Eşyanın kanunudur ki, hiç kimse hayattayken tam olarak anlaşılamaz, değerlendirilemez; ancak vefatından sonra zamanla anlaşılır, değerlendirilir. Vefatıyla İslâm tarihinde bir devrin kapandığı İsmailağa Cemaatinin şeyhi Mahmud Ustaosmanoğlu (1929-23 Haziran 2022) da bu kaideden müstesna değildir.
Ali Haydar Efendi’nin Ümmete Hediyesi
Mahmud Efendi, dört padişahın huzur hocası, dört mezhebin müftüsü ve Meşîhat-ı İslâmiyye’de heyet-i te’lîfiyye reisi olan, son devrin büyük âlimlerinden Ahıskalı Ali Haydar (Gürbüzler) Efendi’nin (1870-1960) ümmete hediyesiydi.
Ali Haydar Efendi, şeyhi Ali Rıza Bezzaz Hazretlerinin manevî işaretiyle 1952'de Bandırma’da askerlik yaptığı sırada Mahmud Efendi’yi bularak terkisine aldı.
Mahmud Efendi, askerlik dönüşünde şeyhinin tensibiyle 1954'ten 1996’ya kadar sürdüreceği İsmailağa Camii'nde imamlık görevine başladı.
Ali Haydar Efendi, halifesi olarak bıraktığı Mahmud Efendi hakkında şöyle demişti: “(İlahî koruma sayesinde) Henüz Mahmud’umun sol tarafına bir seyyie yazılmamıştır. Mahmud’umun eli benim elimdir. Bende ne varsa Mahmud’uma verdim. Onu sevmeyen âhirette beni göremez” (Kandemir 2017: 40).
Mahmud Efendi’nin şahsiyetini ihlas ile itisamın ürünü firaset kelimesiyle özetleyebiliriz: modernlikle yitirilen mümin firaseti. İhlas ile itisam, Allah’a ve Sünnete tam bağlılıktı.
Kulluğun özü ihlas, ihlasın miyarı da nefsin göz diktiği dünyayı terkti. Mahmud Efendi, dünyayı üç talakla boşamış, elinin tersiyle itmiş, ayakları altına almış biriydi.
Ali Haydar Efendi, gösterdiği kerametle onu gençken, "İleride hanımın hastalanırsa sakın evlenme, parmağını kımıldatamasa bile evlenme." diye uyarmıştı.
Bu tavsiye üzerine Mahmud Efendi, inanılmaz bir fedakârlıkla üzerine gül koklamadan 30 yıl yatalak hasta olarak yaşayan hanımına bakmış, ancak onun 1993 yılında vefatından sonra yeni bir evlilik yapmıştı.
Onun ahlakı, insanlar, gençler tarafından nebevî ahlakın canlı bir örneği, ideal model olarak alındı. Mesela bir genç, gözünün harama kayması tehlikesi karşısında, “Ömründe bir kere bile namahrem bir kadının ne cismine, ne resmine bakmış değildi.” diye tanınan Efendi’nin takvasını hatırlayarak gözünü korumaya çalışırdı.
Mahmud Efendi, bir ara cemaatinin “Mahmudçular” diye anıldığını duyunca çok üzülmüş ve cuma hutbesinde şunları söylemiştir: “Mahmudçular diyorlar. Allah aşkına! Ben yeni bir din mi icat ettim?! Rasûlullâh sallellâhü ‘aleyhi ve sellemin günlük hayatta tatbik edilen dört bin küsur sünneti vardır, üçünü terk ettiğimi gören arkamda namaz kılmasın” (Kandemir 2017: 38).
Asrın Abdullah b. Ömer radıyallâhü ‘anhı gibi her ameli sünnete uygundu.
Mesela bir eve gittiğinde hemen kıbleyi sorardı. Muhatap, bu sorudan Efendi’nin namaz kılacağını sanırdı; hâlbuki o, sünnet üzere daimî huzur gereğince kıbleye dönük oturmak için bunu sorardı.
Bilhassa Mahmud Efendi gibi Allah’ın veli kullarında zirveye çıkan bu ihlas ile itisamın ürünü, Allah’ın nuruyla eşyaya baktıkları mümin firasetiydi.
Mahmud Efendi’nin sayısız hal ve hadisede gösterdiği firaseti, çok sonra anlaşılmıştı. Ancak o nebevî ahlakıyla asla “Ben size dememiş miydim?” diye böbürlenmedi; insanlar, “O, dememiş miydi?” diye firasetini teslim ettiler.
Onun gibi evliyadaki mümin firaseti, varisleri oldukları enbiyadaki fetanetin uzantısıydı.
Rivayete göre Lokman ‘aleyhi’s-selâm, nübüvvetin yükünü kaldırmayı göze alamadığı için hikmeti seçmişti. Mahmud Efendi ise gurbet çağında nübüvvet verasetinin yükünü kaldırmayı göze aldı.
Muayene eden doktorlar, bu ağır yükün onda bıraktığı tesir karşısında hayrete düştüler: “Bu zatta iki asırlık insan yorgunluğu var.”
Aksülamel Yerine Amel
Paradoksal bir şekilde Mahmud Efendi’nin hareketi, çağdaş İslâm dünyasını en derinden etkilediği halde en az anlaşılan hareket oldu. Bu paradoksun sırrı, Selçuklu’dan Osmanlı’ya ve Türkiye’ye yaşanan büyük dönüşüme vukuf aczinde yatıyordu.
Bu büyük resim görülmeden Mahmud Efendi’nin hareketi de anlaşılamaz.
Din ve devlet anlayışı bakımından Türkiye, Osmanlı’nın zıddıdır; dolayısıyla din ve devlet anlayışı bakımından Selçuklu anlaşılmadan Osmanlı, Osmanlı’nın dönüşümü anlaşılmadan Türkiye’nin dönüşümü ve Mahmud Efendi’nin hareketi anlaşılamaz.
Selçuklu ile Osmanlı din anlayışlarını medenî (sivil) ile siyasî (politik) olarak, medenî ile siyasî din anlayışlarını da şeriat ile tarikat (sünnet) kelimeleriyle karşılaştırabiliriz.
Din, devlete nisbetle şeriat, cemaate nisbetle tarikattır.
Din, Mekke’de şeriat olarak nazil oldu, Medine’de tarikat olarak hayata geçirildi. Bu yüzden Mekke, fetih, Medine, hicrettir.
Selçuklu, hicretle sünnet cemaati, Osmanlı, fetihle şeriat devletiydi.
Osmanlı devletinin kurucusu Osman Bey ile Malhun Hatun'un nikâhlarını kıyan, Şeyh Edebali'nin müridi Derviş Turgud’un Osmanlı devletine biçtiği ideal, Selçuklu’dan Osmanlı’ya, medenî İslâm’dan siyasî İslâm’a geçişi temsil eder:
“Bu devlet ve saltanatın zuhûrundan bizim matma‘-ı nazar ve himmetimiz, tevsî‘-i arsa-i İslâm ve takviyyet-i sünnet-i seyyidi'l-enâm olup evkât ü sâ‘âtde cemâ‘âtin ibâdâta ikametleridir.” (Bizim bu devleti kurmaktaki bütün beklentimiz ve çabamız, İslâm yurdunu genişletmek ve insanlığın efendisinin sünnetini kuvvetlendirmek olup vakitlerde ve saatlerde cemaatin ibadetleri ikamesidir.) (Hüseyin 1961).
Osmanlı, bilhassa 1453’te İstanbul’un fethiyle emperyal Roma geleneğinin yörüngesine girmekle yukarıdan aşağıya devlet eliyle toplumu dindarlaştırmaya yöneldi.
Medenî toplum (Sünnet Müslümanlığı), siyasî toplumdan (şeriat Müslümanlığı) ayrı ama ona bağımlıydı.
Emperyal devletler çağında (Osmanlı) yukarıdan aşağıya dindarlaştırma, ulusal devletler çağında (Türkiye) tersine, yukarıdan aşağıya devlet eliyle toplumu dinsizleştirmeye dönecekti.
İngiliz zoruyla hilafet ilga edildikten sonra, medreseler ve tekkeler kapatıldı, âlimler ortadan kaldırıldı.
İmame kopmuş, tesbih dağılmıştı.
Osmanlı’da Tanzimat devrinde dinin çözüldüğü modernleşmeye en güçlü tepki Nakşibendîlikten gelmişti.
Namık Kemal gibi aydınların nesilleri etkileyen muhalefet hareketleri bile Süleymaniyeli Ahmed ile Sarıyerli Sadık gibi Nakşibendî şeyhlerinden mülhemdi.
Hilafetin ilga edildiği fetret ve gurbet çağında da şeriat ile tarikatın ihyası misyonunu Nakşibendîlik üstlendi.
Tasavvufun, Nakşibendîliğin düsturu aksülamel değil, amel, her halükarda dini yaşatmaya yönelik cihaddı.
Ali Haydar Efendi, şeriat ile tarikatı cem‘ eden zü’l-cenahayn âlim şeyhti.
Ömer Nasuhi Bilmen ile Mahmud Ustaosmanoğlu, bir bakıma onun şeriat ile tarikatın ihyası misyonlarını paylaştılar.
Klasik çağında Osmanlı’nın siyasî gücüyle ilmî ve tasavvufî gücü mütenasipti.
Gurbet çağında Fatih yoktu ama Gürânî ile Akşemseddin’e karşılık Ömer Nasuhi ile Zahid, Sami, Mahmud Efendiler vardı.
Bunlar, fincancı katırlarını ürkütmeden, Olimpos’un putlarına sövmeden vazifelerini yapmayı, karanlığa küfr etmek yerine mum yakmayı seçtiler.
Bu mum, ışığını nübüvvet mişkatından alıyordu.
Mahmud Efendi, şeyhi Ali Haydar Efendi’nin sözünü sıklıkla nakl ederdi: “Dîn-i Mübîn-i İslâm’ın devam ve bekası, emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münkerin devam ve bekasına, Dîn-i Mübîn-i İslâm’ın inkırazı ise emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münkerin terkine bağlıdır.”
Emin Saraç’a göre Mahmud Efendi, Ali Haydar Efendi’nin bu idealini hayata geçirmişti: “Ali Haydar Efendi’nin muradını Mahmud Efendi hayata geçirmiştir, çünkü Ali Haydar Efendi’nin tek arzusu, ilmin yayılması ve sakal, cübbe, şalvar ve çarşaf gibi İslâm şiarının canlanmasıydı” (Kandemir 2017: 39-41).
Ali Haydar Efendi’nin ideali, Derviş Turgud’un Osmanlı devletine biçtiği misyonla birleştirilerek daha iyi anlaşılabilir:
1- Tebliğ (emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker)
2- İhya (Sünneti ihya)
3- İkame (Cemaati ikame)
Bu formül, ancak dinin mahiyetine vukufla anlaşılabilir. “Allah’ın emri Peygamberin kavli” sözü, dinin evrensel bünyesini yansıtır.
Vahyi, “kim, ne, nasıl” sorularına karşılık olarak din, şeriat, tarikat (sünnet) diye üçe tefrik ve tarif edebiliriz:
1- Din: “kim emr etti” (Allah, buyuran)
2- Şeriat: “ne emr etti” (ilim, hüküm)
3- Tarikat: “nasıl emr etti” (amel, edeb)
Küllî Sünnetin İhyası
Buna göre din, şeriat ve tarikatta tecessüm eder.
İlim amelde, hüküm edebde, şeriat tarikatta içkin olduğundan din, sünnetten ibarettir.
Ali b. Ebî Talib ve Abdullah b. Mes‘ûd gibi sahabe radıyallâhü ‘anhüm başta olmak üzere Hasan Basrî, Saîd b. Cübeyr, Süfyan Sevrî, Süfyan b. Uyeyne, Abdurrahman Evzâî, Fudayl b. Iyaz, Sehl Tüsterî, Abdullah İbnü’l-Mübarek, Ahmed b. Hanbel, Ahmed b Ebû'l-Havârî gibi tabiin ve sonraki neslin sûfîleri, imanın ancak sünnete uygun niyet, amel ve kavlle hayata geçirildiğini şöyle ifade etmişlerdir:
“İman, ancak kavl ile, kavl, ancak amel ile, amel ancak niyet ile, kavl, amel ve niyet, ancak sünnete muvafakat ile müstakim olur” (لا يستقيمُ الإيمانُ إلَّا بالقَولِ ولا يستقيمُ الإيمانُ والقَولُ إلَّا بالعَمَلِ ولا يستقيمُ الإيمانُ والقَولُ والعَمَلُ إلَّا بنِيَّةٍ مُوافِقةٍ للسُّنَّةِ).
Bu, “İnandıkları gibi yaşamayanlar yaşadıkları gibi inanırlar” kaidesinin formülüdür.
Paul, Yahudiliğin yaşadığı teodise krizinin tesiriyle Hıristiyanlığı şeriat ve tarikattan arındırarak iman ve ahlaka indirgedi, böylece dinden külte dönüştürdü.
İman ve ahlak, dinin özü, şeriat ve tarikat, hüküm ve edeb olarak o özün şekle bürünmesidir. Dolayısıyla iman ve ahlakın şeriat ve tarikatta tecessüm etmediği bir dinin külte dönüşmesi mukadderdi.
Cumhuriyet rejimi, şeriatı hükmen (de jure), tarikatı (sünnet), fiilen (de facto) ilga etti; bu gelişme, Müslümanların din anlayışlarını dört uca düşürdü:
1- İslâmcılık: İskilipli Âtıf’ın temsil ettiği şeriatçılık olarak İslâmcılık.
2- Sünnetçilik: Sünneti yaşayış tarzından ziyade “Ehl-i Sünnet ve Cemaat Akaidi” denen inanış tarzı olarak savunmak.
3- İmancılık: “İnançsızlığın dünyayı kapladığı bu çağda önceliğimiz, imanları kurtarmaktır.” anlayışı.
4- Ahlakçılık: “Dinin özü şeriat değil, ahlaktır; asl olan, dindarlık değil, ahlaklılıktır.” şeklinde Nurettin Topçu ile ilahiyatçıların savunduğu anlayış.
Bunlardan ilk ikisini oluşturan İslâmcılık ve Sünnetçilik, din ve sistem açısından çift risk taşıyan tavırlardı.
Sistem açısından riskleri, dönüştürmeye talip oldukları için sistemle çatışmaktı. Nitekim Ali Haydar Efendi’nin arkadaşı İskilipli Âtıf, bunun bedelini ilk ve en ağır şekilde ödeyen oldu.
İslâmcılığın din açısından riski, çağımızda en aşırı Pakistan’ın kuruluşunda Mevdûdî’de görüldüğü gibi, dinin şekle, şeriata indirgenerek tahrifiydi.
Akidevî sünnetçiliğin dine ve sisteme arz ettiği risk, daha inceydi.
Sünneti inanış, görünüş ve yaşayış tarzı olarak üç (akidevî-sûrî-amelî) boyutuyla bir bütün olarak almak yerine “Ehl-i Sünnet ve Cemaat Akaidi” denen sadece inanış tarzı olarak savunan cemaatler, bilerek veya bilmeyerek toplumu İslâmî dönüştürme uğruna sünnetten tavizin getireceği yozlaşmayı göze almışlardı.
Zira Hz. Ali gibi sahabe ve ulemanın ifade ettiği gibi, iman, sünnete uygun amelde tecessüm ederdi.
“İnandıkları gibi yaşamayanlar yaşadıkları gibi inanırlar.” kaidesince, amelî sünnet olmadan akidevî sünnet korunamazdı.
Cumhuriyet devrinde laik rejime tepki olarak doğan mezkûr dört din anlayışından ilk ikisinin (İslâmcılık ve Sünnetçilik) dini ideolojiye, diğer ikisinin (İmancılık ve Ahlakçılık) dini külte dönüştürmesi mukadderdi.
O yüzden Ali Haydar ve Mahmud Efendiler, zor olan nebevî ıslah yolunu seçtiler.
Aslında nebevî küllî Sünnetçilik yolu, hem zor, hem kolaydı.
Zorluğu, fıtrattan uzaklaşmış, sekülerizme batmış bir çağda insanları dönüştürme zahmetinden, kolaylığı ise din ve sistemle çatışma riskinden uzaklığından kaynaklanıyordu.
Diğer cemaatler, bir taraftan sistemi İslâmî dönüştürme iddiasıyla potansiyel olarak sistemle çatışmayı, diğer taraftan sünneti akideye indirgemekle ideolojiye dönüştürmeyi ve bizzat yozlaşmayı göze almışlardı.
Yani bunlar, bir taşla iki kuş kayb ederken, Ali Haydar-Mahmud Efendiler, tam aksine bir taşla iki kuş vuracaklardı. İsmailağa, hem sisteme talip olmayan, tamamen sivil, marjinal bir cemaat görüntüsüyle sistemle çatışmaya girmeden işleyecek, hem de nebevî küllî bir hayat ve inanç tarzı olarak sünneti ihya ile dinin ideoloji ve külte dönüşmesini önleyerek özlenen ümmet-i Muhammed’i yetiştirecekti.
İnsanın asl-suret-siretten (inanış-görünüş-yaşayış) oluşan üçlü yapısına karşılık olarak din olarak sünnetin de üç boyutu vardı: akâid, şemail ve siret denen inanış-görünüş-yaşayış tarzı.
Ali Haydar-Mahmud Efendiler, sünneti bu üç boyutuyla bir bütün olarak ihyaya yöneldiler.
Bunlardan şemail denen sakal, sarık, cübbe, çarşaf gibi kadın ve erkeğin suretiyle ilgili sünnetler, İbnülemin Mahmud Kemal’in “Sûretin sîretine şâhiddir / Başka şâhid aramak zâiddir” diye ifade ettiği gibi, şeire (şeâir kelimesinin müfredi) denen kimliğin alameti, sembolüydü.
Dolayısıyla fıtrattan uzaklaşmış modern toplumda bu sünnetler göze batacak, Mahmud Efendi, “sakala, çarşafa takmış” ithamlarına, bunlara uyanlar da “çember sakallı, kara çarşaflı” tahkirlerine maruz kalacaklardı.
Allah Sevdiğini Sevdirir
Ancak Mahmud Efendi, bu tezvirata aldırmadan, ilahî nusretten kaynaklanan inanılmaz bir azimle yoluna devam etti, Rasûlullâh sallellâhü ‘aleyhi ve sellemin gösterdiği istikamette sünneti ve cemaati ihya etmeyi, bilkuvve ölmüş bir topluma fıtratın diriltici nefesini üflemeyi son nefesine kadar sürdürdü.
Rabbü’l-‘Âlemin, Allah yolunda örnek cihadının, ihlasının semeresi, mükâfatı olarak onun sevgisini müminlerin kalbine nakş etti.
Mahmud Efendi’nin dört milyona yakın mahşerî bir kalabalıkla kılınan cenaze namazı tarihe geçti.
Dünyadan ve yurttan cenaze namazına gelemeyen erkekler ve katılamayan kadınlarla bu rakam, yirmi milyona kadar çıkarılabilirdi.
Yirmi milyon insanın çoğu, Mahmud Efendi’nin cemaatinin mensubu değildi. Kot pantolonlu gençler, cenaze namazından sonra dağılırken “Bir daha onun gibi biri yeryüzüne gelmez, hayattayken kadrini bilememişiz.” diye burukluklarını dile getiriyorlardı.
Belki birçok insan, ancak vefatından sonra onun gibi, “Zamanın Cüneydi”, “Vaktin Bayezidi”, "Zamanın Abdülkâdiri" denecek büyük bir veliyle aynı çağda yaşadıklarını fark etmişlerdi.
Demek ki Mahmud Efendi, Akşemseddin gibi Müslümanların etrafında birleştiği bir manevî kutup olmuştu.
.
Prof. Dr. Bedri Gencer, dikGAZETE.com
KAYNAKLAR
Hüseyin, Beda'i ul-Veka'i (Udivitelhıye Sabıtiya), I-II. (1961) Anna S. Tveritinova-Y. A. Petrosyan (yay.), Moskova: Asya Halkları Institüsü.