Jus vitae ac necis / İdam

Jus vitae ac necis / İdam

Carl Schmitt, devlet gücünü ve onun hâkimiyet seviyesini iki temel kriterle değerlendirir. Bunlardan biri savaş yetkisi, diğeri insanların fiziki yaşamı üzerinde sahip olduğu ölüm ya da yaşam hakkında karar verici mercii olması. Bu salahiyet olmadığı takdirde devlet de yoktur. Hâlbuki devletin en önemli kurumlarından biri olan vergilendirme hakkı aynı oranda ehemmiyete sahiptir; Schmitt, bunu atlamış görünüyor.

Devlet teorisyeni yazar, toplumu politik iki ayrı gruba bölerken, dost kavramı altında homojenliği sağlamaya çalışır.

Ötekileştirdiklerini, savaş figürleriymiş gibi görerek, onları hem yok eder hem de dost olan gruba bu vesileyle savaş deneyimi (tatbikat) kazandırmak ister.

Devlet ideolojisine teslim olanlar, kazanmış oldukları politik savaş deneyimleriyle gerçek düşmanı yok edebilme yeterliliğine varmış olurlar.

Fikrini biraz daha derileştirecek olsa, “herkesin kendi fikri hâkim oluncaya kadar savaşa devam” noktasına varması, mantıksal sonuç olacaktı.

Nitekim Nazi-Almanyası, bu düşüncelerin de bir neticesidir.

Toplumsal beklentiler otoriterleşme eğilimi gösteriyorsa, kurulu düzenin sistem strüktürleri gözden geçirilmesi gerekir.

Eğitim, bilinç, hukuk vd. araçları hızlı ve kesin neticeler almaya yönelik işlediğinde, sosyal strüktürün, doğru işlemediği sonucuna işaret eder.

Toplumu ilgilendiren kararların tartışmaları, yeterli düzeyde ve açıklıkta yapılmadığı takdirde, sürgit sistematiğin kendini üretmesi kaçınılmaz olur.

Düşünerek fikir edinme, bilgilenme, bilinçleşme sonucunda tartışma platformları kurarak tartışarak karara varma tercih edilecek olsa, sistemin yenilenmesi de mümkün olur.

İdam-vergilendirme ve savaş hakkı, devletin kendini savunma, varlığını sürdürebilme araçlarındandır.

Nizam, devlet işleyişinin başarılı/başarısızlığının ölçülebildiği gösterge olduğundan; düzensizlik direk devleti tehdit eden unsur olduğu için, hızla karşı önlemler alınır.

Doğa durumundan sıyrılarak toplumsal yaşama katlanan insan, kendi canını korumak ve malını teminat alma amacından kaynaklanan düşüncesini realleştirmiş, toplumsal entite olmayı kabullenmiştir.

Bu bakımdan, sanksiyon kategorisindeki idam müeyyidesi oldukça tartışmalı, iptidai hukuk düşüncesidir.

Hak arayışının “göze göz, dişe diş” mantığının henüz daha sürdürülmesi, felsefe alnında nerede durduğumuza da kanıttır. 

İnsan düşüncesinin ‘stigma’lamadan kurtulup, idam cezalandırmasından tamamen vazgeçememesi, kendi üretemeyen aklına delil niteliği taşır.

Köktenci cezalandırma yöntemi olan idam, geri dönülmesi mümkün olmayan, düzeltilme şansı bulunmayan bir uygulama olmakla kalmaz, insan onurunun da hiçe sayılması olarak anlaşılır.

Bir kişi, kurum veya devlet, şahsın yaşam hakkını hukuk vasıtasıyla elinden alamaz. Böylesi bir hukukun meşruiyetini rasyonel zeminde izah etmek zorlamalarla (akıl ölçülerinin lastikleştirilmesi) dahi mümkün değildir.

İnsanın yaşam hakkı en tabii, kutsal ve o insan için tartışmasız gerçekliktir. Bir başkası o hakka hangi gerekçeyle olursa olsun karar veremez.      

Yüksek ödül yahut ağır cezalar, toplumu, dolayısı ile sistemi önce otoriterleştirir, daha sonra faşizme sürükler. Bu konuda, Frankfurt Okulu’nun yaptığı kapsamlı araştırma (otoriter kişilik-authoritarian personality) ortada.

  

Güçlünün gücünü sergilemesine gerek kalmadan, genel kabul sonucu varılan anlaşmalar çok daha güçlü ve ikna edicidir.

Suç oranları idam cezası olan ülkelerde sıfırlanamadığı gibi, bu sanksiyonun bulunmadığı ülkelerde de suç işleme trendi artış eğiliminde değil.

Bu yüzden…

Yüreği yanan insanların idam talepleri anlaşılabilir. Fakat bu, kendi sorumluluklarına göz kapatmamızı gerektirmez. Yanlış işleyen düzenin mensupları olan bu insanlar, sistemi sorgulamayarak suça ortak olduklarını unutuyorlar.

Bütün bu hadiseler bir anda gelişmedi. Uzun yılların birikimi, ‘sabır’ın kinleşerek, keskinleşerek dışavurumuna şahit olduk.

Cumhuriyet sonrası yasaklarla alıkonulan, özgürlükleri dar alana sığıştırılan muhafazakâr kesimin ortak duygularının radikal isyanının somut sonucunu doğurması beklenilmeliydi.

Özellikle yasaklanan alanlara, ara kapılar (takiye) bulan, müthiş bir özveriyle hedefine adım adım sistematik ve düzenli bir şekilde yürüyen sakıncalıların başarısı olarak ta okunabilir.

Kurulu sistem, artık anlamalıdır ki, yasakların gücü aşılabilir ve kendine yönelebilir.

Sistem içindeki bir takım kesimin dışlandığı takdirde, o insanların günün birinde sistemi döndüren çarka takılmayacağı ve sistemi yok etmeyeceği garantisi yok. Çünkü ötekileştirmek, düşman üretmek olduğu gibi meydan okumadır.

AK Parti’nin “aldatıldık” ifadesini, gasp edilmiş hakların iadesi anlamında “Adalet dağıtmak istedik” manasına tercüme etmek gerekir. Çünkü onlar da (AK Partinin İslamcı kanadı) bu mağduriyeti yaşayan kesimdi.

Diğer taraftan, idam edilmek istenenler; büyük harcamalar neticesinde ülkenin istisna imkanlarına sahip olmuş, beceri kazanmış, yerlerini doldurabilmek için hem zamana ihtiyaç duyulacak hem de bir o kadar daha para harcamak gerekecektir.

Adaletli hukuki yargılama sonucu, idam edilmeden cezalandırılmaları doğru tercih olacaktır.

Bir sonraki aşamada, zeki ve yetenekli çocukların sırf fakir olduklarından, sosyolojik aşağı sınıflara mensup olduklarından, sadece inanç ve fikirleri statükoya uymadığı için dışlama strüktürleri elimine edilmeli, özgür ve açık toplum ideali gerçekleştirilmelidir.

Türkiye, Gülen hareketi mensuplarını rehabilitasyondan geçirerek topluma tekrar kazanabilme imkanlarını geliştirebilmelidir.

Amerikalılar, Nazi Almanyası’nı işgal ettiklerinde, tüm Nazi mensuplarının arasında, Nürnberg Mahkemeleri’nde sorguya çekilmeyen bir grup vardı.

Bu grubun başını çeken Josef Mengele adlı bilim insanıydı.

Bunların Yahudi mahkumlar üstüne yaptıkları insanlık dışı psikolojik deneyler bilindiği halde, Amerika’ya kaçırılarak deneylerini sürdürmeleri için imkan tanınması, hem açıklayıcı hem de devlet aklı denen nesneyi tanımlar.

Devlet aklı devreye girmeden, demokratik hukuk kuralları işletilmelidir. 

Gülen mensuplarının sorgulanarak gerçek yapılanmaları hakkında bilgi sahibi olmak oldukça önemlidir.

Böylesi bir sorgulama neticesinde, Türkiye bu sorunun üstesinden gelebilir.

Anlaşıldığı kadarıyla, bu insanlar pes etmemişler aksine bir beklenti içerisindeler, çünkü vermiş oldukları ifadeler gerçeği yansıtmıyor, karartıyor; ezberlenmiş itiraflar bilgi kirlili’ğine yol açarken, ne ölçüde hazırlıklı olduklarına da bir kanıt.

Bunların ayırt edilerek temizlenmesi için uzmanlarca sorgulama sonrasını sabırla beklemek gerekli.

Bu süreç sona erince, -mehdinin gelmediğini gören Gülen mensupları- rüyalarından uyanacak, gerçeklerle yüzleşecek bu grubun bilinçleşmesi içten bile değildir.

Yavuz Yıldırım, dikGAZETE.com

Carl Schmitt, devlet gücünü ve onun hâkimiyet seviyesini iki temel kriterle değerlendirir. Bunlardan biri savaş yetkisi, diğeri insanların fiziki yaşamı üzerinde sahip olduğu ölüm ya da yaşam hakkında karar verici mercii olması. Bu salahiyet olmadığı takdirde devlet de yoktur. Hâlbuki devletin en önemli kurumlarından biri olan vergilendirme hakkı aynı oranda ehemmiyete sahiptir; Schmitt, bunu atlamış görünüyor.

Devlet teorisyeni yazar, toplumu politik iki ayrı gruba bölerken, dost kavramı altında homojenliği sağlamaya çalışır.

Ötekileştirdiklerini, savaş figürleriymiş gibi görerek, onları hem yok eder hem de dost olan gruba bu vesileyle savaş deneyimi (tatbikat) kazandırmak ister.

Devlet ideolojisine teslim olanlar, kazanmış oldukları politik savaş deneyimleriyle gerçek düşmanı yok edebilme yeterliliğine varmış olurlar.

Fikrini biraz daha derileştirecek olsa, “herkesin kendi fikri hâkim oluncaya kadar savaşa devam” noktasına varması, mantıksal sonuç olacaktı.

Nitekim Nazi-Almanyası, bu düşüncelerin de bir neticesidir.

Toplumsal beklentiler otoriterleşme eğilimi gösteriyorsa, kurulu düzenin sistem strüktürleri gözden geçirilmesi gerekir.

Eğitim, bilinç, hukuk vd. araçları hızlı ve kesin neticeler almaya yönelik işlediğinde, sosyal strüktürün, doğru işlemediği sonucuna işaret eder.

Toplumu ilgilendiren kararların tartışmaları, yeterli düzeyde ve açıklıkta yapılmadığı takdirde, sürgit sistematiğin kendini üretmesi kaçınılmaz olur.

Düşünerek fikir edinme, bilgilenme, bilinçleşme sonucunda tartışma platformları kurarak tartışarak karara varma tercih edilecek olsa, sistemin yenilenmesi de mümkün olur.

İdam-vergilendirme ve savaş hakkı, devletin kendini savunma, varlığını sürdürebilme araçlarındandır.

Nizam, devlet işleyişinin başarılı/başarısızlığının ölçülebildiği gösterge olduğundan; düzensizlik direk devleti tehdit eden unsur olduğu için, hızla karşı önlemler alınır.

Doğa durumundan sıyrılarak toplumsal yaşama katlanan insan, kendi canını korumak ve malını teminat alma amacından kaynaklanan düşüncesini realleştirmiş, toplumsal entite olmayı kabullenmiştir.

Bu bakımdan, sanksiyon kategorisindeki idam müeyyidesi oldukça tartışmalı, iptidai hukuk düşüncesidir.

Hak arayışının “göze göz, dişe diş” mantığının henüz daha sürdürülmesi, felsefe alnında nerede durduğumuza da kanıttır. 

İnsan düşüncesinin ‘stigma’lamadan kurtulup, idam cezalandırmasından tamamen vazgeçememesi, kendi üretemeyen aklına delil niteliği taşır.

Köktenci cezalandırma yöntemi olan idam, geri dönülmesi mümkün olmayan, düzeltilme şansı bulunmayan bir uygulama olmakla kalmaz, insan onurunun da hiçe sayılması olarak anlaşılır.

Bir kişi, kurum veya devlet, şahsın yaşam hakkını hukuk vasıtasıyla elinden alamaz. Böylesi bir hukukun meşruiyetini rasyonel zeminde izah etmek zorlamalarla (akıl ölçülerinin lastikleştirilmesi) dahi mümkün değildir.

İnsanın yaşam hakkı en tabii, kutsal ve o insan için tartışmasız gerçekliktir. Bir başkası o hakka hangi gerekçeyle olursa olsun karar veremez.      

Yüksek ödül yahut ağır cezalar, toplumu, dolayısı ile sistemi önce otoriterleştirir, daha sonra faşizme sürükler. Bu konuda, Frankfurt Okulu’nun yaptığı kapsamlı araştırma (otoriter kişilik-authoritarian personality) ortada.

  

Güçlünün gücünü sergilemesine gerek kalmadan, genel kabul sonucu varılan anlaşmalar çok daha güçlü ve ikna edicidir.

Suç oranları idam cezası olan ülkelerde sıfırlanamadığı gibi, bu sanksiyonun bulunmadığı ülkelerde de suç işleme trendi artış eğiliminde değil.

Bu yüzden…

Yüreği yanan insanların idam talepleri anlaşılabilir. Fakat bu, kendi sorumluluklarına göz kapatmamızı gerektirmez. Yanlış işleyen düzenin mensupları olan bu insanlar, sistemi sorgulamayarak suça ortak olduklarını unutuyorlar.

Bütün bu hadiseler bir anda gelişmedi. Uzun yılların birikimi, ‘sabır’ın kinleşerek, keskinleşerek dışavurumuna şahit olduk.

Cumhuriyet sonrası yasaklarla alıkonulan, özgürlükleri dar alana sığıştırılan muhafazakâr kesimin ortak duygularının radikal isyanının somut sonucunu doğurması beklenilmeliydi.

Özellikle yasaklanan alanlara, ara kapılar (takiye) bulan, müthiş bir özveriyle hedefine adım adım sistematik ve düzenli bir şekilde yürüyen sakıncalıların başarısı olarak ta okunabilir.

Kurulu sistem, artık anlamalıdır ki, yasakların gücü aşılabilir ve kendine yönelebilir.

Sistem içindeki bir takım kesimin dışlandığı takdirde, o insanların günün birinde sistemi döndüren çarka takılmayacağı ve sistemi yok etmeyeceği garantisi yok. Çünkü ötekileştirmek, düşman üretmek olduğu gibi meydan okumadır.

AK Parti’nin “aldatıldık” ifadesini, gasp edilmiş hakların iadesi anlamında “Adalet dağıtmak istedik” manasına tercüme etmek gerekir. Çünkü onlar da (AK Partinin İslamcı kanadı) bu mağduriyeti yaşayan kesimdi.

Diğer taraftan, idam edilmek istenenler; büyük harcamalar neticesinde ülkenin istisna imkanlarına sahip olmuş, beceri kazanmış, yerlerini doldurabilmek için hem zamana ihtiyaç duyulacak hem de bir o kadar daha para harcamak gerekecektir.

Adaletli hukuki yargılama sonucu, idam edilmeden cezalandırılmaları doğru tercih olacaktır.

Bir sonraki aşamada, zeki ve yetenekli çocukların sırf fakir olduklarından, sosyolojik aşağı sınıflara mensup olduklarından, sadece inanç ve fikirleri statükoya uymadığı için dışlama strüktürleri elimine edilmeli, özgür ve açık toplum ideali gerçekleştirilmelidir.

Türkiye, Gülen hareketi mensuplarını rehabilitasyondan geçirerek topluma tekrar kazanabilme imkanlarını geliştirebilmelidir.

Amerikalılar, Nazi Almanyası’nı işgal ettiklerinde, tüm Nazi mensuplarının arasında, Nürnberg Mahkemeleri’nde sorguya çekilmeyen bir grup vardı.

Bu grubun başını çeken Josef Mengele adlı bilim insanıydı.

Bunların Yahudi mahkumlar üstüne yaptıkları insanlık dışı psikolojik deneyler bilindiği halde, Amerika’ya kaçırılarak deneylerini sürdürmeleri için imkan tanınması, hem açıklayıcı hem de devlet aklı denen nesneyi tanımlar.

Devlet aklı devreye girmeden, demokratik hukuk kuralları işletilmelidir. 

Gülen mensuplarının sorgulanarak gerçek yapılanmaları hakkında bilgi sahibi olmak oldukça önemlidir.

Böylesi bir sorgulama neticesinde, Türkiye bu sorunun üstesinden gelebilir.

Anlaşıldığı kadarıyla, bu insanlar pes etmemişler aksine bir beklenti içerisindeler, çünkü vermiş oldukları ifadeler gerçeği yansıtmıyor, karartıyor; ezberlenmiş itiraflar bilgi kirlili’ğine yol açarken, ne ölçüde hazırlıklı olduklarına da bir kanıt.

Bunların ayırt edilerek temizlenmesi için uzmanlarca sorgulama sonrasını sabırla beklemek gerekli.

Bu süreç sona erince, -mehdinin gelmediğini gören Gülen mensupları- rüyalarından uyanacak, gerçeklerle yüzleşecek bu grubun bilinçleşmesi içten bile değildir.

Yavuz Yıldırım, dikGAZETE.com