Sporla sürüklenmek istenen manevi çöküntü
Sporla sürüklenmek istenen manevi çöküntü
- 01-05-2021 02:21
- 471
- 01-05-2021 02:21
- 471
“Bu topraklar çok zulüm gördü evladım. Bu topraklar çok zalim, kan ve ölüm gördü. Ne vakit ki zalimin zulmeden kolunu kırdı bileğinden ecdat daha da kin düştü içine düşmanın. Anladı ki öldürmek çare değildir. Ve anladı ki ölümden korkmayıp da ölümü korkutur bu garipler.
İşte o vakit düşman canımızı, kanımızı almaktan vazgeçti de gönlümüze dikti gözlerini. Ellerinde bir şey yok fakirler, üzerlerinde bir şey sefiller, evlerinde bir şey yok garipler…
Lakin öyle bir şey var ki gönüllerinde aç kalsalar da yok olmuyor, açık olsalar da unutulmuyor ve ölseler de o gönüllerindeki ölmüyor.
İşte anladı ki düşman o gönüllerindeki ölmeden ölmeyecek bu insanlar.
O vakit gönlümüzde olana kastettiler. İmanımıza, inancımıza, kutsalımıza, mukaddes bildiğimiz her ne varsa ona hücum ettiler…
Bu dava bir taş, bir toprak hele ki bir hâkimiyet davası hiç değildir. Bu dava bir inanç, bir maksat, bir mefkûre, bir iman davasıdır evlat…”
Kendi insanımızın spor aracılığıyla içerisine sürüklenmek istenen manevi çöküntüsüyle ilgili yazı yazma fikri oluştuğunda, yazar Fatih Duman’ın Nesil Yayınları’ndan çıkan “Ayasofya” isimli romanında yer alan yukarıdaki satırları okuyorduk.
Evet, hiçbir şey tesadüf olmadığı gibi, romandaki bu satırların hatırlanması da tevafuk olsa gerek.
Her gerçekleşen olayın bir bağlayıcı/karşılığı olduğu gibi, etrafımızda gerçekleşen olayların görünmeyen yüzünü ortaya koymak ve bilgilendirme düşüncesiyle kamuoyuyla paylaşmak gerek.
Yazar Fatih Duman’ın romanında ifade ettiği gibi, hürriyetin sesi ezan sesi.
Esir düşmüş Ayasofya, ikinci kez kuşatmadan da kurtuldu, elhamdülillah.
Kur’an-ı Kerim’in indirildiği ve içinde yer aldığımız Ramazan ayı ve bayrama ulaşmaya az bir sürenin kaldığı şu günleri gördüğümüz için ne kadar şükretsek azdır.
Hereksin bizim gibi düşünmek gibi bir mecburiyeti olamasa da, yaradılış gayesiyle birlikte, geçmişin izlerini taşıtan iman ve inancımız üzerinde, kendi batıl anlayışı aşma yolunda boş durmuyorlar.
Bu süreci farklı yöntemlerle devreye sokuyorlar.
Gönlümüzde kapanmayacak yaralar açmak için var güçleriyle çalışıyorlar.
Merhum Osman Yüksel Serdengeçti’nin dediği gibi “İradelerin gevşediği, sevkıtabiîlerin işlediği yerler, sinemalar, tiyatrolar, stadyumlar, meyhaneler açtılar. Gençliğimizin galeyanını, heyecanını bu bataklıklara akıttılar. Ruhumuzu, ateşimizi söndürdüler; bizi ölmeden evvel öldürdüler…”
Bu bağlamda Üstad Necip Fazıl’ın “Meşin top önünde bütün ruhi kıymetler artık birer leblebi tanesi kadar küçülmüştür. İnsanoğlunun başı artık bir meşin toptur ve her fert kendi ayağıyla başını yuvarlamaktadır…” sözünü hatırlayın.
Hal böyle olunca da, tedavisi güç olan gönüllerin daha fazla yaralanmaması için sahadaki oyuna seyirci kalınmamalı…
Yaşadığımız şu dünya düzeninde, içinde yer alınan her bir olayda tesadüfün yerinin olmadığını bilmek kadar, içinde yer alınan her bir olayın bir geçmişi, uzantısını görmek mümkün.
Bu etkileşimi, ekonomiden siyasete, kültürden spora kadar görmek mümkün.
Küçük günahların aslında büyük günahların bir basamağı olduğu gerçeğiyle hareket edildiğinde, sporun da bu günahlara nasıl malzeme edildiğine şahit olmaktayız.
İslam inancıyla örtüşmeyen uygulamalar, zamanında tecelli etmeyen adaletin adalet olmayacağı gibi, müdahale edilmeyen süreç, devamında toplum tarafından normalmiş gibi benimsenmeye/kabullenmeye başlanıyor.
Bizim yapmak istediğimiz, “Deniz yıldızı öyküsü”ne konu olan ve hayatı değişen deniz yıldızlarına ulaşabilmek.
Haçlı ve Siyonist anlayışın ‘spor’ aracılığıyla, kendi insanımızın milli ve manevi değerlerini nasıl erozyona uğrattığını, kitaplaşacak derecede yazdık, ömrümüz yettiği kadar da yazmaya devam edeceğiz, inşallah…
.
Ahmet Gülümseyen, dikGAZETE.com
“Bu topraklar çok zulüm gördü evladım. Bu topraklar çok zalim, kan ve ölüm gördü. Ne vakit ki zalimin zulmeden kolunu kırdı bileğinden ecdat daha da kin düştü içine düşmanın. Anladı ki öldürmek çare değildir. Ve anladı ki ölümden korkmayıp da ölümü korkutur bu garipler.
İşte o vakit düşman canımızı, kanımızı almaktan vazgeçti de gönlümüze dikti gözlerini. Ellerinde bir şey yok fakirler, üzerlerinde bir şey sefiller, evlerinde bir şey yok garipler…
Lakin öyle bir şey var ki gönüllerinde aç kalsalar da yok olmuyor, açık olsalar da unutulmuyor ve ölseler de o gönüllerindeki ölmüyor.
İşte anladı ki düşman o gönüllerindeki ölmeden ölmeyecek bu insanlar.
O vakit gönlümüzde olana kastettiler. İmanımıza, inancımıza, kutsalımıza, mukaddes bildiğimiz her ne varsa ona hücum ettiler…
Bu dava bir taş, bir toprak hele ki bir hâkimiyet davası hiç değildir. Bu dava bir inanç, bir maksat, bir mefkûre, bir iman davasıdır evlat…”
Kendi insanımızın spor aracılığıyla içerisine sürüklenmek istenen manevi çöküntüsüyle ilgili yazı yazma fikri oluştuğunda, yazar Fatih Duman’ın Nesil Yayınları’ndan çıkan “Ayasofya” isimli romanında yer alan yukarıdaki satırları okuyorduk.
Evet, hiçbir şey tesadüf olmadığı gibi, romandaki bu satırların hatırlanması da tevafuk olsa gerek.
Her gerçekleşen olayın bir bağlayıcı/karşılığı olduğu gibi, etrafımızda gerçekleşen olayların görünmeyen yüzünü ortaya koymak ve bilgilendirme düşüncesiyle kamuoyuyla paylaşmak gerek.
Yazar Fatih Duman’ın romanında ifade ettiği gibi, hürriyetin sesi ezan sesi.
Esir düşmüş Ayasofya, ikinci kez kuşatmadan da kurtuldu, elhamdülillah.
Kur’an-ı Kerim’in indirildiği ve içinde yer aldığımız Ramazan ayı ve bayrama ulaşmaya az bir sürenin kaldığı şu günleri gördüğümüz için ne kadar şükretsek azdır.
Hereksin bizim gibi düşünmek gibi bir mecburiyeti olamasa da, yaradılış gayesiyle birlikte, geçmişin izlerini taşıtan iman ve inancımız üzerinde, kendi batıl anlayışı aşma yolunda boş durmuyorlar.
Bu süreci farklı yöntemlerle devreye sokuyorlar.
Gönlümüzde kapanmayacak yaralar açmak için var güçleriyle çalışıyorlar.
Merhum Osman Yüksel Serdengeçti’nin dediği gibi “İradelerin gevşediği, sevkıtabiîlerin işlediği yerler, sinemalar, tiyatrolar, stadyumlar, meyhaneler açtılar. Gençliğimizin galeyanını, heyecanını bu bataklıklara akıttılar. Ruhumuzu, ateşimizi söndürdüler; bizi ölmeden evvel öldürdüler…”
Bu bağlamda Üstad Necip Fazıl’ın “Meşin top önünde bütün ruhi kıymetler artık birer leblebi tanesi kadar küçülmüştür. İnsanoğlunun başı artık bir meşin toptur ve her fert kendi ayağıyla başını yuvarlamaktadır…” sözünü hatırlayın.
Hal böyle olunca da, tedavisi güç olan gönüllerin daha fazla yaralanmaması için sahadaki oyuna seyirci kalınmamalı…
Yaşadığımız şu dünya düzeninde, içinde yer alınan her bir olayda tesadüfün yerinin olmadığını bilmek kadar, içinde yer alınan her bir olayın bir geçmişi, uzantısını görmek mümkün.
Bu etkileşimi, ekonomiden siyasete, kültürden spora kadar görmek mümkün.
Küçük günahların aslında büyük günahların bir basamağı olduğu gerçeğiyle hareket edildiğinde, sporun da bu günahlara nasıl malzeme edildiğine şahit olmaktayız.
İslam inancıyla örtüşmeyen uygulamalar, zamanında tecelli etmeyen adaletin adalet olmayacağı gibi, müdahale edilmeyen süreç, devamında toplum tarafından normalmiş gibi benimsenmeye/kabullenmeye başlanıyor.
Bizim yapmak istediğimiz, “Deniz yıldızı öyküsü”ne konu olan ve hayatı değişen deniz yıldızlarına ulaşabilmek.
Haçlı ve Siyonist anlayışın ‘spor’ aracılığıyla, kendi insanımızın milli ve manevi değerlerini nasıl erozyona uğrattığını, kitaplaşacak derecede yazdık, ömrümüz yettiği kadar da yazmaya devam edeceğiz, inşallah…
.
Ahmet Gülümseyen, dikGAZETE.com