Furkan Vakfı, Müslümanlar ve laiklik

Furkan Vakfı, Müslümanlar ve laiklik

Furkan Vakfı, Müslümanlar ve laiklik Furkan Vakfı, Müslümanlar ve laiklik

Furkan Vakfı’na ilişkin olay ve tartışmaları biliyorsunuz, tekrara hacet yok. Bu konuda gösterilecek tavır belli; AK Parti’ye muhalif diye kimse baskı altına alınmamalı ve de kimseye karşı polis şiddeti maruz görülemez.

Ancak, söz konusu olan Müslümanları temsil etme iddiasındaki insanların, yine aynı iddiaya sahip AK Parti iktidarı tarafından baskılanması ve başörtülü kadınların polis şiddetine, hatta başörtülü polis şiddetine uğraması olunca, durum daha karmaşık gibi görünüyor, ama aslında hiç de öyle değil. 

Asıl önemli mesele de bu; yani ‘Müslümanları’ kimin temsil ettiği, ‘gerçek Müslümanlar’ın kim olduğu konusu.

Nitekim Furkan Vakfı Başkanı’nın eşi Sema Kuytul, “AKP hiçbir zaman Müslümanları koruyup kollayan bir parti olmadı” demiş. Sadece o değil, İslami iddialı muhalif çevrelerin de benzer açıklamaları var.

AK Parti, kendini “Müslümanların partisi” olarak takdim ediyor, muhafazakâr kesimden aldığı desteğe bakarsak belli ki, destekçileri de böyle düşünüyor. 

AK Parti’ye muhalif dindar çevreler de kendilerini “Müslümanların temsilcisi” olarak görüyor, o halde kim haklı?

Bence hiç biri değil.

Çünkü ‘Müslümanlar’ diye bir genelleme yapmak, bunun üzerinden temsil iddiasında bulunmak mümkün değil.

İnanç söz konusu olduğunda sayısal çoğunluk bir kıstas olamaz, Hz. Muhammed’in peygamberliğini de başlangıçta küçük bir azınlık kabul etmişti; kaldı ki, başka hiç kimse dinen peygamberlik gibi bir iddiada bulunamaz. 

Bu gerçek anlaşılırsa sorun kalmaz. 

Allah’ın birliği, Muhammed’in peygamberliği ve Kur’an’ın Allah kelamı olduğuna iman şeklindeki dogma dışında Müslümanlık farklı şekillerde yorumlanabilir ve de yorumlanmıştır.

Gerisi, dünyevi iktidar mücadeleleridir, yani din ve siyaset arasında kurulan muhayyel ilişkilerdir. 

Tam da bu nedenle, İslam’ın intişarından bu yana, din siyasi mücadelelerin konusu olmuştur veya siyasi mücadeleler dini kisveye bürünmüştür. 

Modern dönemde, İslam-siyaset ilişkisi ‘İslamcı ideolojiler’ çerçevesinde tanımlandı ve bu tartışma bitmedi. 

Örnekler çok ama en çarpıcı olanlardan biri 1979’da Kâbe’nin radikal bir grup tarafından işgalidir. 

Sonuçta, Kâbe’yi işgal edenler de din adına bir işe giriştiklerini düşünüyorlardı, onları zor kullanarak çıkarıp mahkûm eden Suudi yönetimi de aynı iddiada idi.

Din, toplum ve siyaset ilişkilerinde özgürlükler ve dolayısı ile demokrasi açısından sorun olan, dini ‘siyasi meşruiyetin’ kaynağı olarak tanımlamak ve din adına toplumsal ve bireysel özgürlüklerin baskılanmasıdır.

Türkiye’de İslam-siyaset ilişkisi de farklı çevrelerin kâh ittifak, kâh rekabet, kâh çatışma çerçevesinde gelişti. 

Erbakan çevresinin çıkardığı 1970 yılına ait bir yıllık (Salname Yıllık 1390-1970, Hikmet Gazetecilik, Tan Matbaası) 21 Ekim tarihi için, Adalet Partisi logolu Kur’an fotoğrafının altına, “Erbakan (dini) istismar ediyor diyenlerin tuh suratlarına” diye not düşmüş. 

Türkiye’de farklı cemaatler arasındaki kavgaları biliyoruz, Erbakan’ın partileri ile merkez sağ partilerin arasındaki cemaat oylarını kapma yarışlarını, pazarlıklarını biliyoruz. 

En son, Fetullah Gülen çevresi ile AK Parti arasında yaşananları biliyoruz.

Furkan Vakfı mensubu başörtülü kadınların yerlerde sürüklenmesi tablosu bana,

1989’da Fetullah Gülen’in İzmir’de yaptığı konuşmada söylediklerini hatırlattı. Gülen, başörtüsü eylemi yapan üniversiteli öğrencileri anarşist ilan etmişti; “Sultanahmet’te olan hadisenin arkasında da esas olarak din düşmanları var… Sözde türban adına yürüyorum diyenler, istihbarat örgütlerince derdest edilince bu başörtülü mantolu veya çarşaflı kadınların çoğu erkek olarak çıktı ortaya…” diyordu (Ruşan Çakır, Ayet ve Slogan, Metis Yayınları, 1990, 110).

Bu vesileyle, demokratik bir laiklik anlayışı ve siyaset sisteminin önemini bir kez daha hatırlamakta fayda var. 

Dini, kamu alanından kovan bir laiklik anlayışı değil; çünkü demokrasi kavramı, kamu alanının özgürce kullanılmasını gerektirir; başörtüsü yasağı, başta dini inancın kamu alanında görünür olmasına karşı çıkmak bir özgürlük sorunudur.

Hatta dini sembol ve değerlerin, siyasal alanda yer almasına toptan karşı çıkmak da öyledir. 

Birileri, dini değerler temelli toplumsal taleplerde bulunabilir, bunları seslendirmenin yolu demokratik siyasi süreçler olmalıdır.

Laikliği önemseyen çevrelerin, özgürlükler temelli olmayan bir laiklik anlayışının da bir baskı aracı ve nihayetinde otoriter siyaset anlayışına zemin teşkil ettiğini hatırlaması gerekiyor. 

Kim ne derse desin bu süreçleri de yaşadık ve benzer bir noktaya varmanın âlemi yok.

Din, toplum ve siyaset ilişkilerinde özgürlükler ve dolayısı ile demokrasi açısından sorun olan, dini ‘siyasi meşruiyet’in kaynağı olarak tanımlamak ve din adına toplumsal ve bireysel özgürlüklerin baskılanmasıdır. 

Din adına siyasi meşruiyet iddiası, inanmayanları dışlamanın ötesinde ‘din’in tanımının birilerinin tekeline girmesi ile mümkün olur.

Öyle olunca da dinin temsiline soyunanlar arasında da sadece dini yorum açısından değil, sıklıkla siyasi güç yarışı çerçevesinde çatışmalar kaçınılmaz olur.

“Furkan Vakfı’nın ciddi bir siyasi iddiası yok veya olamaz” denilebilir, ancak önemli olan, kendini ‘bir kısım’ değil, ‘gerçek Müslümanlar’ın temsili olarak tanımlıyor olmasıdır. 

Bu konuda son derece samimi de olabilirler, ama tüm baskılar, bu tür ‘samimikanaatlerden beslenir.

.

Nuray Mert, dikGAZETE.com

-bu yazı, aynı gün ‘politikyol’da yayınlandı-

Furkan Vakfı’na ilişkin olay ve tartışmaları biliyorsunuz, tekrara hacet yok. Bu konuda gösterilecek tavır belli; AK Parti’ye muhalif diye kimse baskı altına alınmamalı ve de kimseye karşı polis şiddeti maruz görülemez.

Ancak, söz konusu olan Müslümanları temsil etme iddiasındaki insanların, yine aynı iddiaya sahip AK Parti iktidarı tarafından baskılanması ve başörtülü kadınların polis şiddetine, hatta başörtülü polis şiddetine uğraması olunca, durum daha karmaşık gibi görünüyor, ama aslında hiç de öyle değil. 

Asıl önemli mesele de bu; yani ‘Müslümanları’ kimin temsil ettiği, ‘gerçek Müslümanlar’ın kim olduğu konusu.

Nitekim Furkan Vakfı Başkanı’nın eşi Sema Kuytul, “AKP hiçbir zaman Müslümanları koruyup kollayan bir parti olmadı” demiş. Sadece o değil, İslami iddialı muhalif çevrelerin de benzer açıklamaları var.

AK Parti, kendini “Müslümanların partisi” olarak takdim ediyor, muhafazakâr kesimden aldığı desteğe bakarsak belli ki, destekçileri de böyle düşünüyor. 

AK Parti’ye muhalif dindar çevreler de kendilerini “Müslümanların temsilcisi” olarak görüyor, o halde kim haklı?

Bence hiç biri değil.

Çünkü ‘Müslümanlar’ diye bir genelleme yapmak, bunun üzerinden temsil iddiasında bulunmak mümkün değil.

İnanç söz konusu olduğunda sayısal çoğunluk bir kıstas olamaz, Hz. Muhammed’in peygamberliğini de başlangıçta küçük bir azınlık kabul etmişti; kaldı ki, başka hiç kimse dinen peygamberlik gibi bir iddiada bulunamaz. 

Bu gerçek anlaşılırsa sorun kalmaz. 

Allah’ın birliği, Muhammed’in peygamberliği ve Kur’an’ın Allah kelamı olduğuna iman şeklindeki dogma dışında Müslümanlık farklı şekillerde yorumlanabilir ve de yorumlanmıştır.

Gerisi, dünyevi iktidar mücadeleleridir, yani din ve siyaset arasında kurulan muhayyel ilişkilerdir. 

Tam da bu nedenle, İslam’ın intişarından bu yana, din siyasi mücadelelerin konusu olmuştur veya siyasi mücadeleler dini kisveye bürünmüştür. 

Modern dönemde, İslam-siyaset ilişkisi ‘İslamcı ideolojiler’ çerçevesinde tanımlandı ve bu tartışma bitmedi. 

Örnekler çok ama en çarpıcı olanlardan biri 1979’da Kâbe’nin radikal bir grup tarafından işgalidir. 

Sonuçta, Kâbe’yi işgal edenler de din adına bir işe giriştiklerini düşünüyorlardı, onları zor kullanarak çıkarıp mahkûm eden Suudi yönetimi de aynı iddiada idi.

Din, toplum ve siyaset ilişkilerinde özgürlükler ve dolayısı ile demokrasi açısından sorun olan, dini ‘siyasi meşruiyetin’ kaynağı olarak tanımlamak ve din adına toplumsal ve bireysel özgürlüklerin baskılanmasıdır.

Türkiye’de İslam-siyaset ilişkisi de farklı çevrelerin kâh ittifak, kâh rekabet, kâh çatışma çerçevesinde gelişti. 

Erbakan çevresinin çıkardığı 1970 yılına ait bir yıllık (Salname Yıllık 1390-1970, Hikmet Gazetecilik, Tan Matbaası) 21 Ekim tarihi için, Adalet Partisi logolu Kur’an fotoğrafının altına, “Erbakan (dini) istismar ediyor diyenlerin tuh suratlarına” diye not düşmüş. 

Türkiye’de farklı cemaatler arasındaki kavgaları biliyoruz, Erbakan’ın partileri ile merkez sağ partilerin arasındaki cemaat oylarını kapma yarışlarını, pazarlıklarını biliyoruz. 

En son, Fetullah Gülen çevresi ile AK Parti arasında yaşananları biliyoruz.

Furkan Vakfı mensubu başörtülü kadınların yerlerde sürüklenmesi tablosu bana,

1989’da Fetullah Gülen’in İzmir’de yaptığı konuşmada söylediklerini hatırlattı. Gülen, başörtüsü eylemi yapan üniversiteli öğrencileri anarşist ilan etmişti; “Sultanahmet’te olan hadisenin arkasında da esas olarak din düşmanları var… Sözde türban adına yürüyorum diyenler, istihbarat örgütlerince derdest edilince bu başörtülü mantolu veya çarşaflı kadınların çoğu erkek olarak çıktı ortaya…” diyordu (Ruşan Çakır, Ayet ve Slogan, Metis Yayınları, 1990, 110).

Bu vesileyle, demokratik bir laiklik anlayışı ve siyaset sisteminin önemini bir kez daha hatırlamakta fayda var. 

Dini, kamu alanından kovan bir laiklik anlayışı değil; çünkü demokrasi kavramı, kamu alanının özgürce kullanılmasını gerektirir; başörtüsü yasağı, başta dini inancın kamu alanında görünür olmasına karşı çıkmak bir özgürlük sorunudur.

Hatta dini sembol ve değerlerin, siyasal alanda yer almasına toptan karşı çıkmak da öyledir. 

Birileri, dini değerler temelli toplumsal taleplerde bulunabilir, bunları seslendirmenin yolu demokratik siyasi süreçler olmalıdır.

Laikliği önemseyen çevrelerin, özgürlükler temelli olmayan bir laiklik anlayışının da bir baskı aracı ve nihayetinde otoriter siyaset anlayışına zemin teşkil ettiğini hatırlaması gerekiyor. 

Kim ne derse desin bu süreçleri de yaşadık ve benzer bir noktaya varmanın âlemi yok.

Din, toplum ve siyaset ilişkilerinde özgürlükler ve dolayısı ile demokrasi açısından sorun olan, dini ‘siyasi meşruiyet’in kaynağı olarak tanımlamak ve din adına toplumsal ve bireysel özgürlüklerin baskılanmasıdır. 

Din adına siyasi meşruiyet iddiası, inanmayanları dışlamanın ötesinde ‘din’in tanımının birilerinin tekeline girmesi ile mümkün olur.

Öyle olunca da dinin temsiline soyunanlar arasında da sadece dini yorum açısından değil, sıklıkla siyasi güç yarışı çerçevesinde çatışmalar kaçınılmaz olur.

“Furkan Vakfı’nın ciddi bir siyasi iddiası yok veya olamaz” denilebilir, ancak önemli olan, kendini ‘bir kısım’ değil, ‘gerçek Müslümanlar’ın temsili olarak tanımlıyor olmasıdır. 

Bu konuda son derece samimi de olabilirler, ama tüm baskılar, bu tür ‘samimikanaatlerden beslenir.

.

Nuray Mert, dikGAZETE.com

-bu yazı, aynı gün ‘politikyol’da yayınlandı-