?>

Dış politikadan tarihî siyasete Türkiye

Bedri Gencer

9 saat önce

Prof. Dr. Bedri Gencer yazdı

Dış Politikadan Tarihî Siyasete Türkiye

Tabiî Mecrasına Kayan Tarih

Arapça “âhir” kelimesinden gelen “tarih” kelimesinde “evvelden âhire seyir” esprisi yatar. İnsanlık, tarihin sonu denen âhir-i zamanın âhirine girdi. Tarihin sonunun iki karakteristiği var: hızlanma ve tekerrür. Hızlanma, asırlara yayılan hadiselerin kısa bir süreye sıkışması, tekerrür ise bu hızlanma ve devrana (çevrim) bağlı olarak çağların tekerrür etmesi demektir. Bu itibarla sona yaklaşmak, başa yaklaşmak demektir. O yüzden baş bilinmeden son bilinmez. Kadim tarihe nisbetle modern tarih, Batı medeniyetinin küresel tahakkümüyle temayüz eder. Bu küresel tahakküm ilişkisinin sonucunda dünya politikası giderek tabiî mecrasından sun‘î bir çerçeveye kaydı, sıkıştı.
Bu tabiî-sun‘î (yapay) tezadının karakteristiği, ekonomik-politik, jeostrateji-jeopolitik, mikro milliyetçilik-makro milliyetçilik gibi çelişkilerdir. Bu çelişkilerin tipik misali, günümüzdeki birbirine zıt küreselleşme-yerelleşme süreçlerini, çelişkisini ifade eden, global (küresel) ile lokal (yerel) kelimelerinin terkibinden oluşan “glokalizasyon” kavramıdır. Dolayısıyla tarihin sonuna doğru dünya politikasının sun‘î çerçevesini aşarak tabiî mecrasına kaydığı tesbiti, modern çağın mantığını çözene yuvarlak gelmez. Bugün yaşanan küresel sancı, modern dünyanın iki milatla gelen iki politik illeti aşma sancısıdır:
1- Westphalia (1648): jeostrateji-jeopolitik çelişkisi
2- Sykes-Picot (1916): mikro milliyetçilik-makro milliyetçilik çelişkisi
Modern uluslararası politikanın karakteristiği, 1648 Westphalia Muahedesi ile gelen teritoryalite (territoriality, ülkesellik) ilkesidir. 24 Ekim ve 15 Mayıs 1648'de Mukaddes Roma Cermen İmparatorluğu, diğer Alman prensleri, İspanya, Fransa, İsveç ve Hollanda Cumhuriyeti temsilcileri arasında imzalanan Westphalia Muahedesi, getirdiği bölgesellik ilkesi ile uluslararası politikada tabiî jeostratejik sınırlardan sun‘î jeopolitik sınırlara geçiş sürecini başlattı. Bunun sonucu, emperyal devletlerden ulusal devletlere geçişti. 1916 yılında imzalanan Sykes-Picot Mutabakatı, zâhiren, Batı dünyasında gelişen bu teritoryalite ve nasyonalitenin (ulusallık) Osmanlı ve İslâm dünyasına dayatılması idi.
Dayatma” kelimesi, bu süreçteki iki ana çelişkiye, illete işaret ediyordu:
1- Batı dünyasında tabiî-organik olarak gelişen şeyin İslâm dünyasına sun‘î-mekanik olarak aktarılması
2- Buna ilaveten mikro milliyetçilik ile makro milliyetçilik arasında derin bir çatışmanın tohumlarının atılması
Sykes-Picot Mutabakatı ile Ortadoğu’da hilafet ile birlikte yatay (teritoryal-yayılmacı olmayan) makro milliyetçilik olarak İslâm birliği parçalanırken dikey (teritoryal-yayılmacı) makro milliyetçilikler (Büyük İsrail, Büyük İran) olarak siyonizm ile şovenizmin tohumları atıldı. İsrail’in 1948, İran’ın (İran Devrimi) 1979 yılında kuruluşuna bakanlar, bu tesbitlerimizin komplo teorisi olduğu zannına kapılmamalıdır. Ahmed Hamdi Paşa (2010: 30-6), İngiliz ajan John’dan aktarır:
İngilizler, soğukkanlı bir millettir. Kendilerinden başkasını beğenmezler. Her işlerini, daha önceden uzun uzadıya planlanmış bir program çerçevesinde yaparlar, başarılı olurlar ya da olamazlar, bu konuda bir şey söyleyemem. Ama şundan emin ol ki, yüz yıl sonra yapılması planlanan bir işin hazırlıkları bugünden tamamlanmıştır.”
Ve bu çatışma, sadece bölgeyi değil, yeryüzünü cehenneme çevirdi. Fransa’nın Londra Büyükelçisi Daniel Bernard, ta 2001’de İsrail yüzünden dünyayı bekleyen III. Dünya Savaşı tehlikesine dikkat çekiyordu: “Dünyada mevcut bütün belalar, bu sefil küçük ülke İsrail yüzünden. Niçin bu halk yüzünden dünya III. Dünya Savaşı tehlikesinde olsun?” (“All the current troubles in the world are because of that shitty little country Israel. Why should the world be in danger of World War III because of those people?”).
O halde mevcut küresel çatışmanın özünde yatan, mikro milliyetçilikler ile makro milliyetçilikler arasındaki çatışmayla karakterize çağımızda doğrudan ulusal devletlerden emperyal devletlere geçiş sancısı değil, Osmanlı varisi, İslâm dünyasının fiilî lideri olarak Türkiye’nin saldırgan yayılmacı makro milliyetçi devletlere (İsrail ve İran) karşı jeostratejik savunma ve barış mücadelesidir.

Küçülen Osmanlı Büyüyen İsrail ve İran

Batı dünyasının ana meselesi, Osmanlılar tarafından 1453 yılında İstanbul’un fethiyle başlayan Şark Meselesi idi. Batı medeniyetinin XIX. asırda küresel mütehakkim bir güç olarak yükselmesi ise Osmanlı dâhil Doğu dünyası için Garb Meselesi haline geldi. Mehmet Akif'in, “Alınız ilmini Garb'ın, alınız sanatını” dediği gibi, Doğulu aydınlar için Millî Mesele, bu iki ana rakip medeniyetin nasıl telif edileceği meselesi idi. Haşim Nahit Erbil’in (1880-1962), Üç Muamma: Garb Meselesi, Şark Meselesi, Türk Meselesi (İstanbul: Kader Matbaası, 1337/1921) isimli risalesinin belirttiği gibi, bu “üç ana mesele”nin irtibatı ve hal tarzı, Doğulu aydınların ana gündemi oldu.
Batı dünyasında İstanbul’un fethiyle başlayan Şark Meselesi’ne XIX. asırda Yahudi Meselesi eklendi. Batı için Şark Meselesi, dışarıdan tehdit, Yahudi Meselesi, içeriden tehdit idi. Siyonizm, İngiltere tarafından Şark Meselesi ile Yahudi Meselesi’ni birlikte çözme ideolojisi olarak doğdu. İki meselenin birlikte çözümü, bir devletin (Osmanlı) ölümü, bir devletin doğumu (İsrail) ile olacaktı. Modern siyonistik dünya, 1916 Sykes-Picot Mutabakatı ile “Osmanlı’nın ölümü, İsrail’in doğumu” ile kurulmuştur.
1916 yılında imzalanan Sykes-Picot Mutabakatı, Ortadoğu toprakları başta olmak üzere Osmanlı Devleti'nin büyük bir kısmının paylaşıldığı, Ortadoğu’nun kum üzerinde çizilen sınırlar ile ulus-devletlerine ayrıldığı gizli antlaşma idi. Sykes-Picot, tabiî ile sun‘î’yi tersyüz etmeye, tabiî’yi sun‘î, sun‘îyi tabiî kılmaya yönelik bir tarihî mühendislik teşebbüsü idi. Tabiî bölge Yakındoğu, sun‘î devlet İsrail idi. “Osmanlı’nın ölümü, İsrail’in doğumu” ile sonuçlanan bu siyonistik tarihî mühendisliğin en somut iki tezahürü vardı:

1. Yakındoğu’dan Ortadoğu’ya

XV. asırda Avrupa’nın Avrupa dışı dünyayı keşf etmesiyle başlayan Keşifler Çağında Çin, Japonya ve Malezya, “Uzakdoğu” olarak adlandırılmıştı. Söz konusu çağda bilhassa Portekizlilerin Doğu’ya gidecek bir yol bulma çabaları sırasında münasebet kurulan “Uzakdoğu” (the Far East) ile Avrupa'dan uzak olan Akdeniz sahilleri arasında kalan bölge için “Yakındoğu” (the Near East) tabiri kullanılmıştı. Böylece Batı'da konuşma dilinde “Yakındoğu” tabiri, “Uzakdoğu” ile Avrupa arasındaki bölgeyi ve genel olarak 1453'ten sonra Osmanlı Devleti tarafından yönetilen yerleri ifade etmek için kullanılıyordu (Aybar 2008: 258).
İngilizcede Yakındoğu tabiri, 1918'de Osmanlı’nın yıkılışıyla büyük ölçüde tedavülden kalkarken Ortadoğu, İslâm dünyasının Osmanlı bakiyesi ulusal devletleri için kullanılır oldu. Buna göre denebilir ki; erken modern Batı dünyası için Doğu, Çin ile Osmanlı’dan ibaretti: Uzakdoğu Çin, Yakındoğu Osmanlı. Çağımızda Çin’in ismi ve nüfuzu devam ederken Osmanlı’nın ismi Türkiye oldu, yerini Rusya aldı. O halde Çin ile Osmanlı varisi Türkiye’nin, küresel güç dengesinin tedricen Batı’dan Doğu’ya kaydığı günümüz dünya politikasına ağırlığını koymaya başlayan küresel aktörler olarak gösterilmeleri, tarihin tekerrüründen ibarettir.

2. Büyük Suriye’den Küçük Suriye’ye

Osmanlı’nın hinterlandı olarak Bilâd-ı Şam (Büyük Suriye, Greater Syria), Suriye, Filistin, Ürdün ve Lübnan’ı kapsayan geniş bir bölgeyi ifade ediyordu. Sykes-Picot Mutabakatı, öncesi ve sonrasıyla İslâm dünyasının mukadder seyrinde bir dönüm noktasıydı. Sykes-Picot ile Yakındoğu’nun yerini Ortadoğu, Osmanlı’nın yerini Türkiye, Büyük Suriye’nin yerini Küçük Suriye aldı.
Hedef: Küçülen Osmanlı (İslâm), büyüyen İsrail ve İran idi. Elbette siyonist gücün (İngiltere) Büyük İsrail ve Büyük İran projesi, İsrail ve İran aşkına değil, “böl ve yönet” taktiğince Osmanlı’nın (İslâm dünyası) küçülmesiyle siyonistin küresel hâkimiyet kazanması içindi. İşte Osmanlı varisi, İslâm dünyasının fiilî lideri olarak Türkiye’nin mücadelesi, tarihin tabiî mecrasına aykırı bu küçülen-büyüyen ilişkisini tersine çevirmektir.

Jeopolitikten Jeostratejiye Türkiye

Görüldüğü gibi her iki gelişme de (Yakındoğu’dan Ortadoğu’ya Büyük Suriye’den Küçük Suriye’ye), Şark Meselesi ile Yahudi Meselesi’nin faslı olarak “Osmanlı’nın ölümü, İsrail’in doğumu”nun sonucu idi. Suyu yokuş yukarı akıtmak için yapılan antlaşmalar çöktü, artık tabiî olarak su, yokuş aşağı akacak. Suyun yokuş aşağı akması, tarihin tabiî mecrasına kayması ve uzun süredir oturtulan tabiî aktörlerin ayağa kalkması, ayağına zincir vurulan Türkiye’nin zincirlerini kırması, tarih sahnesine çıkması demektir.
Artık anlaşıldı ki “Büyük İsrail, Büyük İran” gibi çılgın kozmopolitan projelerin hedefindeki Anadolu’da hüküm süren Türkiye, artık sadece jeopolitik sınırları içinde siyasetle yetinemez, varlığını koruyamaz. Tarihin gidişatı, Türkiye’yi millî jeopolitik sınırlarının ötesinde bölgesel ve küresel aktör olmaya zorlamaktadır. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 2024 yılının ikinci yarısında yaptığı konuşmalarda Türkiye’nin oynayacağı küresel role ilişkin çok önemli mesajlar verdi.
Erdoğan, 31 Ağustos 2024 tarihinde Tuzla'daki Millî Savunma Üniversitesi Deniz Harp Okulu Komutanlığı'nda yapılan Diploma ve Sancak Devir Teslim Töreni'nde irat ettiği konuşmada şöyle dedi:
“Artık millî savunmamız, savunma sanayimiz özellikle bundan 20 yıl önce yüzde 20 itibarıyla yerliyken bugün yüzde 80 yerli hale gelmiştir. Sadece oyun kuran değil, gerektiğinde aleyhimize olan oyunları da bozan bir ülkeyiz. Bunun hamasî bir söylemden öte hakikatin ta kendisi olduğunu son yıllarda pek çok kez gösterdik.”
Erdoğan, buna bağlı olarak 2024 yılında kısa aralıklarla dört defa 30 Ağustos, 25 Eylül, 1 Ekim ve 26 Kasım tarihlerinde “ cepheyi tahkim” mesajı verdi. Erdoğan, çok konuşan bir lider olduğu için sözlerinin arasındaki kritik mesajların ayırt edilmesi, özel dikkat gerektirmektedir. Onun asıl ana mesajı, iki ayrı mesajının terkibinden çıkıyordu: Türkiye, artık küresel cephede oyun bozan kadar oyun kuran bir devlet haline gelmiştir. Bu küresel aksiyon, dış cepheyle birlikte iç cepheyi tahkim etmeyi gerektirmektedir. İç cephe-dış cephe irtibatı, iç politika-dış politika irtibatının somut ifadesiydi.
Elbette devletin başı olarak Erdoğan’ın verdiği mesajlar, doğrudan zâtî aklından değil, bin yıllık devlet aklından çıkan tarihî mesajlardı. Burada kullandığımız “tarihî” kelimesi, “tarihe mal olmuş” mânâsında değil, “tarihî devir açan”, epochal mânâsındadır.
Bu mesajlar, güncel hadiselerin seyrince belirlenen rutin dış politikadan derin bir devlet kültürüne dayalı tarihî siyasete geçişi ifade ediyordu. Ancak bu tarihî mesaj, sözde muhalif uzaktan kumandalı gazeteci yazarlar tarafından alışılageldiği gibi çarpıtılırken, sosyal bilimciler tarafından da esaslı bir tahlile konu edilemedi. Türkiye’de bu tahlilleri yapabilecek bir akademik, sosyal bilim ve düşünce birikiminin olmaması, belki de “ cephe zaafı”nın başında geliyordu.

Oyun Bozmadan Oyun Kurmaya

Küresel aktör olmak, elbette NATO ve BM gibi ulusal-üstü ve uluslararası kuruluşlar üzerinden sınırlı bir diplomatik faaliyet, BM’de kabadayılık yapmak demek değildir. Küresel aktör olmak, Avrasya’nın, yani dünyanın merkezinde bulunan Türkiye’nin değişen sert ve yumuşak güç (diplomasi, savaş, istihbarat, terör, ticaret) enstrümanlarıyla hinterlandında fiilî aktör olması demektir.
Türkiye’nin ilk ciddî küresel rolünü 8 Aralık 2024’te gerçekleşen Suriye Devrimi’nde oynaması, tarihin tabiî mecrasına kaymakta, tabiî aktörlerin tarih sahnesine çıkmakta olduğunu gösteriyordu. Bu gelişme, “heartland/hinterland” (ana saha/tampon saha) ayırımıyla daha iyi anlaşılır. Dünya jeopolitiğini ele alan bilim adamları, Anadolu’yuheartland” (ana saha) sayarlar. Dünyanın kalbi olarak görülen Anadolu Yarımadası, aynı zamanda sağlam bir kale olma özelliğini taşır. Dünya kıtalarının en yükseği olan Asya kıtasının ortalaması 1010 m. iken Türkiye’nin ortalaması 1132 m.dir (Toy 2011: III/148).
Osmanlı’nın heartlandı Rumeli (Balkanlar) ile Rum (Anadolu), hinterlandı Bilâd-ı Şam (Büyük Suriye) idi. Ancak Osmanlı gibi üç kıtaya yayılmış bir imparatorluk için bu ayırım, mutlak değil, izafî idi. Bilâd-ı Şam, Osmanlı için Balkanlar ile Anadolu’ya göre hinterland, sair Arap dünyasına göre heartland idi. Suriye, Filistin, Ürdün ve Lübnan’ı kapsayan Bilâd-ı Şam, siyonizmin asıl hedefi idi. Osmanlı’nın asıl çöküşü, Bilâd-ı Şam bölgesinde olduğu gibi, Türkiye’ye asıl tehdit de bu bölgeden gelmektedir. Artık anlaşıldı ki; Kudüs düşerse Şam, Şam düşerse İstanbul, İstanbul düşerse Saraybosna düşer.
Devletler arasında güç diplomasisi, boykot, abluka, ambargo, savaş tehdidi, nükleer tehdit, vekâlet savaşı, soğuk ve sıcak savaş yollarını kapsar. Dolayısıyla Türkiye’nin küresel aktör olması, güç diplomasisin bu sert ve yumuşak yollarıyla hinterlandında oyun bozması demektir. Bu oyun bozmanın da iç ve dış cepheye ilişkin iki boyutu vardır.
Dış cephede, Türkiye’nin hinterlandı olarak Bilâd-ı Şam’da oyun bozmasının en çarpıcı tezahürü, Suriye halkının 8 Aralık 2024’te zalim Nusayrî Esed rejimini yıktığı Suriye Devrimi sürecinde Türkiye’nin oynadığı roldür. Türkiye’nin alacağı küresel aksiyona oyun bozmak dememiz sebepsiz değildir.

Bu tesbitimiz, iki yönlü bir diyalektiğe dayanmaktadır:

1- Mantıken oyun bozucu olmadan oyun kurucu olunamaz. Türkiye’nin oyun bozmadan oyun kurmaya geçişi, dış politikadan, siyonistik tarihî mühendisliğe karşı tarihî siyasete geçişi demektir.
2- Bu, aynı zamanda Bilâd-ı Şam’da küresel (çevresel) güç dengelerinin değişmekte olduğunu, Türkiye’nin eski ana oyun kurucular olarak İsrail ve İran’a karşı yeni oyun kurucu olarak sivrildiğini gösterir.
İsrail ile İran, “Büyük İsrail, Büyük İran” hedefine yönelik benzer siyonistik ideolojilerle güdülenen, hareket eden, farklı ve ortak yönlere sahip iki devlettir.
A-Farklı yönleri: İran’ın seküler-köklü, İsrail’in teokratik-köksüz bir devlet geleneğine sahip olmalarıdır. Benî İsrail, tarihi boyunca, yaklaşık 80 yıl süren Hz Davut ve Süleyman devirlerinde altın çağını yaşayan saf bir ilahî krallık, teokratik devlet nostaljisiyle yaşamış, seküler bir devlet tecrübesini geçirmemiştir. Yahudiler, 135'ten 1948’e neredeyse 2000 yıl sürecek üçüncü sürgünü olan Roma sürgünü ve diaspora devrinde yaşadıkları ülkelerde ekonomik ve kültürel güçleriyle hep “kripto devlet, devlet içinde devlet, cemiyet içinde cemiyet” (getto) olmuşlardır. Bu yüzden İsrail, açık teokratik ile gizli kripto devlet gelenekleri arasında sıkıştığı, İran gibi köklü seküler bir devlet kurmayı başaramadığı için 1948 yılında tabiî bir ülke (devlet ve cemiyet) değil, teokratik yayılmacı devlet hırsına dayalı küresel bir örgüt ve getto olarak kurulmuştur.
B-Ortak yönleri: Devlet geleneği açısından farklılıklarına karşılık İsrail ile İran’ın ikisi de özünde, siyonist İngiltere’nin İslâm dünyasını hizaya getirmek için sopa olarak kullandığı, teokratik, totaliter, ideolojik, şovenist, yayılmacı, saldırgan devletlerdir. Abdullah b. Sebe adlı Yahudi tarafından kurulduğu için Şiizm ile Yahudilik (Siyonizm) arasında “neredeyse aynı kaynaktan çıkmışlar” dedirtecek kadar çarpıcı teolojik ve politik benzerlikler vardır. İran’ın köklü devlet geleneğine karşılık keskin bir dost-düşman, biz-onlar ayırımına dayalı benzer bir maniheik, antagonistik, teröristik siyaset izlemeleri, iki devletin de küresel oyun kurucu olarak çöküşe geçmelerine yol açmıştır.
Pek çok Yahudi yetkili, haham ve aydının ifade ettiği gibi, dünyada sadece İsrail, bir bütün olarak Filistin halkını yok edilecek bir düşman, katliamı, güç diplomasisinin yegâne aracı olarak görmektedir. İsrail’in ruhani lideri Ovadia Yosef’in (1920–2013), Filistinlilerle barış konusundaki sözleri, bu zihniyeti ifadeye yeter: “Bir yılan ile nasıl barış yapabilirsin?” (2000) (*)
Diğer taraftan İran’ın Suriye dâhil İslâm dünyasında izlediği şehvetli mezhepçi, etnik temizlik siyaseti, her yerde çöktü, istenen sonucu vermek yerine hep ters tepti, alçaltıcı bir hezimetle sonuçlandı. İran, Rusya ve Esed rejimiyle işbirliğiyle terör estirdiği Suriye yanında Irak, Lübnan ve Yemen’de kurduğu pek çok paramiliter vekil örgüt sayesinde vekalet savaşları yürüttü, bu ideolojik yayılma sürecinde devlet terörü, devlet aklı ve dış politikayı bastırdı. İran’ın dinî lideri Ali Hamaney, 8 Aralık 2024 Suriye Devrimi’nden sonra Suriye ve İran halkına karşı açıkça provokasyon, ajitasyon ve illüzyondan medet umar hale geldi.

Ordu-Milletin İç Cephesi Dış Cephesi

Türkiye’nin iç cephede oyun bozması ise, çöküşe geçen bu kızıl ve yeşil siyonist devletlere (İsrail ile İran) ve siyonizm ve Şiizm ideolojilerine açık veya gizli, doğrudan veya dolaylı olarak hizmet eden hainleri tasfiye etmesidir. Tabiatıyla dış cephenin genişlemesi, iç cephenin tahkimini, bu kadar geniş bir dış cephede mücadeleye giren bir devletin arkadan vurulma endişesinden kurtulmasını gerektirir. Bu, “büyük bir ev temizliği” mânâsına gelir. İşte Erdoğan’ın verdiği cepheyi tahkim mesajının bu kadar derin bir arkaplanı ve mânâsı vardır.
Ordu-millet” tabiri, iç cephe tahliline esas alınabilir. Sanıldığı gibi “ordu-millet” (ordu-ümmet) tabiri, Türklere has değildir. Arapçadaümm” (anne) kelimesinden gelen “ümmet” kelimesi, 40-100 arası kişiden oluşur. Hz. Havva, her batında bir kız ve bir erkek olmak üzere 20 batında 40 çocuk (ümmet) doğurmuş, eşi Hz. Âdem’e ise diğer beş ülü’l-azm peygamber (Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. Muhammed) gibi 40 erkek (ümmet) gücü verilmiştir. Vikinglerde görüldüğü gibi kadim topluluklarda 40 kişiye ümmet, 100 kişiye ordu, orduda ise 9'ar kişilik 3 bölük ve bir takım çavuşu ile bir teğmen olmak üzere toplam 40 kişiye müfreze (takım) denir. “Cephe” kelimesinin ise üç temel mânâsı vardır:
1- Yüz, taraf, yön, cihet (Binanın dış cephesi/iç cephesi)
2- Harp sahası
3- Ateş hattı, savaş halindeki bir ordunun düşmana bakan en ileri noktalarından oluşan hat, ordunun en önünde düşmanla yüz yüze olan saflar.
Buna göre karşılıklı veya kare şeklinde dizilen, saf tutan ordu-ümmetin iç ciheti, cephe, dış ciheti, dış cephedir. İç cepheyi tahkim, buna göre, özünde ordu-ümmetin saflarını sıklaştırmak, millî birliği güçlendirmek demektir. Millî birliği güçlendirmenin negatif ve pozitif iki yolu vardır. Pozitif yol, din temelli manevî bağların takviyesidir. Negatif yol, Erdoğan’ınfitne girişimleri” diye ifade ettiği, milleti ve milletin omurgasını oluşturan cemaatleri bölen hainlerin tasfiyesidir.

İç Cephemizi Sağlam Tutmak

Erdoğan’ın ilk olarak 30 Ağustos 2024’teki konuşmasında verdiği “tahkim” mesajı, askerî cephe/dış cephe ayırımına dayalıydı:
“Şimdiye kadar nice zorluğun, oyunun nasıl üstesinden gelindiyse, çok daha fazlasının başarılacağına yürekten inanıyorum. Bunun için tek yapmamız gereken, iç cephemizi sağlam tutmaktır.”
Erdoğan’ın 25 Eylül 2024’te verdiği “tahkim” mesajında ise millî birlik vurgusu baskındı:
“Biz aynı şeye sevinme, bunun yanında aynı şeye üzülme, aynı şiirde duygulanma, aynı marşta göğsümüzün kabarabilmesi halini hep birlikte yaşamalıyız. Bütün bunlarla beraber iç cephe hedeflerimiz, bizim Kızıl Elmamızdır. Bizi o hedeflerden vazgeçirmeye, bizi yılgınlığa düşürmeye, bizi usandırıp umutsuzluk girdabına sürüklemeye çalışanlar, işte o iç cepheyi hedef alıyor. Biz o iç cepheyi çökerttirmeyiz. Orada çok kararlıyız...”
Erdoğan, 1 Ekim 2024’te TBMM 28. Dönem 3. Yasama Yılı Açış Konuşmasında yaklaşan siyonistik tehlikeyi ilk kez ilan ederek, İsrail’in Filistin ve Lübnan’dan sonraki hedefinin Türkiye olacağını söyleyerek “ cepheyi tahkim” mesajını netleştirdi:
İsrail, sadece Gazze’ye değil, Batı Şeria’ya, İran’a, Yemen’e, Suriye’ye de saldırıyor; Mısır’la yapılan anlaşmaları alenen ihlal ediyor. Mısır’la, Irak’la giderek güçlenen ilişkilerimizin, Suriye’yle artan diyalog arayışımızın, bu bağlam içinde okunmasını özellikle tavsiye ediyorum. Türk Dünyasıyla ve Türk Devletleri Teşkilatıyla bağlarımızı, yine bu anlayışla sürekli tahkim ediyoruz. Savunma sanayiinde, güvenlikte, terörle mücadelede ve dış politikada stratejik hamlelerle ülkemizin caydırıcılığını güçlendiriyoruz. Fitne girişimleri karşısında millet olarak, 85 milyon olarak iç cephemizi sağlam tutmaya gayret ediyoruz. Şunun artık idrak edilmesi ihtiyaçtan öte bir zarurettir; bugün, İsrail saldırganlığı karşısında, içeride ve dışarıda çatışma alanlarının değil, uzlaşma alanlarının öne çıkması gerekiyor.”
Bu süreçte Erdoğan’ın 26 Kasım 2024’te 7. Din Şurası'nda yaptığı konuşmanın da aslında “ cepheyi tahkim” mesajının uzantısı olduğu fark edilmedi:
Âlimlerimiz, en hassas konuları sosyal medyaya taşıyarak tehlikeli bir yola giriyor. İlim erbabı arasında konuşulması gereken konular, uluorta konuşuluyor. Din adamlığıyla şovmenlik aynı kisvede bulunamaz. Şöhret hastalığı, samimiyetin, hüsni niyetin ortadan kalkmasına neden olur. Bunun vebali ağırdır. Topluma örnek olması beklenen kişilerin şöhret ve kudret uğruna ağırbaşlılık, vakardan, samimiyetten uzaklaşması, hem de iki cihanda hesabı verilemez ağır bir vebaldir.”
Erdoğan’ın bu konuşmalarından çıkan mesajı şöyle özetleyebiliriz:
Yaklaşan İsrail tehlikesine karşı devlet, alacağı maddî ve manevî, siyasî ve içtimaî tedbirlerle iç ve dış cepheyi tahkim etmeye, ülkeyi güçlendirmeye kararlıdır. İç cephenin tahkimi, siyasî olarak millî birliğin, içtimaî olarak sosyal sermayenin tahkimi demektir. Millî birliği güçlendirmenin pozitif yolu, din temelli manevî bağların takviyesidir. Ancak din adamları, bu konuda gereken manevî liderliğin, kanaat önderliğinin hakkını vermekten uzaktır.
Sosyal sermaye, toplumu oluşturan fertler, sivil toplum örgütleri ve kamu kurumları arasındaki koordinasyon faaliyetlerini kolaylaştırarak toplumun üretkenliğini arttıran, güven, norm ve iletişim ağı özellikleri şeklinde tanımlanabilir.

Hain Fışkıran Topraklar

Türkiye, eşsiz coğrafî mevkisinden, stratejik öneminden dolayı dünyada metrekaresine en çok hainin düştüğü ülkedir. Millet olarak nasibimiz, şehit kadar hainin fışkırdığı dünyanın en bereketli topraklarında yaşamakmış. Erdoğan’ıniç cepheyi tahkim” mesajıyla sinyalini verdiği Büyük Temizliğin ilk adımı, PKK irtibatlı DEM Partili belediye başkanlarına operasyon ile geldi. Devlet, 2024 yılı içinde 5 Haziran'da Hakkari, 31 Ekim'de Esenyurt, 4 Kasım'da Mardin, Batman ve Halfeti, 22 Kasım'da Tunceli ve Ovacık, 29 Kasım'da Van Bahçesaray belediyelerine kayyım atayarak PKK’nın kalkışma planlarını çökertti.
Devlet, iç savaş için hazırlıkların sonuna geldikleri, “Artık bu bitti” dedikleri anda hewal belediye başkanlarını indirmişti. Yani devletimiz, yarına bırakır, yanına bırakmaz, imhal eder, ihmal etmez, seyirci kalmaz, hazırlık yapar, ipin ucunu tutanların belirmesi, eteklerdeki taşların dökülmesi için son ana kadar bekler. Bilhassa bu konuda Türk devlet tavrı eşsizdir. Kadim politik volontarizm (siyasî irade ve özgüven, ipler devletin elinde) ile modern beka refleksinin (can havliyle ülkeyi kurtarma) terkibiyle şekillenen Türk devlet tavrının misli dünyada yoktur. Bunu şöyle bir misalle anlatabiliriz: Son hızla uçuruma giden ve artık duramaz gözüyle bakılan bir arabanın son anda uçurumun tam kıyısında zınk diye durması.

Kazablanka’da Son Akşam

12 Aralık 2024 tarihli bir mesaj, operasyon sırasında bir başka hainler güruhunun olduğuna işaret ediyordu:
“Çok yakında İran'ın Türkiye'deki ajan-provokatör yapılanmasına yönelik aynen FETÖ'ye olan gibi büyük bir operasyon geliyor. Devrim Muhafızları vakfının Türkiye'de dağıttığı o dolar dolu çantaları, devlet bi tarafınıza monte edecek. İslâmcı, Solcu veya Kemalist görünümlü İran ajanları, kaçacak delik arayacaksınız! Devletin şefkatli kolları sizi sarıp sarmalayacak” (**) 
Ardından İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın 28 Aralık 2024 tarihli mesajı: “27 ilde FETÖ’ye yönelik son 10 gündür devam eden “KISKAÇ-32” operasyonlarında 93 şüpheli yakalandı” (***)
Ve Büyük Temizliğin sonraki adımı: Devletimiz, milleti olduğu gibi, milletin omurgasını oluşturan cemaatleri bölen hainleri de kucaklayacak, mesele, rabıta mı, zabıta mı gösterecek. FETÖ gibi bir devasa ahtapotu çökerten devletimiz için, tele-show ile etrafına topladığı haşhaşî kuru kalabalığa güvenen bir hoca kılıklı ajanın sinek kadar hükmü yoktur. Uçkuruna gevşek, hoca kılıklı bir şarlatanı tasfiye, Fetullah Gülen, Adnan Oktar, Osman Kavala gibi büyük başları enselemiş devlet için çocuk oyuncağıdır. Paketleme işlemi bir haftayı bulmaz. Ondan sonra devletimiz, ona “Kazablanka’da Son Akşam” filmini seyr ettirir.
İçinde bulunduğumuz mübarek üç aylarda manevî enerji depolayalım. Üç aylar sonrası, güzel sürprizlere, bahar temizliğine gebe.

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler

.

Prof. Dr. Bedri Gencer, dikGAZETE.com

(*) https://www.timesofisrael.com/5-of-ovadia-yosefs-most-controversial-quotations/

(**) https://x.com/_Kuscubasi/status/1867150192786456895

(***) https://x.com/AliYerlikaya/status/1872923629731578215

KİTABİYAT

Ahmed Hamdi (2010) İslam Alemi ve İngiliz Misyonerler. Zafer Çınar (yay.), İstanbul: Yeditepe.
Aybar, Sedat (yay.) (2008) Türkiye’nin Ortadoğu Politikası: Tarihsel Gelişim Sürecinde Ortadoğu’nun Türkiye Acısından Ekonomik-Politik Önemi ve Geliştirilebilecek Politikalar. İstanbul: Kadir Has Üniversitesi.
Toy, A. Naci v.d. (yay.) (2011) 32. Kazı Sonuçları Toplantıları, I-IV. Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü.

YAZARIN DİĞER YAZILARI