Çoğunluğun tahakkümü yahut demokrasilerde eşitlik

Çoğunluğun tahakkümü yahut demokrasilerde eşitlik

Değişik görüş ve düşüncelere eşitlik ilkesi gereği izin veren demokrasi; karar alma aşamasında çaresizliğe düşer. Hangi görüşün uygulanacağı, tartışmalara neden olurken, uygulanacak önerinin sorumluluğunu da, kimin üstleneceği ayrı bir belirsizlik içerir. 

Karar vericilik, rasyonel olması gerektiği kadar akıllıca olması ya da faydacı olması herkesi tatmin edebilecek kabiliyette olamayabileceğinden; öncelikle, her bireyin kabul edebileceği bir kuralı gerektirir. Bu kural, “Hiçbir konuda anlaşamasalar dahi çoğunluk prensibini kabul ederek, çoğunluğun onayladığı her tür kararın uygulanabilir olmasını sağlamak” anlamını taşır. Antik Yunan ve Roma’da işlevselliği sınanan bu ilkenin savunucularından Georg Simmel; “Çoğunluk prensibi, çok basit görünüşüyle, çekişen bireylerin sonuçta tek karara varabildikleri dâhiyane bir araçtır.” der.

Her bireyin aynı şartlar altında reyini beyan etmesi ile gerçekleşen seçim sonucunda; tercihlerin, çoğunluğun isteği doğrultusunda karar alınmasını getirirken; azınlıkta kalanların yok sayıldığı bir eşitsizlik denklemi doğurur. Sorun bununla da noktalanmıyor; “rey hakkının eşit olması ayrı bir adaletsizlik” görüşüne sahip John Stuart Mill; “Zamanımızda hüküm süren Demokrasi, eşitlik ilkesine yönelik değil, hüküm sürenlerin yararı doğrultusunda sistematik eşitsizliğe uyarlanmıştır” der.

Bu görüşe göre; hüküm sürenlerin, halkın çoğunluğu olduğu ve bunların “vasat tabaka” olarak değerlendirdiği malum… 

Antik Yunan, demokrasiyi keşfetmeden, eşitlik ilkesini (isonomia) tartışıyordu. O zamanlar, kadınları, köleleri ve metökleri (o bölgenin yabancıları, bunlar arasında Aristoteles) tam vatandaş kabul edilmediklerinden eşit sayılmıyordu, rey hakları (eo ipso) yoktu.

Mill, aynı mantığın izini sürerek, okuma yazma bilmeyenlere seçim hakkı verilmesine karşı; verilecekse dahi eğitimli kesime birden çok rey hakkı talep ediyor (vatandaşlığın ayrı bir tanımı diye okuyunuz).

Çok basit bir örnekle bu düşüncesini argümanlaştıran Mill, “Bir fabrikada çalışan yardımcı işçiyle, ustanın arasında zeka ve eğitim farkı olacağından, gene ustayla fabrika sahibinin seviye farkı daha üst düzeyde seyredeceği” argümanını çıkış noktası olarak alır. Kısacası, zekâsını kullanabilen biri fabrika sahibi olmuş, vasat biri ise yardımcı işçi. Aklını kullanabilenin tercihinin, ülke yönetiminde de daha fazla katkıda bulunması gerektiği noktasında bir mantıki çıkarsama.

Sokrates’ten itibaren devam eden “Elit yönetim” özlemi, burada da tartışılmaya devam ediyor.    

Toplum çoğunluğunun elitlerden oluşmuyor olması, yönetimin az sayıdaki elitlere teslim edileceği anlamı doğurmaz. Bu durumda yönetim tarzının demokrasi olmasına gerek kalmazdı. Demokrasi, ‘halk yönetimi’ olarak anlaşılacaksa, halkın tamamının yönetime katılması ve mümkünse hayatında bir kez olsa dahi önemli bir görev üstlenmesi için gayret edilen amaçtır. Antik Yunanlılar (Sparta demokrasisi hariç) “Eşitlik ilkesi”ni bu çerçevede yorumlayarak, hayat tarzı olarak benimseyip uyguladılar. Günümüzde de bu prensibin doğru olduğuna inananların aynı tercihi yapması eşyanın tabiatı gereğidir. İçi boşaltılmış, güçlülerin ve elitlerin elinde kendi yararları doğrultusunda şekillendirilmiş demokrasi; “halkın yönetimi değil, politikacının hükümdarlığı” olur.

John Stuart Mill’e göre; “Ağırlıklı rey (pars sanior) sisteminin yatkınlığı anlaşılabilir değil, çünkü iki yönlü çelişkilere açık olan bu düşüncenin tutarlı bir tarafı da mevcut değil. 1- Azınlık, çoğunluk sistemini kabul etmediğinde, a- meşruiyet sorunu (legalite) ortaya çıkacak, b- barış ortamı (pacification) sağlanamayacaktır. 2- Zaten elitler fikirleri belirleyip halkı manipüle ederek kendi taleplerini halkın talebiymiş görüntüsü veriyor. Bu durumda halkın taleplerinden söz etmek de çok doğru değil.”

Doğanın cömertçe davrandığı, çevre şartlarının müsait olduğu ortama doğan üstün yeteneklerle donatılmış elitler için eşitlik kavramı fazla bir şey ifade etmez ve onların eşit görülmesi; eşitlik kavramını muğlâklaştırır.

Eşitliğin mümkün olamayacağını anladığımızdan, bu kavramı ‘fırsat eşitliği’ olarak anlıyoruz. Ve bu sebepten eşitlik arayışımızdaki çabalarımız, fırsat şartlarını öyle ayarlamalı ki, eşitlik koşulları oluşsun.

Toplumun büyük bir bölümünün elit olabilme şansına ulaşması, mevcut şartlarda olanaksız olduğundan toplum tasavvurunun değişmesinin en kısa ve pragmatik yol olduğu anlaşılıyor. Çoğunluğun tahakkümünden kurtulmak için yaşama ve eğitim olanaklarının değiştirilmesi gibi, toplum fertleri arasında kurulacak komünikasyon ağının kapsayıcı, herkese ulaşabilecek özelliklerle donatılması zaruridir.

Toplumun çok çeşitliliğinin dinamikliğine dokunmadan teşvik edildiğinde, çoğunlulukçu sistemle hem çoğunluğun tahakkümü kalmaz, hem de azınlıklar dikkate alınma şansı yakalarlar.

Toplumda öne çıkan bireylerin (elitler), nihayetinde vasat kişilerin onları kabul etmesi ile bulundukları konumu koruyabilme durumunda oldukları da unutulmamalıdır. 

:

Yavuz Yıldırım, dikGAZETE.com için yazdı

Değişik görüş ve düşüncelere eşitlik ilkesi gereği izin veren demokrasi; karar alma aşamasında çaresizliğe düşer. Hangi görüşün uygulanacağı, tartışmalara neden olurken, uygulanacak önerinin sorumluluğunu da, kimin üstleneceği ayrı bir belirsizlik içerir. 

Karar vericilik, rasyonel olması gerektiği kadar akıllıca olması ya da faydacı olması herkesi tatmin edebilecek kabiliyette olamayabileceğinden; öncelikle, her bireyin kabul edebileceği bir kuralı gerektirir. Bu kural, “Hiçbir konuda anlaşamasalar dahi çoğunluk prensibini kabul ederek, çoğunluğun onayladığı her tür kararın uygulanabilir olmasını sağlamak” anlamını taşır. Antik Yunan ve Roma’da işlevselliği sınanan bu ilkenin savunucularından Georg Simmel; “Çoğunluk prensibi, çok basit görünüşüyle, çekişen bireylerin sonuçta tek karara varabildikleri dâhiyane bir araçtır.” der.

Her bireyin aynı şartlar altında reyini beyan etmesi ile gerçekleşen seçim sonucunda; tercihlerin, çoğunluğun isteği doğrultusunda karar alınmasını getirirken; azınlıkta kalanların yok sayıldığı bir eşitsizlik denklemi doğurur. Sorun bununla da noktalanmıyor; “rey hakkının eşit olması ayrı bir adaletsizlik” görüşüne sahip John Stuart Mill; “Zamanımızda hüküm süren Demokrasi, eşitlik ilkesine yönelik değil, hüküm sürenlerin yararı doğrultusunda sistematik eşitsizliğe uyarlanmıştır” der.

Bu görüşe göre; hüküm sürenlerin, halkın çoğunluğu olduğu ve bunların “vasat tabaka” olarak değerlendirdiği malum… 

Antik Yunan, demokrasiyi keşfetmeden, eşitlik ilkesini (isonomia) tartışıyordu. O zamanlar, kadınları, köleleri ve metökleri (o bölgenin yabancıları, bunlar arasında Aristoteles) tam vatandaş kabul edilmediklerinden eşit sayılmıyordu, rey hakları (eo ipso) yoktu.

Mill, aynı mantığın izini sürerek, okuma yazma bilmeyenlere seçim hakkı verilmesine karşı; verilecekse dahi eğitimli kesime birden çok rey hakkı talep ediyor (vatandaşlığın ayrı bir tanımı diye okuyunuz).

Çok basit bir örnekle bu düşüncesini argümanlaştıran Mill, “Bir fabrikada çalışan yardımcı işçiyle, ustanın arasında zeka ve eğitim farkı olacağından, gene ustayla fabrika sahibinin seviye farkı daha üst düzeyde seyredeceği” argümanını çıkış noktası olarak alır. Kısacası, zekâsını kullanabilen biri fabrika sahibi olmuş, vasat biri ise yardımcı işçi. Aklını kullanabilenin tercihinin, ülke yönetiminde de daha fazla katkıda bulunması gerektiği noktasında bir mantıki çıkarsama.

Sokrates’ten itibaren devam eden “Elit yönetim” özlemi, burada da tartışılmaya devam ediyor.    

Toplum çoğunluğunun elitlerden oluşmuyor olması, yönetimin az sayıdaki elitlere teslim edileceği anlamı doğurmaz. Bu durumda yönetim tarzının demokrasi olmasına gerek kalmazdı. Demokrasi, ‘halk yönetimi’ olarak anlaşılacaksa, halkın tamamının yönetime katılması ve mümkünse hayatında bir kez olsa dahi önemli bir görev üstlenmesi için gayret edilen amaçtır. Antik Yunanlılar (Sparta demokrasisi hariç) “Eşitlik ilkesi”ni bu çerçevede yorumlayarak, hayat tarzı olarak benimseyip uyguladılar. Günümüzde de bu prensibin doğru olduğuna inananların aynı tercihi yapması eşyanın tabiatı gereğidir. İçi boşaltılmış, güçlülerin ve elitlerin elinde kendi yararları doğrultusunda şekillendirilmiş demokrasi; “halkın yönetimi değil, politikacının hükümdarlığı” olur.

John Stuart Mill’e göre; “Ağırlıklı rey (pars sanior) sisteminin yatkınlığı anlaşılabilir değil, çünkü iki yönlü çelişkilere açık olan bu düşüncenin tutarlı bir tarafı da mevcut değil. 1- Azınlık, çoğunluk sistemini kabul etmediğinde, a- meşruiyet sorunu (legalite) ortaya çıkacak, b- barış ortamı (pacification) sağlanamayacaktır. 2- Zaten elitler fikirleri belirleyip halkı manipüle ederek kendi taleplerini halkın talebiymiş görüntüsü veriyor. Bu durumda halkın taleplerinden söz etmek de çok doğru değil.”

Doğanın cömertçe davrandığı, çevre şartlarının müsait olduğu ortama doğan üstün yeteneklerle donatılmış elitler için eşitlik kavramı fazla bir şey ifade etmez ve onların eşit görülmesi; eşitlik kavramını muğlâklaştırır.

Eşitliğin mümkün olamayacağını anladığımızdan, bu kavramı ‘fırsat eşitliği’ olarak anlıyoruz. Ve bu sebepten eşitlik arayışımızdaki çabalarımız, fırsat şartlarını öyle ayarlamalı ki, eşitlik koşulları oluşsun.

Toplumun büyük bir bölümünün elit olabilme şansına ulaşması, mevcut şartlarda olanaksız olduğundan toplum tasavvurunun değişmesinin en kısa ve pragmatik yol olduğu anlaşılıyor. Çoğunluğun tahakkümünden kurtulmak için yaşama ve eğitim olanaklarının değiştirilmesi gibi, toplum fertleri arasında kurulacak komünikasyon ağının kapsayıcı, herkese ulaşabilecek özelliklerle donatılması zaruridir.

Toplumun çok çeşitliliğinin dinamikliğine dokunmadan teşvik edildiğinde, çoğunlulukçu sistemle hem çoğunluğun tahakkümü kalmaz, hem de azınlıklar dikkate alınma şansı yakalarlar.

Toplumda öne çıkan bireylerin (elitler), nihayetinde vasat kişilerin onları kabul etmesi ile bulundukları konumu koruyabilme durumunda oldukları da unutulmamalıdır. 

:

Yavuz Yıldırım, dikGAZETE.com için yazdı