Başarılı olmak için her yol mübah mı?

Başarılı olmak için her yol mübah mı?

Başarılı olmak için her yol mübah mı? Başarılı olmak için her yol mübah mı?

Anlamlı ve başarılı bir hayat için, öncelikle kendimizi çok iyi tanımamız gerektiğine, mutluluğun, yaşanılan olaylarla değil, bu olaylar karşısında gösterilen tavır ile ilgili olduğuna ve yenilikçi düşünmenin önemine sık sık değiniyorum.

Sık değindiğim diğer bir konu da, başarılı olmak için yapılacaklar listemizin, ahlaki değerlerimizle bütünlük arz etmesi gerektiğidir. 

Bu konuda Lev Nikolayeviç Tolstoy’un muhteşem bir uyarısı var: “Sakın ahlak kurallarını çiğnemeyin, çünkü öcünü çabuk alır.’

Bu sözü kanıtlayan yaşanmış o kadar çok örneğe rağmen halen gerekli dersleri almadığımızı, içinden geçtiğimiz şu günlerde yaşadıklarımız bize tekrar gösterdi. 

Şair ve felsefeci Buckminster Fuller şöyle diyor: “Dünya gezegeninin tek bir uzay gemisi ve yazgımızın da ortak olduğunu göremediğimiz sürece, onu daha fazla yürütmemiz mümkün görünmüyor. Çünkü o ya herkesin malı olacaktır ya da hiç kimsenin.”

Oysa sadece kendi ırkını insanca yaşamaya layık gören ve bu saplantıya rağmen en üstün medeniyete sahip olmakla övünenlerin gezegenimizi ne hale getirdikleri hepimizin malumu. Beğenmedikleri ırklara ve inançlara sahip insanlara yaptıkları zulümlerle elde ettikleri konfor, elbette ki sona erecektir. 

Çünkü ahlak kuralları öcünü mutlaka almaktadır.

Tıpkı tarihin en ünlü fotoğrafını çeken ve bu sayede dünya çapında bir ün kazanan Kevin Carter gibi. 

1994 yılında Sudan’daki kıtlık sırasında çektiği ibret vesikası fotoğrafta, bir çocuk emekleyerek 1 km ötedeki Birleşmiş Milletler kampına sürünerek gitmeye çalışırken, arkasında duran akbaba, etsiz kemiklerini kemirebilmek için onun ölmesini beklemektedir. 

Artık klasikleşmiş bu fotoğrafı hatırlayanlar olacaktır mutlaka. 

Açlıktan bir deri bir kemik kalmış, siyah teni güneşten kavrulmuş, bir damla su ve bir dilim ekmek bulabilmek için kalan son kuvveti ile sürünmeye çalışan, başı öne eğik minik bir kız çocuğunun fotoğrafıdır bu. 

Carter, başarıya ve ödüle o kadar odaklanmıştır ki, bir kalbi olduğunu ve merhamet diye bir kavramın ödül almak için değil fakat insan olmak için olmazsa olmaz olduğunu unutmuştur.

Nitekim hedefine ulaşır ve istediği başarıyı elde eder. 

Bu fotoğraf, ona dünyanın en prestijli gazetecilik ödülü olan Pulitzer ödülünü kazandırır. Fakat kural yine değişmez ve ahlak kuralları öcünü çabuk alır. 

Gelen tepkiler üzerine yaptığı açıklamada, “yardım görevlisi değilim sadece fotoğrafçıyım. Üstelik bulaşıcı hastalıklar nedeni ile kimseye dokunmayın diye uyarılmıştık” diyerek kendisini savunan Kevin Carter, depresyona girerek o çocuğu o halde bırakmanın bedelini intihar ederek öder.

Fotoğraf da, ödül de muhteşemdir fakat ölüm şekli çok acıdır. Çünkü olaydan sadece 3 ay sonra çocukların oyun oynadığı bir yere park eder arabasını ve bahçe sulama hortumunun bir ucunu arabasının egzozuna gümüş fotoğraf bantlarını kullanarak bağlar, diğer ucunu da oturduğu yere uzatır. 

İntiharından 3 gün önce yakınlarına, “Kendimi normal insanlara yabancılaşmış hissediyorum. Objektif kapakları kapanıyor ve korkunç kan görüntüleri ile karanlık yerlere doğru geriliyorum” der.

O Sudanlı küçük kız çocuğunun vahşi bir şekilde ölüme terk edilişinin bedeli, Kevin Carter’ın intiharı ile ödenmiş görünüyordu.

Yine bir günah keçisi bulunmuş, yine her şeyin üstü örtülmüştü. 

Böylece Sudan’da petrol için iç savaş çıkartanları, ülkeyi bölen ve insanları açlığa mahkum edenleri her zamanki gibi, sorgulayan pek çıkmadı. 

Onlar sıranın kendilerine gelmeyeceğini düşünmüş olmalılar. Fakat ahlak kurallarının öcünü almadığı kimse olmamış tarihte. 

Pişman olup intihar etmeseler de ölüm onların da kapısını mutlaka çalıyor.

Ve dünya onlara da kalmıyor ve kalmayacak. 

Keşke bunu bilselerdi. (Geçtiğimiz hafta yayınlanan bir haber: ABD’nin ilk kadın dışişleri bakanı kanser tedavisi sonuç vermediği için vefat etti. “Irakta yarım milyon çocuk öldü ama buna değdi” demiş ve katliamla övünen kadın olarak tarihe geçmişti.)

Ahlak kurallarını hiçe sayan bir başarının sürdürülebilir olmadığı ve mutlaka o kişi ve kurumların eninde sonunda olumsuz sonuçlara maruz kaldığı, istisnası olmayan bir durumdur. 

Hiç emek harcamadan elde edilen kazanımların, hak edilmeden gelinen mevkilerin, haksız kazançların, başkalarının hakkı yenerek elde edilen başarıların kısa süre sonra buhar olup uçtuğuna dair tecrübelere hepimiz çevremizde az çok rastlamışızdır. 

Piyango milyarderlerinde bile olumlu sonuçlanan bir hikaye henüz vuku bulmamıştır. 

Hazıra dağlar dayanmaz çünkü. 

Ölüm hak miras helaldir. Fakat o konuda bile huzur ve mutlulukla dolu hikayeler istisnadır. Çünkü rahmetlilerin zamanında çalışarak kazandıkları, genellikle geride kalan ve hiçbir katkısı olmayan yakınları tarafından kavga edilerek bölüşülmektedir.

İş hayatında, üstlerine methiyeler düzüp, altındakilere eziyet eden çok başarılı yöneticiler, koltuklarına güç katan değil koltuklarından güç alan ve liyakat sorunu yaşayan sahte liderler ya da parayı ilk sıraya koyarak çalışmadan köşeyi dönmek isteyen ve en az 10.000 saat gerektiren bir ustalık-uzmanlık seviyesini birkaç ayda halledebileceğini sanan gençler, maalesef umduklarını bulamayacaklar.

Bulduklarını sananlar da iyi bilsinler ki, bu sürdürülebilir bir durum değil. 

Üstelik hak edilmemiş bir başarı, insanın aslında en çok ihtiyaç duyduğu şeyden, “huzur”dan insanı mahrum bırakır. Çünkü hak etmeden sahip olduğu şeyleri her an kaybedebileceği korkusu, insanda huzur bırakmaz.

Yazar Paulo Coelho’ nun başarı tanımı tam da bu durumu ifade etmektedir: “Başarı, her gece başımızı yastığımıza koyduğumuzda huzurla uyuyabilmektir.” 

Tolstoy’un uyarısını daha çok, “başarılı olmak” konusunda ele aldık. Aslında kendisi, bu uyarıyı ahlak kurallarının çiğnendiği her alan için yapıyor. 

Gerçekten de hem dünyada hem ülkemizde, adalette, siyasette, ticarette, doğada, gıdada, internette, ailede, okulda, sokakta, markette, her alanda, tarihte görülmemiş bir yangın, her gün biraz daha alevleniyor. 

İnternet ve sosyal medya çağında fazlasıyla çiğnediğimiz ahlak kuralları, intikamını bizden ziyadesi ile alıyor!

.

Hüseyin Burak Uçar, dikGAZETE.com

Anlamlı ve başarılı bir hayat için, öncelikle kendimizi çok iyi tanımamız gerektiğine, mutluluğun, yaşanılan olaylarla değil, bu olaylar karşısında gösterilen tavır ile ilgili olduğuna ve yenilikçi düşünmenin önemine sık sık değiniyorum.

Sık değindiğim diğer bir konu da, başarılı olmak için yapılacaklar listemizin, ahlaki değerlerimizle bütünlük arz etmesi gerektiğidir. 

Bu konuda Lev Nikolayeviç Tolstoy’un muhteşem bir uyarısı var: “Sakın ahlak kurallarını çiğnemeyin, çünkü öcünü çabuk alır.’

Bu sözü kanıtlayan yaşanmış o kadar çok örneğe rağmen halen gerekli dersleri almadığımızı, içinden geçtiğimiz şu günlerde yaşadıklarımız bize tekrar gösterdi. 

Şair ve felsefeci Buckminster Fuller şöyle diyor: “Dünya gezegeninin tek bir uzay gemisi ve yazgımızın da ortak olduğunu göremediğimiz sürece, onu daha fazla yürütmemiz mümkün görünmüyor. Çünkü o ya herkesin malı olacaktır ya da hiç kimsenin.”

Oysa sadece kendi ırkını insanca yaşamaya layık gören ve bu saplantıya rağmen en üstün medeniyete sahip olmakla övünenlerin gezegenimizi ne hale getirdikleri hepimizin malumu. Beğenmedikleri ırklara ve inançlara sahip insanlara yaptıkları zulümlerle elde ettikleri konfor, elbette ki sona erecektir. 

Çünkü ahlak kuralları öcünü mutlaka almaktadır.

Tıpkı tarihin en ünlü fotoğrafını çeken ve bu sayede dünya çapında bir ün kazanan Kevin Carter gibi. 

1994 yılında Sudan’daki kıtlık sırasında çektiği ibret vesikası fotoğrafta, bir çocuk emekleyerek 1 km ötedeki Birleşmiş Milletler kampına sürünerek gitmeye çalışırken, arkasında duran akbaba, etsiz kemiklerini kemirebilmek için onun ölmesini beklemektedir. 

Artık klasikleşmiş bu fotoğrafı hatırlayanlar olacaktır mutlaka. 

Açlıktan bir deri bir kemik kalmış, siyah teni güneşten kavrulmuş, bir damla su ve bir dilim ekmek bulabilmek için kalan son kuvveti ile sürünmeye çalışan, başı öne eğik minik bir kız çocuğunun fotoğrafıdır bu. 

Carter, başarıya ve ödüle o kadar odaklanmıştır ki, bir kalbi olduğunu ve merhamet diye bir kavramın ödül almak için değil fakat insan olmak için olmazsa olmaz olduğunu unutmuştur.

Nitekim hedefine ulaşır ve istediği başarıyı elde eder. 

Bu fotoğraf, ona dünyanın en prestijli gazetecilik ödülü olan Pulitzer ödülünü kazandırır. Fakat kural yine değişmez ve ahlak kuralları öcünü çabuk alır. 

Gelen tepkiler üzerine yaptığı açıklamada, “yardım görevlisi değilim sadece fotoğrafçıyım. Üstelik bulaşıcı hastalıklar nedeni ile kimseye dokunmayın diye uyarılmıştık” diyerek kendisini savunan Kevin Carter, depresyona girerek o çocuğu o halde bırakmanın bedelini intihar ederek öder.

Fotoğraf da, ödül de muhteşemdir fakat ölüm şekli çok acıdır. Çünkü olaydan sadece 3 ay sonra çocukların oyun oynadığı bir yere park eder arabasını ve bahçe sulama hortumunun bir ucunu arabasının egzozuna gümüş fotoğraf bantlarını kullanarak bağlar, diğer ucunu da oturduğu yere uzatır. 

İntiharından 3 gün önce yakınlarına, “Kendimi normal insanlara yabancılaşmış hissediyorum. Objektif kapakları kapanıyor ve korkunç kan görüntüleri ile karanlık yerlere doğru geriliyorum” der.

O Sudanlı küçük kız çocuğunun vahşi bir şekilde ölüme terk edilişinin bedeli, Kevin Carter’ın intiharı ile ödenmiş görünüyordu.

Yine bir günah keçisi bulunmuş, yine her şeyin üstü örtülmüştü. 

Böylece Sudan’da petrol için iç savaş çıkartanları, ülkeyi bölen ve insanları açlığa mahkum edenleri her zamanki gibi, sorgulayan pek çıkmadı. 

Onlar sıranın kendilerine gelmeyeceğini düşünmüş olmalılar. Fakat ahlak kurallarının öcünü almadığı kimse olmamış tarihte. 

Pişman olup intihar etmeseler de ölüm onların da kapısını mutlaka çalıyor.

Ve dünya onlara da kalmıyor ve kalmayacak. 

Keşke bunu bilselerdi. (Geçtiğimiz hafta yayınlanan bir haber: ABD’nin ilk kadın dışişleri bakanı kanser tedavisi sonuç vermediği için vefat etti. “Irakta yarım milyon çocuk öldü ama buna değdi” demiş ve katliamla övünen kadın olarak tarihe geçmişti.)

Ahlak kurallarını hiçe sayan bir başarının sürdürülebilir olmadığı ve mutlaka o kişi ve kurumların eninde sonunda olumsuz sonuçlara maruz kaldığı, istisnası olmayan bir durumdur. 

Hiç emek harcamadan elde edilen kazanımların, hak edilmeden gelinen mevkilerin, haksız kazançların, başkalarının hakkı yenerek elde edilen başarıların kısa süre sonra buhar olup uçtuğuna dair tecrübelere hepimiz çevremizde az çok rastlamışızdır. 

Piyango milyarderlerinde bile olumlu sonuçlanan bir hikaye henüz vuku bulmamıştır. 

Hazıra dağlar dayanmaz çünkü. 

Ölüm hak miras helaldir. Fakat o konuda bile huzur ve mutlulukla dolu hikayeler istisnadır. Çünkü rahmetlilerin zamanında çalışarak kazandıkları, genellikle geride kalan ve hiçbir katkısı olmayan yakınları tarafından kavga edilerek bölüşülmektedir.

İş hayatında, üstlerine methiyeler düzüp, altındakilere eziyet eden çok başarılı yöneticiler, koltuklarına güç katan değil koltuklarından güç alan ve liyakat sorunu yaşayan sahte liderler ya da parayı ilk sıraya koyarak çalışmadan köşeyi dönmek isteyen ve en az 10.000 saat gerektiren bir ustalık-uzmanlık seviyesini birkaç ayda halledebileceğini sanan gençler, maalesef umduklarını bulamayacaklar.

Bulduklarını sananlar da iyi bilsinler ki, bu sürdürülebilir bir durum değil. 

Üstelik hak edilmemiş bir başarı, insanın aslında en çok ihtiyaç duyduğu şeyden, “huzur”dan insanı mahrum bırakır. Çünkü hak etmeden sahip olduğu şeyleri her an kaybedebileceği korkusu, insanda huzur bırakmaz.

Yazar Paulo Coelho’ nun başarı tanımı tam da bu durumu ifade etmektedir: “Başarı, her gece başımızı yastığımıza koyduğumuzda huzurla uyuyabilmektir.” 

Tolstoy’un uyarısını daha çok, “başarılı olmak” konusunda ele aldık. Aslında kendisi, bu uyarıyı ahlak kurallarının çiğnendiği her alan için yapıyor. 

Gerçekten de hem dünyada hem ülkemizde, adalette, siyasette, ticarette, doğada, gıdada, internette, ailede, okulda, sokakta, markette, her alanda, tarihte görülmemiş bir yangın, her gün biraz daha alevleniyor. 

İnternet ve sosyal medya çağında fazlasıyla çiğnediğimiz ahlak kuralları, intikamını bizden ziyadesi ile alıyor!

.

Hüseyin Burak Uçar, dikGAZETE.com