Macaristan, Yeni Soğuk Savaş ve Türkiye

Macaristan, Yeni Soğuk Savaş ve Türkiye

Macaristan, Yeni Soğuk Savaş ve Türkiye Macaristan, Yeni Soğuk Savaş ve Türkiye

İktidar taraftarları Macaristan’da ‘altılı muhalefet’in seçim hezimetine pek sevindi. Neredeyse böylece Türkiye’de muhalefeti hükmen mağlup ilan edecekler.

Tersi olsa, belki muhalefet cenahı da bundan kendine pay çıkaracaktı, bilemiyorum.

Farklı ülkelerde yaşanan siyasi gelişmeler arasında kuşkusuz paralellikler kurulabilir, ancak her ülkenin şartlarının kendine özgü olduğunu hatırlatmaya bilmem gerek var mı?

Hazır, konu Macaristan’a gelmişken, şimdilerde otoriter-faşist lider olarak tanımlanan Orban’ın ve partisinin nereden çıktığını kısaca bir hatırlayalım.

Sovyetler Birliği dağılırken, eski Varşova Paktı üyesi olan Doğu Avrupa ülkelerinde aniden bir ‘demokrasi patlaması’ gözlenmişti.

Bunca zaman Sovyet tipi otoriter rejimler altında yaşayan bu ülkelerde, demokratik güçlerin nereden beslenmiş olduğunu kurcalayan olmadı, daha doğrusu oldu da bu sesler gölgede kaldı.

Beni bu konuya eleştirel bakış açısından en etkileyen metinlerden biri, Macaristan’ın o zamanki muhalefet liderlerinden ve Macaristan Akademisi Felsefe Enstitüsü Başkanı olan Gaspar Miklos Tamas’ın Doğu Avrupa’da liberal muhalefet üzerine yazdığı sorgulayıcı bir yorum olmuştu (‘The Legacy of Dissent’, Times Literary Supplement, 14 Mayıs 1993).

İlgilenenlere okumalarını tavsiye ederim ama burada uzatmayayım, kısaca gün oldu devran döndü, Macaristan (ve diğer Doğu Avrupa ülkelerinin) ‘liberal’ muhalefetinin temsili, Tamas gibi düşünürlerden Orban gibi pragmatik siyasetçilere geçti. Zaten Batılı müttefikler için bu ülkelerde, Sovyetler Birliği nüfuz alanından çıkış ve serbest piyasa ekonomisine geçiş, doğrudan ‘demokrasiye geçiş’ olarak tanımlanıyordu, üzerinde fazla düşünmeye gerek kalmamıştı.

Genç Victor o zamanların liberal demokrat isimlerinden biri olarak, sonra ülkesinden kovduğu George Soros’tan burs alıp İngiltere’ye gitmişti. O zamanların ‘demokrasi devrimleri’nin en büyük destekçilerinden İngiliz gazeteci Timothy Gordon Ash, Orban ile tanışmasında gözlerinde gördüğü ışığı yazmıştı.

O ışık, sonradan iyice parladı ama demokrasi adına değil, sağ popülist bir rejimin lideri olarak.

Doğu Avrupa’da o süreçte neler olduğu uzun hikâye ve bu hikâye aslında Ukrayna konusunu da içeriyor, ama şimdilik uzatmayalım.

Sonuçta, demokrasi kahramanı Orban, şimdiki otokrat Orban oldu, Soros’u baş düşman ilan etti.

Besle kargayı oysun gözünü’ diyeceksiniz, tam olarak öyle değil. Maalesef, Doğu Avrupa’da ve sonra dünyanın pek çok yerinde ‘demokrasi devrimi’ diye pazarlanan gelişmelerin perde arkası, gerçekten demokrasiyi önemseyen çevreler tarafından sorgulanmadığı için (1), bu konu milliyetçi-yerelci çevrelerin sığ komplo teorilerine bolca malzeme oldu.

Orban gibi, o dönem asıl meselenin demokrasi olmadığını, içinde bulundukları süreç çerçevesinde gayet iyi bilenler, milliyetçi söylemler etrafında siyasi destek aradılar ve buldular.

Macaristan’da otoriter bir rejim anlayışını temsil eden Orban ve partisinin, oylarını arttırarak yeniden seçilmesi üzerine düşünürken asıl odaklanmamız gereken nokta, dünya çapında ‘demokratik siyaset’ kavramının fevkalade itibar kaybetmiş olması.

Bu gelişmenin en önemli nedeni, küresel çapta iktidar rekabeti adına stratejik hesapların ‘demokrasi mücadelesi’ olarak meşrulaştırılma çabası oldu.

Doğu Avrupa’da yaşananlar bir yana, Afganistan kadınları özgürleştirme iddiası, Irak Saddam diktatörlüğünden kurtuluş ve demokrasi taşıma adına işgal edildikten ve daha sonra yaşananlar ortadayken kim inanır özgürlüklere, kim inanır demokrasiye? Kim inanır Suudi Arabistan ile işbirliği içinde İslamcı radikalizm ile mücadeleye?

Bu şartlar altında, bir şekilde ortada başka hesapların döndüğünü anlamak hiç de zor değil.

Gerçekte neler döndüğünü kavramanın zorluğu karşısında ise, meydan otoriter milliyetçi, dinci, ırkçı siyasetlere kalıyor.

İkiyüzlü, sahte demokrasi söylemi ‘demokrasi’nin aslında güçlü ülkelerin diğerlerine hükmetmek için kullandıkları bir kılıf olduğu kanısını güçlendiriyor.

Kendini ‘küresel güçlere karşı yerli ve milli duruş olarak’ pazarlayan otoriter rejimler de bu ortamda meşrulaşıyor, toplumsal destek buluyor.

Küresel ve yerel çapta, ‘özgürlükçü ve eşitlikçi sol bir demokrasi’ söyleminin eksikliğinin insanlığa ödettiği bedel giderek ağırlaşıyor.

Rusya’da Putin de bu çerçevede güç kazandı, diğer otoriter rejimler de.

Şimdilerde unutuldu ama İkinci Dünya Savaşından sonra Avrupa kıtasında ilk savaş Ukrayna’da değil, Yugoslavya’da yaşandı.

Doğu Avrupa’nın Batı ittifakına dâhil olmasının bedeli, Yugoslavya’da kanlı bir süreç, Polonya’da ve Macaristan’da otoriter rejimlerin yükselmesine zemin teşkil eden gelişmeleri doğurdu.

Şimdilerde, Ukrayna işgali çerçevesinde ilan edilen küresel çapta, ‘demokrasiler ve otokrasiler savaşı’nda aynı ikiyüzlü demokrasi söylemi devreye girmiş vaziyette.

Otoriter rejimler olarak AB içinde Macaristan ile birlikte ciddi bir kriz yaratmış olan Polonya, Ukrayna konusunda Rusya’ya karşı cephede yer aldığı için bir günde temize çıktı.

Yeni Soğuk Savaş’ta tıpkı eskisi gibi ‘özgür dünya’ veya ‘demokratik dünya’ cephesi, rejimlerin demokratik olup olmadıklarına göre değil, Rusya ve Çin ekseninden yana veya karşı olmalarına göre tanımlanıyor. Bu çerçevede bizim gibi ülkelerin iktidarları, demokrasi sicilleri ne olursa olsun ‘kıymet’e biniyor.

Altını çizelim, söz konusu olan ‘ülkemizin kıymete binmesi’ değil, mevcut iktidar/rejimin kıymete binmesi. Şimdiye kadar olduğu gibi, yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreği itibarıyla da, küresel çatışma ve rekabetler çerçevesinde şekillenen küresel düzen açısından bizim gibi ülkelerde neler yaşandığının hiç önemi olmadığına bir kez daha tanık oluyoruz.

Türkiye’de otoriter siyasetlerin, büyük ölçüde Soğuk Savaş dönemi sağ-milliyetçi-muhafazakâr zemininden beslendiğini düşünenlerdenim ve şimdilerde de ‘Yeni Soğuk Savaş’ın Türkiye açısından etkisi benzer olacak kaygısı taşıyorum.

.

Nuray Mert, dikGAZETE.com

(1) Ayrıca, ilgilenenlere, bu konuda eleştirel bir bakış sahibi olan Mark Almond’un yazıp çizdiklerine göz atabilir. Bunlardan biri, ‘The Price of People’s Power’, The Guardian, 7 Aralık 2004

-

-bu yazı aynı gün, ‘politikyol’da yayınlandı-

 

İktidar taraftarları Macaristan’da ‘altılı muhalefet’in seçim hezimetine pek sevindi. Neredeyse böylece Türkiye’de muhalefeti hükmen mağlup ilan edecekler.

Tersi olsa, belki muhalefet cenahı da bundan kendine pay çıkaracaktı, bilemiyorum.

Farklı ülkelerde yaşanan siyasi gelişmeler arasında kuşkusuz paralellikler kurulabilir, ancak her ülkenin şartlarının kendine özgü olduğunu hatırlatmaya bilmem gerek var mı?

Hazır, konu Macaristan’a gelmişken, şimdilerde otoriter-faşist lider olarak tanımlanan Orban’ın ve partisinin nereden çıktığını kısaca bir hatırlayalım.

Sovyetler Birliği dağılırken, eski Varşova Paktı üyesi olan Doğu Avrupa ülkelerinde aniden bir ‘demokrasi patlaması’ gözlenmişti.

Bunca zaman Sovyet tipi otoriter rejimler altında yaşayan bu ülkelerde, demokratik güçlerin nereden beslenmiş olduğunu kurcalayan olmadı, daha doğrusu oldu da bu sesler gölgede kaldı.

Beni bu konuya eleştirel bakış açısından en etkileyen metinlerden biri, Macaristan’ın o zamanki muhalefet liderlerinden ve Macaristan Akademisi Felsefe Enstitüsü Başkanı olan Gaspar Miklos Tamas’ın Doğu Avrupa’da liberal muhalefet üzerine yazdığı sorgulayıcı bir yorum olmuştu (‘The Legacy of Dissent’, Times Literary Supplement, 14 Mayıs 1993).

İlgilenenlere okumalarını tavsiye ederim ama burada uzatmayayım, kısaca gün oldu devran döndü, Macaristan (ve diğer Doğu Avrupa ülkelerinin) ‘liberal’ muhalefetinin temsili, Tamas gibi düşünürlerden Orban gibi pragmatik siyasetçilere geçti. Zaten Batılı müttefikler için bu ülkelerde, Sovyetler Birliği nüfuz alanından çıkış ve serbest piyasa ekonomisine geçiş, doğrudan ‘demokrasiye geçiş’ olarak tanımlanıyordu, üzerinde fazla düşünmeye gerek kalmamıştı.

Genç Victor o zamanların liberal demokrat isimlerinden biri olarak, sonra ülkesinden kovduğu George Soros’tan burs alıp İngiltere’ye gitmişti. O zamanların ‘demokrasi devrimleri’nin en büyük destekçilerinden İngiliz gazeteci Timothy Gordon Ash, Orban ile tanışmasında gözlerinde gördüğü ışığı yazmıştı.

O ışık, sonradan iyice parladı ama demokrasi adına değil, sağ popülist bir rejimin lideri olarak.

Doğu Avrupa’da o süreçte neler olduğu uzun hikâye ve bu hikâye aslında Ukrayna konusunu da içeriyor, ama şimdilik uzatmayalım.

Sonuçta, demokrasi kahramanı Orban, şimdiki otokrat Orban oldu, Soros’u baş düşman ilan etti.

Besle kargayı oysun gözünü’ diyeceksiniz, tam olarak öyle değil. Maalesef, Doğu Avrupa’da ve sonra dünyanın pek çok yerinde ‘demokrasi devrimi’ diye pazarlanan gelişmelerin perde arkası, gerçekten demokrasiyi önemseyen çevreler tarafından sorgulanmadığı için (1), bu konu milliyetçi-yerelci çevrelerin sığ komplo teorilerine bolca malzeme oldu.

Orban gibi, o dönem asıl meselenin demokrasi olmadığını, içinde bulundukları süreç çerçevesinde gayet iyi bilenler, milliyetçi söylemler etrafında siyasi destek aradılar ve buldular.

Macaristan’da otoriter bir rejim anlayışını temsil eden Orban ve partisinin, oylarını arttırarak yeniden seçilmesi üzerine düşünürken asıl odaklanmamız gereken nokta, dünya çapında ‘demokratik siyaset’ kavramının fevkalade itibar kaybetmiş olması.

Bu gelişmenin en önemli nedeni, küresel çapta iktidar rekabeti adına stratejik hesapların ‘demokrasi mücadelesi’ olarak meşrulaştırılma çabası oldu.

Doğu Avrupa’da yaşananlar bir yana, Afganistan kadınları özgürleştirme iddiası, Irak Saddam diktatörlüğünden kurtuluş ve demokrasi taşıma adına işgal edildikten ve daha sonra yaşananlar ortadayken kim inanır özgürlüklere, kim inanır demokrasiye? Kim inanır Suudi Arabistan ile işbirliği içinde İslamcı radikalizm ile mücadeleye?

Bu şartlar altında, bir şekilde ortada başka hesapların döndüğünü anlamak hiç de zor değil.

Gerçekte neler döndüğünü kavramanın zorluğu karşısında ise, meydan otoriter milliyetçi, dinci, ırkçı siyasetlere kalıyor.

İkiyüzlü, sahte demokrasi söylemi ‘demokrasi’nin aslında güçlü ülkelerin diğerlerine hükmetmek için kullandıkları bir kılıf olduğu kanısını güçlendiriyor.

Kendini ‘küresel güçlere karşı yerli ve milli duruş olarak’ pazarlayan otoriter rejimler de bu ortamda meşrulaşıyor, toplumsal destek buluyor.

Küresel ve yerel çapta, ‘özgürlükçü ve eşitlikçi sol bir demokrasi’ söyleminin eksikliğinin insanlığa ödettiği bedel giderek ağırlaşıyor.

Rusya’da Putin de bu çerçevede güç kazandı, diğer otoriter rejimler de.

Şimdilerde unutuldu ama İkinci Dünya Savaşından sonra Avrupa kıtasında ilk savaş Ukrayna’da değil, Yugoslavya’da yaşandı.

Doğu Avrupa’nın Batı ittifakına dâhil olmasının bedeli, Yugoslavya’da kanlı bir süreç, Polonya’da ve Macaristan’da otoriter rejimlerin yükselmesine zemin teşkil eden gelişmeleri doğurdu.

Şimdilerde, Ukrayna işgali çerçevesinde ilan edilen küresel çapta, ‘demokrasiler ve otokrasiler savaşı’nda aynı ikiyüzlü demokrasi söylemi devreye girmiş vaziyette.

Otoriter rejimler olarak AB içinde Macaristan ile birlikte ciddi bir kriz yaratmış olan Polonya, Ukrayna konusunda Rusya’ya karşı cephede yer aldığı için bir günde temize çıktı.

Yeni Soğuk Savaş’ta tıpkı eskisi gibi ‘özgür dünya’ veya ‘demokratik dünya’ cephesi, rejimlerin demokratik olup olmadıklarına göre değil, Rusya ve Çin ekseninden yana veya karşı olmalarına göre tanımlanıyor. Bu çerçevede bizim gibi ülkelerin iktidarları, demokrasi sicilleri ne olursa olsun ‘kıymet’e biniyor.

Altını çizelim, söz konusu olan ‘ülkemizin kıymete binmesi’ değil, mevcut iktidar/rejimin kıymete binmesi. Şimdiye kadar olduğu gibi, yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreği itibarıyla da, küresel çatışma ve rekabetler çerçevesinde şekillenen küresel düzen açısından bizim gibi ülkelerde neler yaşandığının hiç önemi olmadığına bir kez daha tanık oluyoruz.

Türkiye’de otoriter siyasetlerin, büyük ölçüde Soğuk Savaş dönemi sağ-milliyetçi-muhafazakâr zemininden beslendiğini düşünenlerdenim ve şimdilerde de ‘Yeni Soğuk Savaş’ın Türkiye açısından etkisi benzer olacak kaygısı taşıyorum.

.

Nuray Mert, dikGAZETE.com

(1) Ayrıca, ilgilenenlere, bu konuda eleştirel bir bakış sahibi olan Mark Almond’un yazıp çizdiklerine göz atabilir. Bunlardan biri, ‘The Price of People’s Power’, The Guardian, 7 Aralık 2004

-

-bu yazı aynı gün, ‘politikyol’da yayınlandı-