Şakir Diclehan, “Kutuplarda dahi görülmeyen bir olay” dedi ve iki Prof. arasındaki kavgayı anlattı

Şakir Diclehan, “Kutuplarda dahi görülmeyen bir olay” dedi ve iki Prof. arasındaki kavgayı anlattı

Araştırmacı, yazar İlahiyatçı, akademisyen Şakir Diclehan, “Kutuplarda dahi görülmeyen bir olay” diyerek, “İki Profesör arasında cereyan eden kavga”yı anlattı

HABER MERKEZİ

Araştırmacı, yazar, ilahiyatçı, akademisyen yaşayan en büyük şairlerimizden Sezai Karakoç hakkında kitap ve tanıtım yazılarıyla da bilinen Şakir Diclehan, “Kutuplarda dahi görülmeyen bir olay” diyerek bir “kavga”ya dikkat çekti.

Prof. Ali Nihad Tarlan ile Prof. Dr. Adülkadir Karahan arasında yaşananları, “İKİ PROFESÖR ARASINDA CEREYAN EDEN KAVGA” başlığı altında anlattı.

İşte, Şakir Diclehan’ın sosyal medya hesabı “Facebook” üzerinden paylaştığı, “Kutuplarda Dahi Görülmeyen Bir olay” üst başlığı ve İKİ PROFESÖR ARASINDA CEREYAN EDEN KAVGA” başlığı altındaki yazının tamamı:

Olayın geçtiği tarih 1967…

O günden bugüne birçok şey değişti mi acaba? 

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde hoca olan Prof. Ali Nihad Tarlan’ın, öğrencisi, yanına asistan olarak aldığı ve 20 yıllık sürede görülmemiş biâte dayalı bir beraberlikten sonra profesör olunca, kendisiyle kavga ederek dillere destan olan Prof. Karahan’ın saldırısı karşısında hastanelik olan bu iki hocanın, çok hazin ve dramatik bir öyküsü…

-Prof. Dr. Ali Nihad Tarlan-

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Eski Türk Edebiyatı Kürsüsü Başkanı Ali Nihad Tarlan’ın, zorunlu emekliye ayrılmasına neden olan, eski talebesi, muhlis asistanı, doçenti ve ilerleyen zamanlarda meslektaşı Prof. Adülkadir Karahan kimdir acaba?

Karahan, 1913 yılında Şanlıurfa'nın Siverek ilçesinde dünyaya gelir.

İlk tahsilini Siverek'te, orta öğretimini İzmir'de tamamladıktan sonra, bir yıl kadar ilkokul öğretmenliği yapar. 

Girdiği Yüksek Muallim Mektebi yanında 1939'da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü bitirir.

İstanbul Üniversitesi'nden mezun olduktan sonra Samsun Lisesi'nde edebiyat öğretmenliği görevine başlayan Karahan, ardından İzmir Lisesi'ndeki öğretmenliğini sürdürür.

-Prof. Dr. Adülkadir Karahan-

Karahan, 1947'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Eski Türk Edebiyatı Kürsüsü Metinler Şerhi ve Osmanlı Edebiyatı'na asistan olarak atanır. 

Karahan, 1952'de doçent ve 1963 yılında ise, profesör olur.

“Büyük Doğu”ya taşınan olay:

Necip Fazıl Kısakürek, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde cereyan eden bu iki Hoca, daha doğrusu Ali Nihad Tarlan ile eski talebesi, asistanı, doçent ve nihayet profesör olan Karahan arasındaki hazin ve elem verici kavgayı, Büyük Doğu sayfalarına taşır. 

Ali Nihad Tarlan, talebeliğinden başlayarak profesör oluncaya kadar elinden tutup yükselttiği Abdülkadir Karahan’ın, umulmadık bir biçimde ihanetine uğradığı ve hazin olduğu kadar düşündürücü ve kutuplarda bile benzerine rastlanmayan bu olayı, Necip FazılKarahan’ın Hocası Ali Nihad Tarlan’ın ağzından ve onun verdiği bilgilere dayanarak Büyük Doğu Dergisi’nin sayfalarına aktarmak suretiyle kamuoyuna duyurur.

Necip Fazıl, olayı Büyük Doğu’nun 26 Temmuz 1967 tarihli nüshasına neşreder “Bir Üniversite Meselemiz Var.” diyerek başladığı söze şu tespitleri yaparak gönül rahatlığıyla kalem oynatır.

Müzmin mi müzmin... 

Evvela, ana öğretim planı yönünden üniversite... 

Talebe şartları bakımından üniversite… 

Sonra, o ana öğretim planının baş unsuru profesöre ait şartlar yönünden üniversite... 

Aynı öğretim planının temel vasıtası kitap keyfiyeti yönünden üniversite... 

Bu dört noktadan da üniversitelerimizin harap ve türap vaziyette olduğunu bilmeyen yoktur. 

Prof. Ali Nihad Tarlan, öğrenciliğinden başlayarak bir evlat gibi yetiştirdiği Abdülkadir Karahan, profesör olunca bütün köprüleri yıkarak önceleri derin bir bağlılıkla hizmet ettiği Hoca’sına umulmadık biçimde başkaldırır ve bir üniversite öğretim üyesine yakışmayan fiili eylemlerle onun, zorunlu olarak emekliye ayrılmasına neden olur.

İşte Ali Nihad Hoca’nın iddiaları…

Çay fincanını dudaklarından ayırarak meseleyi ele aldı (dramatik) bir sesle mırıldandı Ali Nihad:

“Bütün suç benim, bütün suç benim. Bu adamı talebeliğinden beri kıymetlendirdiğim için bana ne söylense azdır! Bir an durdu ve ilave etti: 

-Kendisinde, bir profesör için olan şu üç şart mevcut değil: ilmi kifayet, ilim ahlakı, umumi ahlak...” 

Necip Fazıl atıldı: 

- Peki, hocam, asistanlığından beri bulunan bu zatı profesör olduktan veya bizzat yaptırdıktan sonra mı anladınız? 

- Dedim ya, bütün suç benim! Hiçbir özür sahibi değilim! Benim kürsüme bağlı olarak “ESKİ TÜRK EDEBİYATI” profesörü bu zatta metinlere nüfuz bakımından, ne lisan anlayışı vardır, de mana idraki... 

Yani hem lisan bilmez, hem de anlamaz! Ayrıca, edebiyatın iç yüzünü anlamak kudretinde de değildir.

Sordum: 

- Edebiyatın içyüzü tabiriyle ne kastediyorsunuz? 

- Arz edeyim. 

Yine Necip Fazıl

- Hocam, işi mevzuumuzdan uzaklaştırıp saf ilmi safhaya döktük! 

- Olabilir. Mevzuumuza gelince mahut profesör, bu incelikler şöyle dursun, kaba bir metni çözmek ve anlamak iktidarından mahrumdur.

Şimdi kendisinin ilim ahlakı cephesine bir göz gezdirelim: Derslere gelmez, vazifesine en küçük bağlılık duygusu taşımaz. 

Her derse 15-20 dakika geç gelir. Derste mütemadiyen kendisini över ve politika yapar. 

Düşünün ki, bir lise öğretmeni olan Vasfi Mahir’in kitabından ders okutur ondan başka bir kaynak sahibi değildir. 

En feci bir hareket olarak, üç sene evvel yazdığı kitapları bu seneki faaliyet raporunda göstermiştir. 

Böyle bir hareketin dürüstlük dışı olmaktan başka vasfı var mıdır? Mesuliyet hissinden o kadar uzaktır ki “hakkımda 6 ay hapis cezası verilmedikçe kimse beni profesörlükten çıkaramaz!” şeklinde konuşmuştur. 

Kendisini tenkit edercesine konuşan profesörlere “ben de sizin gibi profesörüm. Bilirsiniz ki, devlet büyükleri beni tutar!” diyecek kadar vakar dışı mukabeleleri vardır. 

Sınıfta söylediği şu sözü, onun ne mal olduğunu anlatmaya yeter. Çıkara tahvil edilemeyen ilmin hiç bir kıymeti yoktur! Bir şark seyahatinde “Cumhur reisi ile gidiyorum!” diye palavra atmış ve böylece üniversiteden izin koparmıştır. 

Arapça bilmez; İslam Enstitüsü’nde Hadis profesörlüğü eder. Hiç Batı diline vakıf değildir; Dünya edebiyatı üzerinde allamelik taslar.

Şark Türkçesinden mesela, Nevâi`nin bir gazelini bile okuyamaz. Böyleyken, Nevâi’nin ilk divanı “Garaibü’s-Sigar” üzerinde asistanın yaptığı tezin başına, baştanbaşa hezeyan belirten bir tenkit yazmış ve ne gariptir ki bu tez, profesörler meclisince pekiyi derece ile kabul edilmiştir.

Ali Nihad bu noktada, birdenbire durdu ve yine (dramatik) bir sesle: 

"Ah, bütün suç benim!" diye inildedi. 

- Hocam dedim; ya umumi ahlak cephesi? 

- Onu benden değil, alakalılarından dinleyiniz, facia, facia! İki şahıs arası bir mesele olmaktan ziyade Üniversitemizin müzmin yaralarından birini ifşa etmesi bakımından hadise o kadar önemliydi ki, bir gün sonra, Abdülkadir Karahan’ın şahıs ahlakıyla ilgili öğrencilerden bir grubu idarehanemizde dinlemek zorunda kaldık.

Birtakım haklı sebeplerle isim ve hüviyetlerini saklayan bu öğrencilerden birkaçının bildirdiklerini, kelimesi kelimesine kaydediyorum: 

Erkek öğrenci: Beş senedir talebesiyim ve bu beş sene içerisinde kendisinden bir kelime öğrenmiş değilim! 

Bir başka erkek öğrenci: Derslerde hep nefsinden bahsedişi ve kendisini methedişi o derecede ki, bir gün cebinden bir kâğıt çıkarıp şöyle dedi: “Size, Başbakandan, Bakanlardan, Mebuslardan ve yüksek makam sahibi arkadaşlardan bana gelen tebrikleri okuyayım” ve okudu. Mevzuu yalnız Fuzuli`dir, o da satıh bilgisinden ibarettir ve hiçbir ruh taşımaz. 

Bu iddia ve bilgilerden sonra Necip Fazıl, Ali Nihad Hoca’nın söylediklerini teyit babında aşağıdaki ilave bilgiler vermeği gerekli görür.

Necip Fazıl der ki:

“Bu kesin şehadetlerinden sonra İslam Enstitüsü’nden, emin bir talebe, emin bir Büyük Doğucunun söyledikleri: “Laubali tavırlıdır. Ceket omuzda ders verir. İlmi hiçbir değeri yoktur; aşkı yok, vecdi yok, İslami mizacı yok... Suratını beğenmediği talebeye “sınıfta kaldın!” diye bağırır. “Üç kişi geçecek, beş kişi kalacak!” diye bir nevi baremi vardır. 

Sınıfta beş dakika derse benzer bir şeyler yaptıktan sonra kırk beş dakika kendisini metheder. “Fransa’dan mektup geldi, alın okuyun!” diye garip jestler takınır, Arapçayı Ahmed Ateş’ten sonra en iyi bilenin kendisi, Hadisi de Tayyip Okiç’in arkasından en derin anlayanın yine kendisinin olduğunu iddia eder. 

Hâsılı bir İslam kürsüsünde bu adamdan daha yakışıksız birini bulmaya imkân yoktur. 

Heyhat ki, Karahan, Üniversite profesör davamızın yalnız küçük bir çizgisinden ibarettir. 

Karşı Atağa geçen Karahan’ın cevabı ise, başka bir yazı konusu…

BİR YORUM VE BİR CEVAP…

Diclehan’ın paylaşımına yorumda bulunan “Cemil Ertonga” ise Karahan için çok nazik bir yazı. Canını yaktıkları, incittikleri, kırdıkları, hakkını yedikleri vs. öbür dünyada önüne konulacak… İşi çoook zor.” dedi.

Şakir Diclehan ise bu yorumu; “Gerçeklere tahammül edemeyenler vardır bu toplumda. Bizim bu yazdıklarımızı- sizin ifadenizle nazik- dahi tenkit ediyorlar ve niye yazdın diyorlar. Sizin gibi gerçekçi ve cesur yazan ve paylaşanlara şükran borçluyuz. Selam ve saygıyla” diyerek cevaplandırdı.

.

dikGAZETE.com

BUNLAR DA İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR
Üzgünüz ilginizi çekebilecek içerik bulunamadı...
SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ
...