Savaş(ma)
Savaş(ma)
- 22-02-2016 20:06
- 743
- 22-02-2016 20:06
- 743
Homo homino lupus (*)
Hobbes, insanın doğa durumundan kurtularak toplumsallaşması gerekliliğini savunurken; sözleşmesiz bir topluluğun birbiriyle savaşmayı sürdüreceğini, Plautus’un metaforu ile zihinlere kazımıştı. “İnsan insanın kurdudur” diyen Hobbes, geleneksel bir önyargı olan kurdun insana amansız düşmanlığı hipotezinden hareket ediyordu.
Bireyin, kendi özgürlüklerinin bir kısmından feragat ederek hemcinsleriyle birlikte yaşama iradesi göstermesi, güçlü bir yönetim altında güvenli yaşam şartlarının oluşacağına olan inançtan kaynaklanıyor ve bu temel varsayıma dayanıyordu.
Kurdun içgüdüsünden kaynaklanan avlanarak temel ihtiyacı olan beslenme gereksinimini karşılama refleksinde; hedef, insan nesli değildi ama insana sirayet etmiş vahşi yaşamın bu öğretisi, insanlar tarafından içselleştirilmiş, kanıksanmış ve sonunda bir geleneğe dönüştürülmüştü.
İnsan, temel ihtiyaçlarını karşılama hissiyatı ile avlanıyor, dolaylı bir strateji ile kendisine, gasp edilmiş yaşama alanları açıyor, paylaşım partnerlerini azaltarak, sahip olma iştiyakını tatmin etmeyi amaçlıyordu.
Bu durum zamansal koşullar gereği çeşitli varyasyonlarla kesintisiz bir sürecin temel aksı olmakla birlikte günümüzde çok daha kurnazlaşmış bir yapıya dönüşmüştür. Artık öldürerek paylaşımı engellemeye gerek yok; paranın hüküm sürdüğü anlayışta paraya erişimin güçleştirilmesi ile çok fonksiyonlu netice elde edilebiliyor. Ülkeler borçlandıkça ekonomik bağımlılık artarken politik direnç, kırılan bir unsura dönüşüyor. Bu eylemlerin sosyal yaşamdaki yansımaları, kaos ve umutsuzluk olarak yankı bulan öğeler… Ekonomik ve politik dengelerin yol açtığı çıkmaz, savaşın modern görünümü içerisinde; esir alınanların yaşamalarına izin verilen bir strateji olarak kendini gösteriyor.
Oysa toplumsallaşmayı benimseyen düşünürler politik bir dünya düzeni öngörüsüne sahiptiler. Politikanın hüküm sürdüğü alan; savaştan da uzak bir terrain (bölge) anlamı taşıyordu onlar için.
Zoon politikon, insanın içinde olan özellik, esastı. Aristoteles’i düzelten Hannah Arendt, “Politika insanın içinde değil; insanlar arasında yürütülen bir ilişki türüdür” derken; politikayı dışlamadan onun araçsal fonksiyonuna dikkat çekiyordu…
“-Toplumsal yaşama evet- diyen insanlar, -De facto savaşa hayır- diyenlerdir.”
Toplumsal yaşam, silah ve zorbalığın yaptırımcılığından (ultima ratio) kurtularak aklın ve rasyonelliğin ikna metoduna sığınmaktır; işte biz bunu politika olarak adlandırıyoruz.
Politik yetersizlik, politika üreten devlet aygıtları olabildiği gibi onu şekillendirmeye çalışan (intermediary) çıkar çevreleri, sivil inisiyatifler, medya vb. önemli etkiye sahip kuruluşların, oluşturdukları katkıların tümünden neşet eder. Politik metotlarla çözülemeyen sorunlar; bazı çıkar çevreleri tarafından manipüle edilmiş, algı operasyonları devreye sokulmuş ve olayların kendi istedikleri yönde cereyan etmesini sağlama girişimi, başarıya ulaşmış demektir. Bir başka deyişle: Politikanın iflasıdır.
Toplum yönetiminde savaşı da bir araç olarak gören politikacı, kendi kifayetsizliğini fark edemiyorsa; vatandaşlar denetleme ve uyarı görevlerini yapmak zorundadır, örneğin sivil itaatsizlik, protesto vb. gibi tepkiler.
Kendine saldıranı püskürtmek (Rawls), birçok (radikal olmayan) düşünür tarafından haklı savunma refleksi olarak zımnen onaylanır.
Birilerine saldırmayı göze alanın nedenleri önemli olduğu kadar, savaşa ‘hodri meydan’ diyen politikacının da durumu sorgulanmalıdır.
Bütün savaşların temel kaynağı (araştırılacak olsa) adaletsiz paylaşımdır. Ve savaş çığırtkanlığı yapanlar da en çok (ekonomik-politik) beklentisi olanlardır. Bu nedenle “haklı savaş” retorikle değil, argümantatif (ikna edici belge ve bilgilerle) izah edilmelidir.
Toplumun elitleri, zor zamanlarda ortaya çıkarak aydınlatıcı adımlar atmak zorunda; aynı elitlerin, düşündüklerini de taviz vermeden cesaretle söylemek durumunda olmaları gerekir.
Vatandaşların analitik (feraset) gücünü Machiavelli’nin dahi görebilmiş olması; günümüz koşullarında uygulanan sislendirmeleri de entelektüellerin dokunuşları ile aralamaları mümkündür.
Devlet ve politikanın, halkından saklama gereği duyduğu bazı gerçeklerin, sebebinin haklı nedenlerden kaynaklandığı iddiasının inandırıcılığı erozyona uğradığından; transparent devlet anlayışı içerisinde vatandaşına gerçek bilgi akışını sağlamak zorundadır. Bu gereklilik en çok da demokratik yönetimin temel unsurudur, bu sağlanamıyorsa aldatılan bir halk söz konusudur; halkın yönetimi değil otoriter devlet hükümdarlığı gidişatı belirliyor demektir.
Vatandaşın denetleme yetkisi en doğal demokratik haktır.
“Devlet sırrı” kavramı yeniden tanımlanmalıdır. Kendi vatandaşından bilgi saklayan devlet anlayışı, halkına, yani devletin asıl sahibine haksızlık yapıyor olamaz mı!
Günümüz dünyasında, devletlerarası sır kalmamıştır. Dünyanın en önde gelen politikacı ve devlet yetkilileri yatak odalarına kadar izlenebiliyorsa, bu devlet sırrının kapsama alanı, halkın kendisidir. Halktan gizlenenler ise siyaset ve devlet erkânının, ortaya çıkmasından korktukları kendi hatalarıdır.
Halkına güvenen yönetimler, kazanmaya en yakın; kendini halkın denetimine açan idareler ülkenin vazgeçilmez unsurları olmaya hak kazanırlar. Savaş çıkmadan; savaşın nihayetinde çıkması muhtemel “savaş yalanlarını” şimdiden öğrenmek en doğal hakkımızdır.
Bir ülke sarmalanmışsa, en başta aydınların yüklenmiş oldukları aydınlatma misyonu aktif hale getirilmeli, korkmadan her çetrefilli konu, özgür ortamda tartışılabilmeli. Halkın karar verme yetisine güvenilerek, onların kararlarına itibar edilmelidir. Çünkü nihayetinde, savaş olacaksa; onlar ölecek, yıkımsa, onların aileleri parçalanacak, barınakları kalmayacak.
Toplumsal yaşama geçişin şartının, barışçıl yaşam tercihi olduğu unutulmamalı ve politikanın çözüm üreterek savaşı engelleyen bir araç olduğu bir daha hatırlanmalıdır.
(*) insan insanin kurdudur
Yavuz Yıldırım, dikGAZETE.com için yazdı
Homo homino lupus (*)
Hobbes, insanın doğa durumundan kurtularak toplumsallaşması gerekliliğini savunurken; sözleşmesiz bir topluluğun birbiriyle savaşmayı sürdüreceğini, Plautus’un metaforu ile zihinlere kazımıştı. “İnsan insanın kurdudur” diyen Hobbes, geleneksel bir önyargı olan kurdun insana amansız düşmanlığı hipotezinden hareket ediyordu.
Bireyin, kendi özgürlüklerinin bir kısmından feragat ederek hemcinsleriyle birlikte yaşama iradesi göstermesi, güçlü bir yönetim altında güvenli yaşam şartlarının oluşacağına olan inançtan kaynaklanıyor ve bu temel varsayıma dayanıyordu.
Kurdun içgüdüsünden kaynaklanan avlanarak temel ihtiyacı olan beslenme gereksinimini karşılama refleksinde; hedef, insan nesli değildi ama insana sirayet etmiş vahşi yaşamın bu öğretisi, insanlar tarafından içselleştirilmiş, kanıksanmış ve sonunda bir geleneğe dönüştürülmüştü.
İnsan, temel ihtiyaçlarını karşılama hissiyatı ile avlanıyor, dolaylı bir strateji ile kendisine, gasp edilmiş yaşama alanları açıyor, paylaşım partnerlerini azaltarak, sahip olma iştiyakını tatmin etmeyi amaçlıyordu.
Bu durum zamansal koşullar gereği çeşitli varyasyonlarla kesintisiz bir sürecin temel aksı olmakla birlikte günümüzde çok daha kurnazlaşmış bir yapıya dönüşmüştür. Artık öldürerek paylaşımı engellemeye gerek yok; paranın hüküm sürdüğü anlayışta paraya erişimin güçleştirilmesi ile çok fonksiyonlu netice elde edilebiliyor. Ülkeler borçlandıkça ekonomik bağımlılık artarken politik direnç, kırılan bir unsura dönüşüyor. Bu eylemlerin sosyal yaşamdaki yansımaları, kaos ve umutsuzluk olarak yankı bulan öğeler… Ekonomik ve politik dengelerin yol açtığı çıkmaz, savaşın modern görünümü içerisinde; esir alınanların yaşamalarına izin verilen bir strateji olarak kendini gösteriyor.
Oysa toplumsallaşmayı benimseyen düşünürler politik bir dünya düzeni öngörüsüne sahiptiler. Politikanın hüküm sürdüğü alan; savaştan da uzak bir terrain (bölge) anlamı taşıyordu onlar için.
Zoon politikon, insanın içinde olan özellik, esastı. Aristoteles’i düzelten Hannah Arendt, “Politika insanın içinde değil; insanlar arasında yürütülen bir ilişki türüdür” derken; politikayı dışlamadan onun araçsal fonksiyonuna dikkat çekiyordu…
“-Toplumsal yaşama evet- diyen insanlar, -De facto savaşa hayır- diyenlerdir.”
Toplumsal yaşam, silah ve zorbalığın yaptırımcılığından (ultima ratio) kurtularak aklın ve rasyonelliğin ikna metoduna sığınmaktır; işte biz bunu politika olarak adlandırıyoruz.
Politik yetersizlik, politika üreten devlet aygıtları olabildiği gibi onu şekillendirmeye çalışan (intermediary) çıkar çevreleri, sivil inisiyatifler, medya vb. önemli etkiye sahip kuruluşların, oluşturdukları katkıların tümünden neşet eder. Politik metotlarla çözülemeyen sorunlar; bazı çıkar çevreleri tarafından manipüle edilmiş, algı operasyonları devreye sokulmuş ve olayların kendi istedikleri yönde cereyan etmesini sağlama girişimi, başarıya ulaşmış demektir. Bir başka deyişle: Politikanın iflasıdır.
Toplum yönetiminde savaşı da bir araç olarak gören politikacı, kendi kifayetsizliğini fark edemiyorsa; vatandaşlar denetleme ve uyarı görevlerini yapmak zorundadır, örneğin sivil itaatsizlik, protesto vb. gibi tepkiler.
Kendine saldıranı püskürtmek (Rawls), birçok (radikal olmayan) düşünür tarafından haklı savunma refleksi olarak zımnen onaylanır.
Birilerine saldırmayı göze alanın nedenleri önemli olduğu kadar, savaşa ‘hodri meydan’ diyen politikacının da durumu sorgulanmalıdır.
Bütün savaşların temel kaynağı (araştırılacak olsa) adaletsiz paylaşımdır. Ve savaş çığırtkanlığı yapanlar da en çok (ekonomik-politik) beklentisi olanlardır. Bu nedenle “haklı savaş” retorikle değil, argümantatif (ikna edici belge ve bilgilerle) izah edilmelidir.
Toplumun elitleri, zor zamanlarda ortaya çıkarak aydınlatıcı adımlar atmak zorunda; aynı elitlerin, düşündüklerini de taviz vermeden cesaretle söylemek durumunda olmaları gerekir.
Vatandaşların analitik (feraset) gücünü Machiavelli’nin dahi görebilmiş olması; günümüz koşullarında uygulanan sislendirmeleri de entelektüellerin dokunuşları ile aralamaları mümkündür.
Devlet ve politikanın, halkından saklama gereği duyduğu bazı gerçeklerin, sebebinin haklı nedenlerden kaynaklandığı iddiasının inandırıcılığı erozyona uğradığından; transparent devlet anlayışı içerisinde vatandaşına gerçek bilgi akışını sağlamak zorundadır. Bu gereklilik en çok da demokratik yönetimin temel unsurudur, bu sağlanamıyorsa aldatılan bir halk söz konusudur; halkın yönetimi değil otoriter devlet hükümdarlığı gidişatı belirliyor demektir.
Vatandaşın denetleme yetkisi en doğal demokratik haktır.
“Devlet sırrı” kavramı yeniden tanımlanmalıdır. Kendi vatandaşından bilgi saklayan devlet anlayışı, halkına, yani devletin asıl sahibine haksızlık yapıyor olamaz mı!
Günümüz dünyasında, devletlerarası sır kalmamıştır. Dünyanın en önde gelen politikacı ve devlet yetkilileri yatak odalarına kadar izlenebiliyorsa, bu devlet sırrının kapsama alanı, halkın kendisidir. Halktan gizlenenler ise siyaset ve devlet erkânının, ortaya çıkmasından korktukları kendi hatalarıdır.
Halkına güvenen yönetimler, kazanmaya en yakın; kendini halkın denetimine açan idareler ülkenin vazgeçilmez unsurları olmaya hak kazanırlar. Savaş çıkmadan; savaşın nihayetinde çıkması muhtemel “savaş yalanlarını” şimdiden öğrenmek en doğal hakkımızdır.
Bir ülke sarmalanmışsa, en başta aydınların yüklenmiş oldukları aydınlatma misyonu aktif hale getirilmeli, korkmadan her çetrefilli konu, özgür ortamda tartışılabilmeli. Halkın karar verme yetisine güvenilerek, onların kararlarına itibar edilmelidir. Çünkü nihayetinde, savaş olacaksa; onlar ölecek, yıkımsa, onların aileleri parçalanacak, barınakları kalmayacak.
Toplumsal yaşama geçişin şartının, barışçıl yaşam tercihi olduğu unutulmamalı ve politikanın çözüm üreterek savaşı engelleyen bir araç olduğu bir daha hatırlanmalıdır.
(*) insan insanin kurdudur
Yavuz Yıldırım, dikGAZETE.com için yazdı