- 15-08-2022 07:03
- 4060
“Küçük Çocuk” Hiroşima’ya düştüğünde saatler 08:15’i, tarihler 6 Ağustos 1945’i gösteriyordu. Aslında düşmemiş, atılmıştı.
Daha çok kişinin ölmesi istendiği için özellikle şehir merkezi tercih edilmiş, Japonların hayat ve hareket tarzı araştırılarak onların en çok dışarıda olduğu saat seçilmişti.
İstedikleri gibi de oldu.
“Küçük Çocuk” sayesinde o yıl Hiroşima’da ölü sayısı 140.000’e ulaştı.
Bu da yetmedi; üç gün sonra 9 Ağustos 1945’te bu sefer yine Japonya’nın Nagasaki şehrine bir “Şişman Adam” atıldı.
Bu da 80.000 kişinin ölümü ile sonuçlandı.
Bu kadar insanın ölümüne neden olan bombaları yapan bilim adamları da onlara bu ironik isimleri uygun gören siyasiler de ülkelerinde büyük takdir toplamışlardır kuşkusuz. Fakat çocukların bile ölmesine ve sakat kalmasına neden olan “nükleer” bir bombaya, “Küçük Çocuk - Little Boy” ve “Şişman Adam - Fat Man” isimlerini düşünen bir zeka insanın tüylerini ürpertiyor.
Bu zekanın bıraktığı ve bırakmaya devam ettiği izleri Filistin, Afganistan, Irak ve Suriye başta olmak üzere dünyanın bir çok ülkesinde görmek mümkün.
Son dönemde buna Ukrayna da eklendi.
Nazım Hikmet’in Hiroşima için yazdığı şiirin ismi de “Kız Çocuğu”. Bu şiirde yer alan “Çocuklar öldürülmesin şeker de yiyebilsinler” dediği mısra geliyor aklıma.
Ve yine, halen devam eden savaş ve çatışmalarda ölen çocuk sayısına, koronadan ölenlerin sayısına gösterilen ilginin gösterilmediği geliyor.
Bu Atom bombası facialarının yanında, birçok şehri de harap olan ve milyona yaklaşan ölü ve sakat kalanların sayısı ile hem maddi hem psikolojik bir çöküş yaşayan Japonya’nın, olaydan sadece 15 yıl sonra dünyanın en iyi ekonomileri arasına girmesinin nedenleri bir tez konusu olacak kadar kapsamlı olsa gerek.
En önemli neden ise kanaatimce eğitim konusu.
Bu konuyu bir Japon yetkilinin, ondan eğitim sistemimizle ilgili bir rapor hazırlamasını isteyen dönemin başbakanı Turgut Özal’a ve orada hazır bulunan bürokratlara şu sözlerle açıkladığı rivayet edilir:
"Biz, eğitime, şok testler uygulayarak başlarız. Önce çocukları uçak kadar hızlı giden trenlere bindirir ve çok katlı yollardan geçiririz.
En üstün teknolojiyi gösterir, robotlarla çalışan dev fabrikalarımızı gezdiririz. Bu baş döndürücü teknoloji karşısında sarsılan ve şoke olan çocuklarımıza deriz ki:
- İşte gördüğünüz bu hızlı trenleri ve üstün teknolojiyi sizin atalarınız yaptı. Eğer siz daha çok çalışırsanız daha hızlı giden ulaşım araçları yapar, daha üstün teknoloji meydana getirir, daha modern fabrikalar kurarsınız...
Sonra çocuklarımızı Hiroşima ve Nagazaki'ye götürüp, düşmanın harap ettiği bölgelerimizi gezdirir ve bu defa da deriz ki:
- Bakın, eğer siz birlik beraberlik içinde çalışmazsanız, işte düşmanlar sizin ülkenizi yakar, yıkar, bu hale getirirler. Ama birlik beraberlik içinde çalışırsanız, güçlü olursunuz, düşmanlarınız size saldırmaya cesaret edemezler. Artık birlik beraberlik içinde çalışmak ve çalışmamak konusunda kararınızı siz verin...
Bu örneklerle çocuklarımız, kendilerine gelerek iyi ve çalışan bir Japon genci olma yolunda milli bir şuur ve heyecanla okumalarını sürdürür"
Ardından çarpıcı bir tavsiyede bulunur:
“Sizin eğitim sisteminizde eksik olan milli ruhu siz de Çanakkale’de bulabilirsiniz.
Bir Çanakkale on Hiroşima eder.
Çanakkale’nin olduğu bölge, dünya savaş tarihinin en büyük ve en çetin savaşlarının yer aldığı bir bölge.
Çocuklarınızı gençlerinizi oraya götürün. Metrekareye on iki bin merminin düştüğü bu yerler, onların şok olmaları için yeterde artar bile.”
Japonlar bununla da kalmaz.
Teknolojik gelişmelerin paralelinde bu şoku, çocuklarına ve gençlerine yaşatacak yeni uygulamalar geliştirilmesini sağlarlar.
Bunun son örneği olarak 2018 yılında Japon öğrenciler, 5 dakikalık bir video ile, Hiroşima’ya atılan atom bombasını ve sonuçlarını sanal gerçeklikle yeniden ve birebir canlandırırlar.
Bedelini, şehitler, gaziler ve kayıplarla birlikte toplam 250.000 insanımızla ödediğimiz Çanakkale Zaferimizdeki “Milli Ruhu”, eğitim sistemimize aktarmamız için, Turgut Özal ile başlayan çalışmaların henüz yeterli gelmediğini söylemek yanlış olmayacaktır. Çünkü “eğitim sistemimizde iki sorun var; birincisi eğitim, ikincisi sistem” söyleminin haklılığı halen devam ediyor.
Tam da bu noktada, aslında Çanakkale’nin önemini, bir Japon’un hatırlatmasına hiçbir zaman gerek bırakmayacak eserler veren Mehmet Akif Ersoy ile, aynı dönemde “Pakistan’ın Mehmet Akif’i” olarak nitelendirilen büyük şair ve düşünür Muhammed İkbal arasındaki ve onların nezdinde iki halk arasındaki dostluğa değinmek istiyorum.
Muhammed İkbal’in çağrısı ile o dönem Hindistan ile bir olan Pakistan’ın Lahor kentinde toplanan on binlerce kişi Çanakkale’de savaşan Osmanlı için dua ederler, savaşa katılmak için gönüllü olanlar belirlenir ve maddi yardımda bulunulur.
Ve dualara karışır Aminler..
Muhammed İkbal, mitingin sonunda okuduğu şiirinden sonra kürsüde yığılır kalır.
Duygu yoğunluğundan bayılmıştır.
Meydanda ise gözyaşları sel olur akar.
Kanaatimce bu hadise bile “Bir Çanakkale’nin neden 10 Hiroşima ettiğini” yeterince açıklıyor.
Bu konuya ve Muhammed İkbal’in o muhteşem şiirine, “Güneşimin Önünden Çekil” isimli kitabında şöyle yer veriyor, kendisi de bir şair olan A. Ali Ural:
-Mehmet Akif, Safahat’ını Muhammed İkbal’e, o da Peyam-ı Meşrık’ını gönderdi de Akif’e, “Bir gazeli sarhoş gibi nara attırdı bana!” dedirtti.
İkbal’in narası ise daha müthişti.
1. Dünya Savaşı günlerinde Pakistan’ın Lahor kentinde yapılan ve on binlerce kişinin katıldığı bir mitingde okuduğu şiirde, rüyasında öldüğünü ve peygamberin huzuruna çıktığını, Hz. peygamberin “Söyle bana ne armağan getirdin?” buyurduğunu, bunun üzerine şöyle dediğini dile getiriyordu:
Efendim…
“Dünyada huzur ve rahat kalmadı.
Varlık bahçelerinde binlerce gül, binlerce lale var fakat vefasızdır onlar;
Terk eder bizi renkleri ve kokuları.
Bunların yerine bir şey getirdim size,
Benzeri olmayan bir şey; bir şişe kan.
Bu senin ümmetinin namusudur, şerefidir, vicdanıdır.
Bu Trablusgarp’da Çanakkale’de şehit olan askerlerin kanıdır.”
Bu hitap üzerine kalabalık dalgalandı.
Kadınlar küpelerini, bileziklerini, erkekler neleri varsa küçücük servetlerini Türkiye’ye bağışladılar. Zira İkbal’in her daim hatırlattığı bir şey vardı;
“Kendine hükmedemeyenlere başkaları hükmeder”
.