İstanbul
İstanbul Ticaret Üniversitesi İktisat Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Şefik Memiş, Türkiye’nin kurumsallaşmış ihracat yolculuğunun 1891 yılında başladığını söyledi.
Memiş, Osmanlı Ticaret Müzesi'nin Türkiye’nin ilk ihracata teşvik merkezi olarak, yeni dış pazarlar bulunmasından gerekli mevzuat altyapısına, ihracata ilişkin ilk kavramların oluşmasından dış tanıtıma kadar birçok alanda silinmeyecek bir geleneğin şekillenmesine katkı sağladığını söyledi.
Osmanlı Ticaret Müzesi'nin kurulmasıyla hem kamunun hem özel sektörün ihracatı odak noktasına aldığını dile getiren Memiş, "Bu amaçla İstanbul’da ticaretin kalbinin attığı Mercan Yokuşunda, hâlâ ayakta kalmayı başaran Şark Çarşısı tutuldu. İmparatorluk tüm valileri, ticaret ve sanayi oda başkanları, Şark Çarşısı’nda faaliyete başlayan Numunehane-i Osmani’ye, yani Osmanlı Ticaret Müzesi’ne, ürün numuneleri gönderme konusunda vazifelendirildi.
Amaç, Osmanlı vilayetlerinde,diğer adıyla Osmanlı Ticaret Müzesi, Dersaadet Ticaret Odası bünyesinde kümelenen Osmanlı tüccarlarının değişen ticaret ve üretim anlayışına ayak uydurma çabalarının somutlaşmış ilk kurumudur. Türkiye’nin ilk ihracatı teşvik merkezi olarak 1891’de faaliyete başlayan Osmanlı Ticaret Müzesi’nin (Numunehane-i Osmani) üzerinden 131 yıl geçti." diye konuştu.
Sultan 2. Abdulhamid'in ihracatı artırma konusunda ciddi çalışmalar yaptığını aktaran Memiş, şu değerlendirmelerde bulundu:
"Abdülhamid ile birlikte temel bir tespit yapılıyor ve deniliyor ki; yeni üretim tarzını ülkemizde yerleştirmenin en önemli şartı, yerli bir özel sektör oluşturmakla mümkündür. Bu amaçla mevcut imtiyaz yöntemi geliştirilerek uygulanıyor. Böylece iki şey yapılıyor. Birincisi, sermaye birikimi ve yetişmiş girişimcisi olmayan Türk ve Müslümanlara çeşitli üretim imtiyazları veriliyor.
Böylelikle onların bu imtiyazla yanlarına bulacakları bir ekalliyetten ya da yabancı sermaye ile sanayi ve ticari tesis kurmalarının önü açılıyor. İkincisi ise yetişmiş yerli insan gücü eksikliği hissedildiği için en güvenilir ve sadık girişimci grubu, devlet hizmetindeki görevliler arasından seçiliyordu. Dolayısıyla Abdülhamid dönemi memur girişimci döneminin zirveye çıktığı söylenebilir.
Böylece okumuş yazmış, devlet ve bürokrasi deneyimi olan, güvenilirliği test edilmiş, ülkede ve dünyada gelişmeleri bilen insanları girişimcilikte kullanılması tercih edildi. Bu yöntemle Türklerin hem ticaret, sanayicilik ve üretim yapmaları sağlanıyor; hem de sermaye birikimi olmamasının yol açtığı engeller ortadan kaldırılıyordu.
Sadece 1886 yılında verilen şu imtiyazlar bu tezin ne kadar doğru olduğunu göstermeye yeter: “Kağıt Fabrikası İmtiyazı Serkurenâ Osman Beyefendi’ye (1886); Porselen ve Fayanstan Tabak ve Kapkacak İmal Eden Fabrika imtiyazı Ticaret ve Ziraat Nezareti Mektupçusu (Yazı İşleri Sorumlusu) Salih Münir Bey’e; Buz Fabrikası imtiyazı Bekçibaşı Salim Ağa’ya; İplik, fanila, yün ve pamuk kumaş, pamuk emtiası ve fes fabrikası imtiyazı Şura-yı Devlet (Danıştay) üyesi Ahmed Beyefendi'ye verilmişti."
Türkler ilk fuardan itibaren dünya ihracat piyasasında
Osmanlı Devletinin çağın gerekliliklerini yakalayarak dünya fuarlarına özel önem gösterdiğini bildiren Memiş, "Dünyanın ilk fuarı 1851 Londra Dünya Fuarı’dır.
Türkler bu fuarda dokumacılık, tarım ve mevcut Osmanlı sanayi ürünleriyle yerlerini almışlar, birçok alanda ödül kazanmışlardır.
Özellikle Manchester fabrikatörlerinin en çok ziyaret ettiği pavyon olmuş, eşsiz Türk dokuma örnekleri bunlar tarafından taklit edilmiştir. Sonrasında düzenlenen Paris, Londra ve Viyana dünya fuarlarında da Türkler hep var olmuştur.
Bu bize ne sağlamıştır? En önemlisi dünyada üretimin ne yönde gittiğini öğrenmemizi, yerli üretimin dünya ile yarışacak vasıflara getirilmesinin elzem olduğunu ve gereğini yapmamızın lazım olduğunu öğretmiştir. Bu sebeple Osmanlı Hükümeti sanayiyi geliştirmek ve ıslah etmek için yapılması gerekenleri tespit etmek için bir komisyon topladığında, ilk üç önlemin içinde fuar düzenlemek de bulunmuştur. Hatta bir adım ileriye gidilerek, 1863’te devletin ve özel sektörün gayretiyle Türklerin ilk ulusal fuarı Sultanahmet’te düzenlenmiştir" dedi.
Memiş, bugünün başarılı ihracatçılarının, dünün zorlu şartlarında yol alan öncülerini okuması gerektiğini vurgulayarak, "Emir Şekip’in ifadeleriyle söylersek; Sultan Abdülhamid döneminde yapımına başlanan Hicaz Demir yolu, tamamen yerli sermaye ile Osmanlı insan gücüyle, Osmanlı mühendisleriyle yapılmıştır.
O zaman yabancılar ‘Türkler, Müslümanlar bunu ellerine yüzlerine bulaştırırlar, bu demir yolunu başaramazlar’ diyerek küçümsüyorlardı. Abdülhamid de inatla Hicaz Demiryolu’nun kutsal toprakların hatırası, Resulullah Efendimizin ruhaniyeti adına Müslümanlar tarafından yapılması istiyordu.
Ayrıca bu demir yolu, 30 yıldır oluşturmaya çalıştığı yerli üretim birikiminin semeresi olacaktı.
Nihayetinde bu hat, dünya demir yollarının bir şaheseri olarak meydana çıktı. Değil yabancılara, İslam dünyasından da birçok insan bu hattın yapılacağına inanmadığı için bizzat görmek üzere heyetler gönderdiler ve o zaman bizlerin de yapabileceğine inandılar.
O yüzden Hicaz Demiryolu, Türklerin imar işlerini de başaracaklarını, yerli sermaye ve yerli işgücüyle ispatlamasıdır. Böylelikle kaybolan güvenlerini yeniden kazanmalarıdır. Kanaatime göre 21. yüzyılın başında da benzer bir durumla karşı karşıya kaldık.
Türkler, bu konuda geçmişten aldıkları dersle, sahip oldukları özgüveni güçlendirdiler ve yerli üretim atığında çok önemli bir eşiği geride bıraktılar." dedi.