyi tekrarlaması şaşırtıcıdır.
Şimdi o bildiri metinlerinin muhtevasını değerlendirmeye geçmeden son söyleyeceğimi baştan söyleyerek konuya girmek istiyorum:
Düşüncemi net bir şekilde baştan söylemekte bir mahzur görmeden ifade etmeliyim ki; Kanal İstanbul projesine taraftarım. Çünkü Türkiye’nin Boğazlar’daki egemenliğini giderek artırmasının başlangıç yoludur.
Hatta tek kanala değil çift kanala taraftarım.
Tek kanalın ileride kifayet etmeyeceğini Gebze taraflarından ikinci bir kanalın açılması gerektiğini savunuyorum.
Buna ilave olarak Çanakkale Boğazı’nın “bay-pas” edilmesi gerektiğini değerlendiriyorum.
Bunun için 3. bir kanalın daha açılması gerektiğini savunuyorum.
Bolayır’dan Saros Körfezi’ne derin ve çok geniş bir kanal açılarak gemi yolunun Bolayır - Saros Körfezi - Semadirek, Gökçeada arasından geçerek Limni Adası’nın Kuzeyine ulaşmasını buradan Güneye dönerek Ege Denizi’nin açık sularına geçmesi gerektiğini savunuyorum.
Özellikle Bolayır Boğazı açılırsa, (Bu boğazın uzunluğu 5-6 Km civarında olacaktır) Yunanistan’ın karasularını 12 mile çıkartmak niyeti, milletlerarası sorun haline gelerek Türkiye’nin Ege Denizi’ndeki haklarının teminat altına alınmasına diplomatik destek sağlamış olacaktır.
Bu yönüyle kanal projelerinin Türk dış politikasını desteklemekte yeni imkânlar sunacağını değerlendiriyorum.
Şimdi gelelim bildiri meselelerine:
Bu tür bildiriler-muhtıralar yayınlandığında, akla ilk gelen soru şudur;
Bu tarz müdahaleleri kim yönlendiriyor?
İstekler gerçek midir, gerçeği yansıtmakta mıdır, atıp tutmak, ipe sapa gelmez bir mantıkla bahaneler uydurmak mıdır, yönetimi tereddüde düşürerek vazifesini yapmaktan alı koymak mıdır?
İleri sürülen endişeler hakikat midir, vehim midir, paranoyak dürtüler midir?
Bu tür işlerde dış güçlerin rolü nedir?
Meseleye baştan başlayalım:
TBMM Başkanı Mustafa Şentop “Montrö tadil edilebilir” dedi; “Bu iş Cumhurbaşkanı’nın yetkisindedir” dedi.
Bu söz yalan mıdır?
Hakikatin ta kendisidir:
Şöyle ki Montrö Antlaşması, 20 yıllığına 1936’da imzalanmıştır, 1956’da süresi dolmuştur.
İmzacı devletler itiraz etmediği için bu süre 65 seneden beri kendiliğinden uzamıştır.
Kaldı ki; Türkiye, Montrö’nün getirdiği kısıtlamaları gidermek için 1994 senesinde yeni bir “Boğazlar Tüzüğü” hazırlamıştır.
Bu tüzüğe, Rusya Federasyonu kısmen itiraz etmiş, Rusya’nın çekincelerini gideren yeni bir tüzük hazırlanmıştır.
Bu tüzüğe “1998 Boğazlar Tüzüğü” adı verilmiştir.
Halen yürürlüktedir.
Ancak bu Tüzüğe, Küresel Sermaye’nin gemicilik firmaları itiraz etmiş uluslararası mahkemelerde Türkiye aleyhinde dava açmışlardır (Bedava geçiş istiyorlar).
Yani Montrö’de tadilat yapılmasına, Türkiye’nin egemenlik haklarının artırılmasına itiraz eden ülkeler, Karadeniz’de kıyısı olan ülkeler değildir.
Yani Boğazlar’ın Türk hâkimiyetine tam olarak girmesine itiraz eden taraf Küresel sermaye - Yahudi sermayesidir.
Lahey’de Türkiye aleyhindeki davaları onların şirketleri açmıştır.
“Bu tür kışkırtmaları kim yönlendiriyor” sorusunun cevabını bu bilgiler ışığında yeniden düşünmek gerekiyor.
Şimdi gelelim bildirideki itiraz noktalarına:
Emekli Monşerlerin (EM) bildirisinden kısa alıntılar yaparak konuya girelim:
“Kanal İstanbul, Montrö Sözleşmesi’ni tartışmaya açacaktır. Atatürk Türkiye’sinin, Lozan Antlaşması’ndan sonra en büyük diplomasi başarısı olan Montrö Sözleşmesi’nin tartışmaya açılması ise Türkiye’nin İstanbul-Çanakkale Boğazları ile Marmara Denizi üzerindeki mutlak egemenliğinin kaybedilmesine yol açar.”
“Montrö, Boğazlar üzerinde yüzyıllar süren ve Osmanlı Devleti’nin ortadan kalkmasına varan tarihi sürecin tekrarlanmasını önleyecek dayanağımız, kozumuzdur. Rusya Boğazlar üzerindeki iddia ve beklentilerinden bugün de vazgeçmemiştir.”
“Montrö Sözleşmesi’ne taraf olmayan ve Sözleşme’yi Karadeniz’e dilediği gibi çıkmasının önünde engel olarak gören müttefikimiz ABD, yıllardır Montrö’yü ortadan kaldırmaya veya kendisinin de taraf olacağı yeni bir sözleşme yapılmasını sağlamaya çalışmaktadır.”
“Montrö Sözleşmesi’nin tartışmaya açılması, Türkiye’ye bütün bu kazanımlarını kaybettirebilecek yaşamsal bir egemenlik ve güvenlik, kısacası gerçek bir beka sorununa yol açacaktır. Türkiye Cumhuriyeti üzerinde çeşitli emelleri olan devletlerin çıkarına hizmet edecek olan Kanal İstanbul’dan vazgeçilmelidir.”
Emekli Amirallerin bildirisinden (EA):
"Türk Boğazları, dünyanın en önemli suyollarından biri olup, tarih boyunca çok uluslu antlaşmalara göre yönetilmiştir. Bu antlaşmaların sonuncusu ve Türkiye'nin haklarını en iyi şekilde koruyan Montrö; sadece Türk Boğazlarından geçici düzenleyen bir sözleşme değil, Türkiye'ye İstanbul, Çanakkale, Marmara Denizi ve Boğazlardaki tam egemenlik haklarını geri kazandıran, Lozan Barış Antlaşmasını tamamlayan büyük bir diplomasi zaferidir.”
“Montrö, Türkiye'nin herhangi bir savaşta, savaşan taraflardan birinin yanında istemeden savaşa girmesini önleyen bir sözleşmedir. Montrö Sözleşmesinin tartışma konusu yapılmasına, masaya gelmesine neden olabilecek her türlü söylem ve eylemden kaçınılması gerektiği kanaatindeyiz.”
“TSK'nin, anayasanın değişmez, değiştirilmesi teklif edilemez temel değerlerini titizlikle sürdürmesi zaruretidir. TSK ve Deniz Kuvvetlerimizi bu değerlerin dışına çıkmış, Atatürk’ün çizdiği çağdaş rotadan uzaklaşmış gösterme çabalarını kınıyor ve tüm varlığımızla karşı çıkıyoruz. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı personelinin Atatürk ilke ve devrimleri doğrultusunda yetiştirilmesi elzemdir.”
Öncelikle şunu ifade etmeliyim ki Emekli Amirallerin bildirisi (EA), Kabakçı Mustafa’nın lll. Selim’e karşı başlattığı isyan çağrısından daha muhtevasız ve daha tutarsızdır.
Daha bilgisizcedir.
Emekli Monşerlerin geçen sene hazırladıkları bildiride hiç olmazsa hükümeti ve halkı Kanal İstanbul Projesinden vazgeçmeye yöneltmek için daha ikna edici deliller kullandıkları görülmektedir.
Bu deliler ileri sürülürken sapla samanı karıştırarak ciddi mantık hatalarına düşmüşlerdir.
Ancak yalan yanlış da olsa bir şey söylemişlerdir.
EA’ların bildirisindeki ilmi kifayetsizlik sefalet seviyesindedir.
Aslında ne istediklerini de bilmiyorlar.
Anayasanın değişmemesini mi istiyorlar, Atatürkçü eğitimin devam etmesini mi istiyorlar, Montrö’den dem vurarak Kemalist diktatörlük mü istiyorlar anlayamıyorsunuz.
Bir defa, Lozan Barış Antlaşması bir zafer değil diplomasi tarihimizin yüz karasıdır.
En az 1 milyon 200 bin kilometrekare olması gereken topraklarımızın “780.000 Km2’ye indirilmesine razı olmak projesidir.
Bu antlaşma ile Türkiye’nin eli kolu bağlanmış “Boğazlar Yönetimi” diye bir yönetim kurulmuş, her iki boğazın iki yakasındaki 20 Km genişliğindeki saha, bu yönetime bırakılmıştır.
Burası askersizleştirilmiş, Türkiye askerini bu bölgeye sokamaz olmuştur.
1936’ya kadar bu haksızlık düzeltilememiş, bu tarihte konu tekrar ele alınarak Türkiye’nin egemenlik hakları (yetkileri) kısmen artırılarak “Montrö Boğazlar Sözleşmesi” imzalanmıştır.
Bir defa antlaşmada belirtilen düşük gemi tonajlarıyla bu günkü gemiler sözleşmede belirtilen tonajların çok çok üstüne çıkmış, antlaşmada müsaade edilen hudutlar aşılmıştır.
Türkiye, bu antlaşmaya dayanarak hak ve yetkilerini artırabilir.
Gene bu sözleşmeye dayanarak antlaşmada tadilat yapılmasını isteyebilir.
Boğazlardaki Türk hâkimiyeti 1841 tarihine kadar tam ve kesindir, Boğazlardan istediğini geçirir, istemediğini geçirmez, ister kapatır ister açar.
İster para alır, ister bedava geçirir.
Türkiye’nin böyle yapma hakkı ilk defa (yani tam hâkimiyet hakkı) 1841’de uluslararası teminat altına alınarak (yani yabancılar işin içine sokularak) bir miktar zedelenmiştir.
Boğazların kapalılığı ilkesi Birinci Dünya Savaşı sonuna kadar yürürlükte kalmıştır.
Yani Lozan’da “Boğazlar kaybedilmiştir, Türkiye Boğazlar üzerinde hiçbir hak ve yetkiye sahip değildir.”, “1936 Montrö Antlaşması”yla bir miktar hâkimiyet kazanılmıştır ancak bu yetki, 1841 seviyesinin onda bir miktarında bile değildir.
Eğer bugün Boğazların kapalılığı ilkesi işlemiş olsa idi Rus gemileri, Suriye ve Libya’ya gidemezlerdi.
Türkiye’nin önünü kesemezlerdi.
Akdeniz’e giremezlerdi.
Türkiye’nin Boğazlar üzerinde sınırsız yetki ve otorite kazanmasını sağlamak için sevgili amirallerimiz kafa yormaları gerekirken, bununla ilgili olarak yol ve metot göstereceklerine, anayasanın başlangıcının değişmeyeceğinden - Atatürk ilke ve inkilaplarından söz ederek sapla-samanı birbirine karıştırmışlardır.
Gelelim Monşer Beylerin bildirisine;
Antlaşmanın tartışmaya açılması neden Türkiye’nin egemenliğine zarar verecekmiş?
Gerekçeleri nedir?
Bir defa “Montrö Antlaşması”nda öngörülen miktardan daha büyük tonajlı harp ve ticaret gemileri Boğazlardan geçmektedir.
Antlaşma her gün ihlal edilmektedir.
Anlaşma, sırf yürürlükte kalsın diye Türkiye’nin bir itiraz hakkı olmayacak mıdır?
İki, bu gün bankadan kredi alırken size hayat sigortası yapıyorlar, ölür kalırsanız, banka parasını garantiye almak istiyor.
Bu çerçeveden düşünseniz dahi boğazdan geçen petrol ve doğalgaz tankerlerinin açtığı tehlikeye karşı bir risk primi ödemeleri gerekmez mi?
Allah korusun 500 bin ton kapasiteli bir doğalgaz tankerinin geçiş esnasında yandığını düşünün vereceği zarar Hiroşima - Nagazaki’den daha feci olacaktır.
Boğazdan geçerken yanan 25 bin tonluk Romen Bandıralı geminin, 6 ay boyunca yandığını unutmadık.
Daha geçen gün, bir yabancı geminin dümeni kilitlendi Boğazdaki yalılara çarpmak üzereyken sahile 3-5 metre kala durdu.
Unutmayalım ki İstanbul, Türkiye’nin kalbidir.
Devasa bir yangın, Türk ekonomisini felç eder.
Rusların Boğazlar üzerindeki talebi her devirde olmuştur, ancak Boğazlar tarihi incelendiğinde görülecektir ki, “Boğazların kapalılığı rejimini de, Boğazların tam açıklığını da başta İngiltere olmak üzere Avrupa devletleri gerçekleştirmiştir.”
Yani Boğazlar rejiminin düzenlenmesine Rusların etkisi bunlardan daha az olmuştur.
Ruslar, “Hünkâr İskelesi Antlaşması”nda bile Osmanlı’dan şu talepte bulunmuştur; “Boğazlardan Karadeniz’e yabancı gemileri geçirme!..”
Monşerler, kamuoyundaki ABD aleyhtarlığını temel alarak yapılacak yeni bir antlaşmada ABD’nin de yer alacağını söylüyorlar, eğer lehimize bir düzenleme yapılacaksa taraflardan birinin ABD olmasının ne zararı vardır?
Kaldı ki ABD, Bulgaristan ve Romanya’nın NATO’ya katılmasından sonra Karadeniz’de donanma bulundurmak istiyor.
ABD, bu kararında ısrar ederse “Boğazların savaş gemilerine kapalılığı rejimi” tekrar dönebilir.
Bu da Türkiye’nin Boğazlardaki hâkimiyetinin artması manasına gelir.
Görülüyor ki monşerler, evhamlarında yanılmaktadır.
Son nokta da şu;
Kanal İstanbul’un “Boğazlar rejimi ile alakası nedir? Neden beka unsuru oluyor?”
Gemi geçişlerini paralı yapmak nasıl bir beka sorunu yaratıyor, anlamış değilim.
Türkiye’nin geçişlerden para alması fena bir şey mi?
Görülüyor ki Monşerlerimiz, 1998 Boğazlar Tüzüğü’nü mahkemeye veren “Küresel Sermayenin düdüğü gibi çalışıyor, emekli maaşı aldıkları bu ülkenin menfaatlerini değil küresel baronların çıkarlarını savunuyorlar”.
Maalesef emekli olduktan sonra tek bir kitap okumadan ezberden konuşan amirallerimiz de ne söylediklerini bilmiyorlar.
Atatürk’ün “Kemalist veya Atatürkçü” olmadığını ve Türk milliyetçisi olduğunu “gerekirse aziz milletim için canımı vermeye hazırım” diyecek kadar millet yolunda her türlü fedakârlığa hazır biri olduğunu anlamadan hayali bir Atatürk imajının peşinden gidiyorlar.
Amirallerimizin (monşerlerimizin), ülkeye hizmet etmenin Türkiye’yi büyütmek olduğunu anlamaktan uzak oldukları görülmektedir.
Zaten hazırladıkları metinde ne bir kompozisyon ne bir insicam (tutarlılık) ne bir mantık mevcuttur.
Yazdıklarını ilkokul talebesi yazsa “sıfır” alır.
Bu duruma üzücü mü, acı verici mi cehalet noktasında endişe verici mi dense, karar veremiyorum.
Yazıya bir Bektaşi fıkrasıyla son verelim:
İki şişe şarabı, Bektaşiye göstermişler, demişler ki; “bu iki şaraptan hangisi daha iyi bir bakar mısın?”
Birini eline almış tadına bakmış, yüzünü buruşturmuş, masanın üzerine atmış, öteki şişeyi göstermiş.
“Bu güzel” demiş.
“Ama Erenler, sen ötekinin tadına baktın buna bakmadın” demişler.
Bektaşi demiş ki; “çünkü bundan daha kötüsü olmaz”.
Her iki bildiri de birbirinden daha kötü ve daha berbat bir zihniyeti yansıtmaktadır.
Allah milletimize yardım etsin.
.
Suat Gün, dikGAZETE.com