?>

Yusuf Akçura

Rıdvan Aras

19 saat önce

YUSUF AKÇURA:

Akçura, İdil (Volga) nehri üzerindeki Simbir şehrinde dünyaya gelmiştir. Kırım göçmeni köklü bir burjuva Tatar ailesine mensup olan Akçura’nın babası kumaş fabrikaları sahibi Hasan Süleymanoğlu, annesi ise, yine Kazan’ın tanınmış ailesi Yunusoğulları’ndan gelen Bibi Kamer Banu’dur.[1]
Çarlık döneminde Simbirsk olan adı Lenin'in 1924 yılında ölümünün ardından (Lenin’in asıl soyadı olan Ulyanov’dan dolayı) Ulyanovsk olarak değiştirilen[2] kent hakkında Kırım kökenli İlber Ortaylı, “Şehrin önemli ve tanınmış evlatları çok. Yusuf Akçura da bunlardan biri...”, “Troçki, Türklere Akçura gibi bir milliyetçi üreten Simbirsk için; “İnsanın feodal Rusya’nın dehşetini anlaması için Simbirsk’te büyümesi gerekir.” demiş. Bu dehşeti anlayan Simbirsk’te doğan ve büyüyen Vlamidir Ilyiç Lenin idi. Babası o vilayetin maarif müfettişiydi. Üç nesildir devlete hizmet eden bu ailenin “Liçniydvoryanin-liyakat aristokrasisi”ne mensub olduğu açık. Eğer ağabeyi İlya yaramazlık yapıp da Çar’a karşı suikast teşebbüsünde bulunmasa gül gibi yaşarlardı.”,
Simbirsk’in maarif müdürünün oğlu Vladimir Ulyanov, öbür müdürün oğlu Aleksandr Kerenski Rusya’nın idaresinde ve ihtilali tarihinde izleyen kişi oldu.1917 Şubat devrimini Marseillaise eşliğinde yapan Krenski taraftarlarıydı; Ekim ayında kızıl bayraklar ve Enternasyonal Marşı’nın eşliğinde yapanlar ise Lenin’in Bolşevikleri. Simbirsk hep Simbirsk’ti; açlıktan uzak, çalışkan, eski inançlı (staroverts) Rus tüccarlar yanında Yusuf Akçura’nın ailesi gibi becerikli ve zengin Tatar milyonerler, bereketli bir toprak, kilise, jandarma, tarih ve edebiyat meraklısı dar bir aydın zümre... Simbirsk siyasi baskıya ve ayaklanmaya alışmıştı.”[3] demektedir.
Yusuf Akçura’nın babası tarafından Dibirdi'ler, annesi tarafından Apanaylar, Kazaklar gibi İdil-Ural ülkesinin tanınmış ve zengin Türk aileleri ile akrabalığı vardı. Mutaasıp olmayan Kazanlı zengin ailelerde usul olduğu üzere küçük Yusuf’un eğitimi için bir Rus mürebbiye tutuldu. Bu gibi zenginler arasında, devletin hakim milleti olan Ruslar karşısında ezik düşmemek için Rusça'yı iyi bilmesi gerektiğine inanılıyordu. Böylece Yusuf, ufak yaşında bir taraftan Rus dadı, diğer taraftan ise katı dini terbiye görmüş olan anne tarafından eğitilmeye başlandı. 1879'da henüz iki-üç yaşında iken babasını kaybetti. Dul kalan annesi çocuğu ile Simbir'den Labofka'ya göçtü. Burada iken Yusuf Abdülmend adlı bir molladan az çok okuma yazma dersleri aldı. Genç annenin tecrübesizliği neticesinde işler kötü gidince borca girdiler. Bu durumda bir Rus avukatının aracılığı ile alacaklılar, mallarına haciz koydurdular. Bu arada Yusuf’un amcalarının rolü meçhuldür. Sonunda bu maddi baskılardan kurtulmak ve eldeki mevcut bir miktar parayı da kurtarmak kaygusu ile annesi Yusuf’u da yanına alarak Kırım üzerinden İstanbul'a geldi.[4]
Yusuf ilk mektebi bitirdikten sonra 9 yaşında Koca Mustafa Paşa Askerî Rüştiyesine yazılmıştı. (…) Askerî rüştiyeyi bitirdikten sonra 1892’de Kuleli Askerî İdadisine girmiş, 1894 yılında da buradan Harbiye Mektebine girmiştir. 1896 yılında teğmen rütbesiyle Erkan-ı Harbiye Mektebine girmeye hak kazanmıştı. (…) 1896 yılında Harbiye Mektebi’ni bitiren Yusuf Akçura, Erkan-ı Harbiye sınıfına ayrılmıştı. Ancak birkaç ay sonra Akçura, dönemin hükümeti tarafından Avrupa’da bulunan “Genç Türkler” cemiyeti ile ilgisi olduğu ileri sürülerek tutuklanmıştı. (…) Yusuf Akçura, Erkan-ı Harbiye Mülazimi Sanisi (Üsteğmen) rütbesi ile tutuklandığı zaman sınıf arkadaşı Ahmet Ferid de onunla birlikteydi. Sayıları 84’ü bulan tutuklular, II. Abdülhamit’in iradesiyle topluca Fizan’a[5] sürülmek üzere 28 Ağustos 1897’de Trablusgarp’a gönderilmişler, ancak Trablusgarp vilayeti hazinesinde 84 kişinin Fizan’a sevki için yeterli para bulunamadığı için bu şehirde hapsedilmişlerdi. (…) II. Abdülhamit ile Avrupa’da bulunan Genç Türkler arasında yapılan bir anlaşmayla, Trablusgarp’ta zorunlu ikametleri koşuluyla, tüm mahkumlarla birlikte serbest bırakılan ve rütbesi iade edilen Akçura, burada bulunan Fırka’nın Erkan-ı Harbiye’sine katılarak bir süre kalemlik ve sancaklarda da öğretmenlik yapmıştır. (…) İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Trablusgarp’taki yedinci şubesini kuran Tümen Komutanı Recep Paşa ve yaveri Şevket Bey’in de yardımıyla, arkadaşları Ahmet Ferit ve Zühtü Bey’le beraber kayıkla Trablusgarp’tan kaçmayı başarmışlar, Tunus üzerinden Fransa’ya geçmişlerdir.[6]
Paris’te üç yıl Siyasal Bilgiler Okulu’na devam etti. Türkçülük fikirleri hayatının bu döneminde olgunlaştı. Akçura, Essai sur l’histoire des institutions du Sultanat ottoman (Osmanlı Saltanatı Kurumları Tarihi Üzerine Deneme) adlı tezini vererek okuldan, üçüncülükle mezun oldu. 1903 yılında, İstanbul’a dönmesi yasak olduğu için amcasının yanına Kazan’a gitti ve dört yıl kaldı. Tarih, coğrafya ve Osmanlı Türk Edebiyatı öğretmenliği yaptı. Ahmet Rıza’nın çıkardığı Şuray-ı Ümmet ve Meşveret gazetelerinde imzasız yazıları yayımlandı. Kazan’da iken yazdığı ve onu Türk siyasî hayatında meşhur eden Üç Tarzı Siyaset isimli dizi makalesi 1904 yılında Mısır’da yayımlanan “Türk” adlı gazetede çıktı. Türkçülük akımının manifestosu olarak kabul edilen bu 32 sayfalık makalesinde Akçura, Osmanlı İmparatorluğu’nun tekrar eski gücüne kavuşabilmesi için devletin resmî olarak benimseyebileceği muhtemel üç ana düşünceyi (Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük) tetkik etti.[7]
Yusuf Akçura'nın 1904 tarihinde, Kazan'ın Züye Başı köyünden Mısır'daki Türk gazetesine göndererek yayınlattırdığı, "Üç Tarz-ı Siyaset" adlı makalesi, Türkçülüğü öncü bir ilke olarak teklif etmesi bakımından önemlidir. Bir kısım Batılı yazarlar, "Komünist Manifesto Marksizm için ne ise, Üç Tarz-ı Siyaset de Türkçüler için aynı şeydir" görüşünü dile getirmişlerdir.[8]
15 (28) Ağustos 1905'te Oka nehri üzerinde bir gemide Rusya Türklerinin ilk (gizli) toplantısı yapıldı. Bu toplantıda "Müslüman İttifakı" adlı siyasi bir parti kurulmasına karar verildi. "Müslüman ittifakı" partisinin onbeş kişilik merkez komitesinde Yusuf Akçura da bulunuyordu. (…) Yusuf Akçura bu arada Kazan'da ilk defa neşrolunan, avukat Seyid Gerey Alkin'in baş muharrirliğini yaptığı Kazan Muhbiri'nde çalıştı. (…) Yusuf Akçura bir ara Kazan'ın ileri gelen medreselerinden "Medrese-i Muhammediye’de siyaset ve tarih dersleri verdi. Bu medresedeki çalışmalarının ürünü olan Ulum ve Tarih adlı eseri 1906'da Kazan'da basıldı. (…) Devlet Duma"sına çok sayıda Türk mebus sokabilmek için yoğun çalışma içinde idi. Fakat Rus hükümeti kendisi hakkından zararlı gördüğü bu şahısları parlamentoya sokmamak için seçim tarihinden bir müddet önce değişik bahanelerle tevkif ettirdi. Bu tevkif edilenler arasında Yusuf Akçura da vardı. 8 Mart 1906'da Kazan'da hapse atılan Yusuf Akçura 43 günlük mahpusluktan, yani Duma teşkil edildikten sonra serbest bırakıldı. (…) Rus hükümetinin takibine uğrayınca Kırım'da Bahçesaray'a eniştesi İsmail Gaspıralı’nın yanına gitti. Burada Tercüman gazetesinde "Sa'fes" imzası ile siyasi makaleler yazdı.[9]
Türkiye'de Meşrutiyet ilan edildiğinden takibata uğrayan Türk düşünürleri büyük ümidlerle İstanbul'a dönmektedirler. Akçura da bunlar arasındadır (1908). Türkiye'de Türk milliyetçiliği esasına dayanan sırf ilim ile meşgul ilk cemiyet "Türk Derneği" 1908 yılının sonlarına doğru Mülkiye Mektebi müdürü Celal Bey'in odasında kurulur. (…) (Kurucuları arasında Akçura’nın da bulunduğu Cemiyetin) İlk yayınları Necip Asım Bey'in "Türklerin pek eski Yazısı, Bursalı Tahir Bey'in "Türkler'in ilim ve Fenne hizmetleri"dir. "Türk Derneği Dergisi" ilk sayısı 1911 de çıkmış ve yedi sayı devam ettikten sonra yerini "Türk Yurdu"na bırakmıştır. "Türk Yurdu Cemiyeti" 18 Ağustos 1911'de kurulmuştur. Kurucuları: Mehmed Emin (Yurdakul), Ahmed Hikmet, Yusuf Akçura, Ağaoğlu Ahmed, Hüseyinzade Ali, Akil Muhtar Bey'lerdir. (…) 20 Haziran 1912 de 231 tıbbiyeli adına gelen murahhaslar ile Mehmed Emin Bey, Yusuf Akçura, Mehmed Ali Tevfik, Emin Bülent, Doktor Fuad Sabit ve Ağaoğlu Ahmed Bey'lerce cemiyetin adı Türkocağı olarak kabul edilmiş ve muvakkat idare heyeti seçilmiştir.[10]
I. Cihan Savaşında Brest Litovsk muahedesi imzalandıktan sonra 1918 de Rusya'ya dağılan Türk esirlerinin yurda dönmelerini sağlamak için" Hilâli Ahmer Derneği, Yusuf Akçura’yı Rusya'ya gönderir. O sıralarda Rusya'da Kızıllar ile Beyazlar arasında iç savaş sürdüğü için, hayatı birkaç defa tehlikeye girer. Ufa'da o sıralarda beyazlarla birlikte olan Başkırtların lideri Zeki Velidi (Togan) ile de buluşur. Samara şehrinde bir otelde iken, çarpışan iki tarafın ateşi arasında kalır. Rusya'daki Türkler kendileri güç şartlar altında olmalarına rağmen esirlere yardım hususunda ellerinden gelen yardımı esirgemezler.[11]
Yurda döndükten sonra, Ahmet Ferit (Tek) önderliğinde kurulan ve “Türk” adını taşıyan ilk siyasal parti olma özelliğiyle tarihimizde önemli bir yeri olan Milli Türk Fırkası’na katılan Yusuf Akçura[12], son Osmanlı Mebusan Meclisi’ne Anadolu’daki milli direnişi destekleyen ve dönemine göre ileri bir özellik taşıyan ekonomik programa sahip olan Milli Türk Fırkası’nın Eskişehir-İstanbul milletvekili adayı olarak katılmıştır.[13]
Fırka, Aralık 1919 seçimlerinde, sadece İstanbul adayı Dr. Adnan (Adıvar) Bey’i meclise sokabilmiştir. (…) Mart 1920’de İstanbul’un fiilen işgal edilmesinden sonra Türk Ocağı kapatılmış, Yusuf Akçura tutuklanarak Agopyan Hanı’na konulmuştur. Hapisten çıktıktan sonra Selma Hanımla evlenen Akçura, Mehmet Emin (Yurdakul) Bey’le 29 Mart 1921’de İstanbul’dan ayrılmış, İnebolu üzerinden Ankara’ya geçerek milli harekete katılmıştır.[14]
Y. Akçura, İstiklâl Savaşı'na "seyif ve kalem" ehli olarak ilk katılanlardandır. İlk fırsatta erkânı harp yüzbaşı üniformasını bavuluna koyarak Ankara'ya gelir. Yaşı çok geçkin olmasına rağmen cepheye giderek, askeri vazifesini yapar.[15]
Balkan Harbi sırasında giymiş olduğu asker kıyafeti ve (Yedek) Kurmay Yüzbaşı rütbesi ile Akçura yaşı 45’e yaklaşmış, saçı ve sakalı ağarmış olmasına rağmen cephede okuryazar insana ihtiyaç bulunduğu düşüncesi ile Eskişehir Kütahya Muharebeleri’nden Sakarya Meydan Muharebesi’nin sonuna kadar Garp Cephesi’nin istihbarat akışında Garp Cephesi’nde (Alagöz Karargâhı’nda ve Mustafa Kemal Paşa’nın yanında) ve Polatlı’da istasyonun karşısında yer alan Erkan-ı Harbiye-i Umumiye İstihbarat Şubesi’nde (2. Şube) bazen de Ankara’da bulunarak askeri üniforması ile görev yapmıştır. (…) Akçura’nın görüşlerinin, İsmet Paşa tarafından fazlasıyla dikkate alındığı görülmektedir. (…) Milli Mücadele’nin sancılı askeri safhasında icra ettiği şerefli görevlerin yanı sıra, Halide Edip ve Yakup Kadri gibi isimleri etkileyerek cephede görev almalarını sağlamıştır.[16]
Akçura, Sakarya Meydan Muharebesi sırasında kendi öğrencisi olan Garp Cephesi İstihbarat Şube Müdürü Binbaşı Tahsin Bey’in başkanlığı altında 2. Şube’de çalışmaktadır. Akçura, aynı şekilde Binbaşı Tahsin Bey’e bağlı olarak 1. Şube’de görev yapan Halide Edip Hanım ve Yakup Kadri Bey ile beraber, Yunan ordusunun sivil halka karşı giriştiği mezalim ve tecavüzleri araştırmak üzere kurulan Tedkik-i Mezalim Şubesi’nde de görev yapmıştır.
Sekiz yüz sene sonrasında tarihi bir muharebede görev üstlenen Akçura’ya cephedeki hizmetlerinden dolayı 20.11.1927 tarihinde TBMM tarafından İstiklal Madalyası verilmiştir.[17]
Akçura, muharebenin bitmesini takip eden günlerde Tedkik-i Mezalim Şubesi’ndeki görevini bırakarak hem derslerine katılmak hem de yeni alacağı resmi görevler için üniformasını çıkararak Ankara’ya hareket etmiştir. Sakarya Meydan Muharebesi’nin sonucunda Fransızlar ve Sovyetler ile başlayan diplomatik münasebetler göz önünde bulundurulursa Akçura’nın resmi görevleri için sivilleşmesi gerekmektedir.[18]
Garp Cephesi’ndeki işlerine son vererek Ankara’ya geçen Akçura, entelektüel birikimi, Fransızca ile Rusça biliyor olması, I. Dünya Savaşı sırasında Avrupa’daki faaliyetleri ve tecrübesinin yanı sıra olayları çok iyi algılayan ve tahlil edebilen yeteneği, Ankara’da açılan Sovyet ve Azeri elçilikleri ile ilişkiler konusunda resmi görevler almasına neden olmuştur. Bakanlar Kurulu kararı ile Hariciye Vekâleti Müşavirliği ve aynı zamanda Hariciye Vekâleti Umur-u Şarkiye Müsteşarlığı görevlerine atanan Akçura’nın doğu işleri ve Sovyetlerle olan ilişkiler konusunda dikkat çekici bir rolü vardır.
Ankara’da güven mektubunu sunan Ukrayna büyük elçisi Frunze için Hariciye Vekâleti’nin 30 Aralık 1921’de vermiş olduğu yemeğe de katılan Akçura, Mustafa Kemal Paşa’nın konuşmasından sonra Rusça bir konuşma da yapmıştır. (…) Tüm bunlarla beraber Büyük Taarruz’un kazanılmasını takiben saltanatın kaldırılmasına ve Lozan Barış’ı için görüşmelerin başlamasına rastlayan günlerde, Mustafa Kemal Paşa’nın mili iktisat bilincinin güçlendirilmesi konusunda bilinen hassasiyeti, Bursa, İzmir ve Antalya çevresinde çeşitli konferanslar vermek üzere 20 Kasım 1922’de Hariciye Vekâleti Müsteşarı Yusuf Akçura’yı görevlendirmesi ile görülmektedir.[19]
TBMM adına İstanbul’u teslim almak üzere görevlendirilmiş, bu görevi ifa etmiştir.
29 Ekim 1923’te Türkiye Cumhuriyeti ilan edilip, Mustafa Kemal başa geçince, Y. Akçura gönüllü hizmete başlar. Bu dönemde Y. Akçura, Atatürk’ün siyaset ve kültür konularındaki danışmanı olur, Büyük Millet Meclisine İstanbul’dan milletvekili olarak seçilir. O, Tarih Kurumu’nun kurulmasında ve onun birinci kurultayının düzenlemesinde, sürdürülmesinde yer alır ve kurultayın başkanı olur. 1928 yılında Türk alfabesini Latin alfabesine geçirmek konusundaki kanun kabul edilince, Osmanlıcayı Türkleştirmek, Türk dilini alıntı sözlerden temizlemek, yeni sözler yapmak ve Latin alfabesini hayata geçirmek için Dil Kurumu’nun kurulmasında ve onun çalışmalarında Y. Akçura ana güçlerden birisi haline gelir. Dil Kurumu’nun kurucularından biri olur ve iki kurumun da üyesi olarak seçilir. O yılarda Y. Akçura, İstanbul Üniversitesinde siyaset tarihi profesörlüğü görevini yürütür, Ankara Hukuk Mektebinde siyaset tarihi üzerine konferanslar verir.[20]
Sivil hayatta, Büyük Millet Meclisi Hükümetine yararlı hizmetlerde bulunur. Hariciye Vekâleti Umuru Şarkıyye Müdürlüğünü yapar. Kurtuluştan sonra İstanbul ve Kars mebusu, Ankara ve İstanbul Hukuk Fakülteleri Kürsülerinde tarih öğretim üyesidir. Türk Tarih Kurumu Kurucu üyelerindendir.[21] TTK’nun ilk Başkan Vekillerindendir ve Kurumun 2. Başkanı olarak görevini ölümüne değin sürdürecektir.[22]
1934'te Yusuf Akçura'nın sıhhati tamamen bozuldu, doktorlar durumunu ağır buldular, istirahat etmesini, sigarayı, çalışmayı bırakmasını, yürümemesini tavsiye ettiler. Fakat o çalışmalarından vazgeçemedi.[23] 12 Mart 1935’de İstanbul Üniversitesindeki vazifesinden gayet yorgun Göztepe'deki evine dönerken vapurda fenalaşır ve Haydarpaşa Hastahanesi’nde kalp kifayetsizliğinden vefat eder. Merasimle Edirnekapı Şehitliğine defnedilir, üzerinde Kazan Han Mescidinin tasviri olan Mezar Anıtını, tüccarlardan Bay Hasan Majgar yaptırmıştır.[24]
ODTÜ’de dersler veren Prof. Dr. Tuğrul Akçura’dan olan torunu gazeteci/kameraman H. Yusuf Akçura’nın bir söyleşide söyledikleri her şeyin özeti gibidir:
“Tabii haber kameramanı olunca da pek çok politik şahsiyetle görüşüyorsunuz, hocalarla görüşüyorsunuz, ilim adamlarıyla görüşüyorsunuz ve o sırada hep “Akçura” soyadım gündeme geliyordu. Soruyorlardı: “Yusuf Akçura ile ilişkiniz var mı?”, “Ben torunuyum.” deyince, “Aaa çok iyi, önemli bir insandı.”, “Evet biliyorum.” Bir keresinde şöyle bir olay meydana geldi: Demirkırat belgeselinin kameramanlığını yapıyordum. O zaman Alpaslan Türkeş ile randevulaştık. Altmış İhtilali’ni anlatacaktı. Biz bütün ekip kendimizi tanıttık. Ben de “Yusuf Akçura.” dedim. Ondan sonra “Nesisin?” diye sordu. “Torunuyum.” dedim. “Gel bakayım.” dedi ve öptü. “Çok önemli bir adamdır.” dedi.
Birkaç gün sonra da, İşçi Partisinin eski genel başkanı Mehmet Ali Aybar ile röportaj yapacağız. Evine gittik, yine aynı şey, hazırlıklar yapıyoruz, kameraları kuruyoruz. Ondan sonra yine aynı sualler. Yusuf Akçura’nın torunuyum, dedim. O da Türkeş’in söylediği şekilde “Çok önemli bir adamdır.” dedi ve oturduğu yerden çağırıp elimi sıktı.
Şimdi iki ayrı yerden, çok farklı iki siyasi görüş. İkisi için de Yusuf Akçura çok önemli bir adam.”[25]

.

Rıdvan Aras, dikGAZETE.com

-Yusuf Akçura, İstanbul’u İtilaf Devletlerinden teslim alıyor.

- Yusuf Akçura
[1] Kemal Şenoğlu, Cumhuriyet Dönemi Fikir Hayatında Yusuf Akçura’nın Yeri, Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü, Ankara, 2008, s. 2

[2] https://tr.wikipedia.org/wiki/Ulyanovsk

[3] İlber Ortaylı, Eski Simbirsk, yeni Ulyanovsk, Milliyet Gazetesi, 1 Temmuz 2012. https://www.milliyet.com.tr/yazarlar/ilber-ortayli/eski-simbirsk-yeni-ulyanovsk-1561093
[4] Nadir Devlet, Yusuf Akçura’nın Hayatı (1876-1935), Türklük Araştırmaları Dergisi, Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Sayı: 2, 1986, İstanbul, 1987, s. 90.
[5] Osmanlıların Garp Ocakları olarak adlandırdığı bölge içerisinde yer alan Fizan, XIX. yüzyıl sonlarına doğru Osmanlıların sürgün bölgesi olmuştu. Meşrutiyet döneminde padişaha muhalefet edenlerin önemli bir kısmı Fizan’a sürülmüştü. Dünyanın ulaşılması en zor, en ırak ve soyutlanmış coğrafyalarından biri olan Fizan, sürgünlerin gönderildiği bölgeler içerisinde şartları en ağır olanıydı. Günümüzde Libya olarak bilinen eski Trablusgarp Vilayeti sınırları içerisinde yer alan Fizan, Akdeniz kıyılarından yaklaşık 600 km içeride, Büyük Sahra Çölü’nün doğusundaki vahaları içine alan, güneyi ve kuzeyi dağlarla, doğusu Libya çölüyle ve batısı uçsuz bucaksız Büyük Sahra Çölü’yle kaplı bir tecrit bölgesiydi. Yağmurun neredeyse hiç yağmadığı, çöl kumlarıyla kaplı, Anadolu’nun dörtte üçü büyüklüğündeki bu coğrafyanın hayat kaynağı yer altı sularıydı. Burada yer altı su tabakasının yüzeye yaklaştığı yegâne yaşam alanları vahalardı. Bölge XIX. yüzyıl sonu ve XX. yüzyıl başlarında İstanbul’dan uzaklaştırılan memurların sürüldüğü bir açık hava hapishanesi olma özelliğiyle öne çıkmıştır. Seydi Vakkas Toprak, Fizan’da Sürgün Bir İttihatçı: Cami Bey, Adıyaman Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 8, Sayı: 20, Ağustos 2015, s. 687, 688. (Acehan, A. (2008). “Osmanlı Devleti’nin Sürgün Politikası ve Sürgün Yerleri”. Uluslar arası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 1(5): 12-29.)
[6] Kemal Şenoğlu, a.g.t., s.2-4.
[7] Kadir Yılmaz (Editör), Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, Ötüken Yayınları, Şubat 2015.
[8] Ahmet Temir, Yusuf Akçura, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları No: 836, Ankara, 1987, s. 33,34.

[9] Nadir Devlet, a.g.m., s. 97, 98.

[10] Hamit Z. Koşay, Yusuf Akçura, Belleten, Cilt: 41, Sayı: 72, Nisan 1977, S. 395-397.

[11] Hamit Z. Koşay, a.g.m., s. 397.

[12] Kemal Şenoğlu, a.g.t., s. 14.

[13] Gürkan Kat, Milli Mücadele’de Yusuf Akçura’nın Faaliyetleri, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Yıl: 2010, Cilt: 26, Sayı: 78, s. 592.

[14] Kemal Şenoğlu, a.g.t., s. 15.

[15] Hamit Z. Koşay, a.g.m., s. 397.

[16] Gürkan Kat, a.g.m., s. 595, 596, 605.

[17] Gürkan Kat, a.g.m., s. 598.

[18] Gürkan Kat, a.g.m., s. 599.

[19] Gürkan Kat, a.g.m., s. 600, 602.

[20] Ramile Yarullina, (Türkiye Türkçesi: Sinan Güzel), Atatürk’ün Siyasetinde Tatar Aydınlarının Rolü, EÜ. Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, Cilt: XVIII, İzmir, 2010.

[21] Hamit Z. Koşay, a.g.m., s. 397, 398.

[22] https://www.ttk.gov.tr/tarihce/

[23] Nadir Devlet, a.g.m., s. 102.

[24] Hamit Z. Koşay, a.g.m., s. 398. 
[25] Erkan Karagöz - Alper Alp, Yusuf Akçura’nın Torunu Hasan Yusuf Akçura ile Söyleşi, Türk Yurdu Dergisi, Yıl: 104, Sayı: 339, s. 59.

.

YAZARIN DİĞER YAZILARI