“Beyaz Zambaklar” Eğitim ve biz -Bölüm 2-

“Beyaz Zambaklar” Eğitim ve biz -Bölüm 2-

Güney Afrika’da bir üniversite girişinde yazılan yazı: Bir ülkeyi yok etmek için atom bombası veya uzun menzilli füzelere ihtiyaç yoktur! Sadece eğitim kalitesini düşürmek ve imtihanlarda kopya çekilmesine izin vermek yeterlidir.

- Hastalar, doktorların ellerinde ölür.

- Binalar, mühendislerin ellerinde çöker.

- Para, ekonomistlerin elinde kaybolur.

- İnsanlık, din adamlarının elinde ölür.

- Adalet, hâkimlerin elinde kaybolur. 

DÜNYAMIZ :

Havanın, suyun, toprağın kirlenmesi, mevsimlerin değişmesi, sağlık ve endüstriyel ilaç terörünün artması, beslenmemize varıncaya kadar sahte ürünlerin ortaya çıkması, tohumlar, silahlar, ilaçlar ve genler üzerindeki entrikalar, dünyamızı yaşanmaz hale sokmuştur. Küreselleşme ise açlıktan ölenlerle, zayıflamak için para verenlerin sayısını artırmaktan öte bir işe yaramamıştır!..

Doktorların kimyasal ilaç simsarlığına zorlandığı, koruyucu hekimliğin, fitoterapi ve homeopati yöntemlerinin rafa kaldırıldığı bir dünyada yaşıyoruz...

Ya semptomları baskılıyoruz ya da hastaları ömür boyu ilaç kullanmaya mahkûm ediyoruz...

Hastalığın gerçek sebeplerini halının altına süpürülmesi, hastalığı kaldırmıyor; sadece ilaçlarla rahatsızlıkları geleceğe erteliyoruz. İnsanlığın sağlığı da istikbali de paraya susamış küresel tekelci çetelerinin elinde hiç umut vermiyor.  

EĞİTİM – EĞİTİM – EĞİTİM

Türkiye, suç oranı en düşük 136 ülke arasında 116.sırada...

Ülkemizdeki hapishaneleri çoğaltmak yerine, suçları önleyecek sosyoekonomik tedbirlerin acilen alınması lazım...

Suç bir sonuçtur, suçun sebeplerini kaldırdığımızda ortada suç diye bir şey kalmaz; hapishanelere de lüzum kalmaz... 

Geçenlerde televizyonlarda yayınlanan bir haber herkesi şaşırttı: 112 “Acil Servis” telefonunu arayanların yüzde 90’ı asılsız ihbar yapıyor... Bu yüzden geride kalan yüzde 10, acil sağlık sorunları için arayanların engellendiği ya da gecikmeli müdahaleden dolayı insanlarımızı kaybettiğimiz ortaya çıkıyor.

Bu suçu, tabii ki sadece devlete yüklemek doğru değil. 

Yasak olduğu halde, insanların hastane kapılarında, duraklarda sigara içip, izmaritlerini yerlere attığı bir toplumdan bahsediyoruz. 

Araba kullanan şoförlerin, engellilerin haklarını hiçe saydığı, kul hakkı yemenin zirve yaptığı bir toplumda medeniyet anlayışından bahsetmek, pek de kolay görünmüyor... 

Bu tür sorumsuz insanların arttığı, yalanın yaygınlaştığı saygıdan uzak bir toplumda, kaliteli bir eğitimin ne kadar elzem olduğunu artık anlamak zorundayız...

Ülkemizde medeniyetten yoksun, yobaz ve saygısız insanların türemesi, toplum hayatını ciddi olarak tehdit ediyor... 

Yayaların dikkate alınmaması, kaldırımların esnaflar tarafından işgal edilmesi, düğünlerde ve caddelerde sorumsuzca silahların atıldığı bir toplumda, kanun veya ahlak kurallarının önemsenmediği, otoritenin çaresizliğini ve adaletin güven vermediği bir ortamı hep birlikte yaşıyoruz.

Ülkemizin her tarafında devasa tüneller ve duble yollar yapılmasına rağmen, araba kazalarının azımsanmayacak kadar yüksek olması, drift ve makas yaparak, trafiğin tehlikeye sokulması, egzozlarıyla gürültü kirliliği yaparak, insanların rahatsız edilmesi, gece yarısı davul çalınması, ışık veya havayı fişeklerle insanlara, kuşlara ve diğer canlılara zarar verilmesi, havaya mermi sıkarak, düşen yorgun mermilerle insanların öldürülmesi, yaya geçitlerinde yayalara öncelik tanınmaması, şehir içinde bile hız kesmeden dolaşan sorumsuz şoförlerin olduğu bir ülkenin sıkıntılarını hep birlikte yaşıyoruz.

Sosyal sorumluluktan uzaklaşan insanların, sigara içerek kendine ve çevresine zarar vermesini önlemekte zorluk çekiyoruz…

40 yaşından sonra sigara tiryakilerin yoğun olarak hastaneleri meşgul etmesi sonucu, sağlık hizmeti alacak masum insanların randevu isteklerini engelliyoruz; kul hakkına giriyoruz.

Materyalist sistemin oluşturduğu nikâh salonlarında, kendi ailesini görüntüsünü bile çekmeyi yasaklayan, resmi ve özel kurumların oluşturduğu bir ülkede “İnsan Hakları’ndan” bahsetmenin anlamsız bir çaba olduğunu görüyoruz... 

İnsan Hakları’nın olmadığı bir ülkede “İnsan Hakları Günü” yaparak ve de retorik bir anlayışla abartılı laflar ederek, tribünleri tatmin etmekten de riyadan da geri kalmıyoruz.

Daha fazla para kazanabilmek için toplu taşıma araçlarının koltuklarını sökerek, mezbaha arabası gibi insanların kancalara asıldığı, dengesiz bir şehirleşmenin kurbanları olmaktayız. 

Günümüzde WC’nin ve mezarlıkların dahi ticarî hale geldiği, yeşilin giderek yok olduğu, trafik sarmalıyla bunalıma sokulmuş, betonlaşan şehirlere mahkûm edilmiş insanların çaresizliğini yaşıyoruz. 

Liyakatsiz insanların üst makamları sorumsuzca işgal ettiği, yöneticilerin halkla ilişkilerinin koptuğu, ahlak ve disiplinsizliğin, faziletin, fedakârlığın, empatinin, merhametin, yardımseverliğin, hoşgörünün, sorumluluğun yerini, kaosun, serkeşliğin, umursamazlığın, sorumsuzluğun, bencilliğin, düzenbazlığın, zalimliğin, sömürünün, acımasızlığın, ahlaksızlığın, hırsızlığın, rüşvetin, sahtekârlığın, boşanmaların, şiddetin, adaletsizliğin yer aldığı bir ortamı hep birlikte yaşıyoruz.  Kısacası sosyoekonomik ve sosyokültürel hayatımız risk altında...

İşte bütün bu olumsuzlukların temelindeki eksikliğin en önemli sebebi, kaliteli bir eğitimden yoksun oluşumuzdur. 

GENÇLERİMİZ VE EĞİTİM

Bir genç, senelerce okuyup hayatında kendine somut bir fayda sağlayamıyorsa, ülkemizin sosyoekonomik ve kültürel hayatına katkıda bulunamıyorsa, en kötüsü, “ülkesini sevmiyorsa” eğitim sitemindeki aksaklıkları iyi analiz etmek zorundayız...

Yabancı ülkeleri tercih eden zeki gençlerimizin beyin göçünü bir an önce önlemeliyiz. Kimlik bunalımı yaşayan, istikbale umutsuz bakan, dejenerasyona zorlanmış bu gençlere sahip çıkılması için, devletimizin sosyokültürel yatırımlarını artırması ve de gelişmeleri dikkatle takip etmesi gerekiyor.  

TAKLİTCİLİKTEN KURTULMALIYIZ (KENDİN OL!)

Finlandiya Eğitim Modeli’nde, birinci sırada önemsenen “kendin ol” sloganıdır…

Biz de çocuklarımızın içindeki var olan özellikleri ortaya çıkararak, çocuklarımızın ülkemize ve kendisine faydalı olmasını sağlayabiliriz. 

Ne yazık ki toplumumuz, sosyal medya ya da televizyonda gördüklerinin etkisinde hareket ediyor. 

Telefonda konuşmada ve televizyon seyretmede dünyada en önde giden ülkelerden biriyiz. Aynı zamanda kitap okumada, dünyada 86. Sıradayız... Ne yazık ki gençlerimiz de kitap okumuyor; gençlerimiz de -bizim gibi- bu yozlaşmadan payını alıyor...

Gençlerimiz, kendisi olmak şöyle dursun, başkalarını taklit ederken kendine olan öz güvenini de yeteneklerini de kaybediyor... 

Gençler, meslek sahibi olmak için de ciddi bir çaba göstermiyor. Sonuç olarak, meşhur olmak ve çabuk para kazanmak gibi istisnayı bir hayat peşinde koşuyor ve de hayal kırıklığına uğruyor... 

Hazıra konmanın bir faturası olacağını hesap etmiyor ya da edemiyor. Çünkü hayat, ona hedeflediği, hayal ettiği imkânları kolay vermiyor...

Kimlik bunalımı yaşayan kendisi olmayı beceremeyen gençler, başkalarını taklit etmede inanılmaz bir yarış içinde. 

Gençlerimiz, meşhur, popüler olmuş insanların davranışlarını birebir almaya çalışıyor. Mesela, televizyonda saçını uzatmış ve topuz yapmış birini hiç düşünmeden hemen taklit edebiliyor. Küpe takan meşhur erkekleri bile taklit ediyor... 

Dahası, İngilizce olarak ne yazıldığını bile bilmediği tişörtleri de giyebiliyor.

Aslında gençler, davranışlarını, zevklerini, renkleri kendisi seçmiyor, ayak şekline uymayan, sağlıksız sivri burun ayakkabılar da kendisinin bir icadı değil. 

Kısacası toplum mühendisleri sayılan modacılar, neyi önermiş ve layık görmüşse hemen ve düşünmeden o kalıba talip olan gençlerin “kendisi olması” çok zor görünüyor... Hiçbir rasyonel mantığı olmayan, yırtık pantolonları bile düşünmeden giyen bir gençliğe “kendisi olması” için önerimiz ne olabilir ki (?!)

Kaliteli bir eğitim alamayan, rasyonel düşünceden uzak bu gençler, kaliteden yoksun, sorumsuz sanatkârların veya popüler insanların rol modelliğinin kurbanları oluyorlar. 

Sorumsuz televizyonlar ve sosyal medya maalesef örnek alınacak başarılı insanları yeterince topluma tanıtmıyor. Ne yazık ki kitap okumayan ve yeterince eğitilememiş gençlerimiz, kitle iletişim kanallarının yanlışlarını ayırt edecek kabiliyetten de yoksun kalıyor. 

Sosyal medyada bile bu gençlerimizin seviyesiz paylaşımlarına şahit oluyoruz. Amerikan Psikologlar Derneği (APA) Sosyal medyada sürekli olarak kendi fotoğrafını, yediklerini içtiklerini, gezdiklerini paylaşanları “psikolojik bir hasta” olduğunu belirtiyor... 

Bu ruhsal rahatsızlığın sebeplerini ise: Üstünlük duygusu, sempati noksanlığı, kendini özel zannetme, beğenilme ihtiyacı ve hayranlık beklentisi olarak açıklanıyor. 

Kendine özgü kararlar alamayan, doğruları araştırmaya zaman ayıramayan gençlerimizin kimlik bunalımının baskısından kurtulabilmesi, ancak kendi potansiyelini ortaya çıkarması ve başkalarını taklit etmesini bırakmasıyla mümkün olabilir. 

Kendin ol” sloganı, gençler için çok önemli. 

Bir genç,  kendisi olmadan başkalarını taklit etmeden kurtulamaz; aynı zamanda kendi yeteneklerini, tarzını, karakterini ve üretkenliğini ortaya koyamaz…

Finlandiya eğitim modelinin okullarda ilk öğrettiği ve uyguladığı slogan ”kendin ol”...  

Küçücük Finlandiya devleti,  bu eğitim yöntemiyle işe başlamış ve sonunda başarabilmiş bir ülke olmuştur.

Eğitimimiz, “yaptırarak öğretmek ve yaparak öğrenmeye” dayalı olmalı.

Sorumluluk sahibi fertlerin yetişmesi için merak, tutku, azim, sebat, sabır ve disiplini elden bırakmamalıyız. Eğitimde başarılı olmak için okullarımızda etik ve sorumluluk derslerinin de verilmesi şarttır. 

Gençlerimizin sahip olduğu yetenekleri ortaya çıkarmadan eğitim yapmak, sabun kalıbı döker gibi, aynı özellikte robotlar üretmekten farksız olacaktır. Günümüze kadar sürdürmüş olduğumuz “tek tip insan” yetiştirme eğitim modelini bırakmalıyız…

Ayrıca Hakkâri’yle İstanbul arasındaki eğitim uygulamalarında kalite farkı olmamalı!.. 

Ülkemiz insanlarının potansiyel özelliklerini ortaya çıkarabilmek, ülke sathına aynı kalitede eğitimi yaymakla mümkün olacaktır.

Türkiye, nüfus olarak da kara parçası olarak da iklim kuşağı olarak da aile yapısı olarak da avantajlı bir ülke... 

Kısa zamanda iyi bir eğitimle hedefine ulaşacağından kimsenin şüphesi olmamalı. Bu avantajlara sahip olamayan birçok ülke, ne yazık ki bizi eğitimde de teknolojide de ekonomide de geçmiştir. 

Daha 1950’lerde kurtarmaya gittiğimiz ve de 1953’te savaştan çıktığında açlıkla, yoksullukla boğuşan Güney Kore’nin bugün, kişi başına milli geliri 31,363 bin doların üzerindedir. 

ULUSLARARASI PISA sonuçlarına göre Güney Kore 9’uncu sırada yer alıyor…

Türkiye ise 72 ülke arasında 54’üncü sırada... Bu tabloya bakıldığında Kore’nin ekonomisinin oluşmasına eğitim sisteminin birinci derecede rol oynadığı anlaşılıyor!..

TÜRKİYE’DEKİ EĞİTİM VE HAYAT PRATİĞİ

Hayatın gerektirdiği ihtiyaçlara cevap veremeyen hiçbir eğitim, insanlığa olumlu bir katkı sağlayamaz... 

Finlandiya, kaliteli bir eğitimle teknolojisini ve ekonomisini geliştirdiği gibi, saygıya dayalı dürüst bir topluma da sahip olmuştur.

Finlandiya, aynı zamanda eşcinsel evliliğin kanunlaştığı bir ülkedir... Finlandiya’nın boşanma ve intiharlar vakalarında dünyada ilk sıralara oturması ise eğitimle ilgili değil, tamamen manevi eksiklikten kaynaklanmaktadır. 

Yani Finlandiya, eğitimle gelişmesini sağlamış, ancak maneviyat ve din eksikliği yüzünden insanlarını mutlu etmeyi başaramamıştır. 

Zaten Avrupa ve Amerikan toplumundaki dinî anlayış, devlet politikasına manevi destekten öteye geçememiştir. Batı Avrupa toplumun yüzde 27,5'i herhangi bir dine inanmıyor. 

Günümüzdeki Hristiyanlık ritüelleri ise günah çıkarma, yemek duası, evlenme, vaftiz ve Noel bayramıyla sınırlı kalmaktadır. 

Maneviyattan uzak toplumlar, din etkisinin yetersizliği, doğaya aykırı teknoloji üretimi ve şehir hayatının olumsuzlukları sebebiyle psikolojik sorunlarını çözmede sıkıntı yaşıyorlar. 

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), dünyada her 40 saniyede bir intiharın, her 3 saniyede ise bir intihar girişiminin gerçekleştiğini ve son 45 yılda intiharların yüzde 60 civarında arttığını bildirmektedir. 

DSÖ’ye göre, tüm önlemlere rağmen dünyada yılda 800 bin kişi intihar nedeniyle hayatını yitiriyor. 

Ülkemizde ise Finlandiya’da olduğu gibi maneviyat çöküntüsünün getirdiği olumsuzluklar şimdilik daha az görülüyor. Ancak 30-40 sene arayla Avrupa’yı takip eden, Avrupa’ya benzemeye çalışan ülkemizde, giderek aynı olumsuzlukların görmek tabii ki üzücü…

Şayet manevi boşluklar doldurulmazsa bu olumsuzlukları ciddi şekilde yaşamamız pek de sürpriz olmayacaktır. 

Manevi boşluklar ise “hafızlık protokolü ve ya kültürel din anlayışıyla” çözülemez!.. 

Yapılacak manevi çalışmalar, çok kapsamlı etik ve sorumluluk dersleriyle birlikte, Kur’an ile bilimi buluşturacak, aklı ve felsefeyi önceleyen yeni bir paradigmayla çözülebilir. 

OKULLARIMIZ VE İŞ İMKANLARI:

Ülkemizde hayatı tanıyamayan, mesleği olmayan ve de iş bulamayan lise mezunu bir talebe ordusu mevcut. 

Bu hiçbir iş bilmeyen insanlarımızın sayısı, öyle azımsanacak gibi de değil. Lise mezununun iş bulma şansı da sıradan bir işçi kadar; çünkü ne bir mesleği eğitime sahip, ne de bir tecrübeye sahip... 

Her şehre üniversite açılması da eğitime çok fazla katkı sağlayamıyor. 

Öğretmen ve donanım açısından zayıf olan üniversiteler de liseler gibi yetersiz kalmıştır... 

Bu sebepten dolayı, talebelerimizin üniversiteyi bitirerek, sadece diploma sahibi olmaları da işsizler ordusuna katılmalarını engelleyemiyor.

TÜİK’in açıkladığı verilere göre, Türkiye’de 4 milyon 253 bin kişi işsiz. Yani işsizlik oranı yüzde 14’leri bulmuş.

Gençler, iş seçerken eğitimine uygun işleri tercih ediyor.

Haklı olarak, üniversiteden mezun olmak için harcadıkları emeğin ve zamanın karşılığında sosyoekonomik olarak alabilecek, rahat bir iş talep ediyorlar. Ancak gençlerin aldıkları eğitimin kalitesi, işverenin taleplerini karşılamıyor. 

Eğitim seviyesinin düşmesi yanında, üniversitelerin sayısının artması da iş bulmada bir dezavantaj olarak karşımıza çıkıyor.  

TÜRKİYE’DE ÖĞRENCİ SAYISI: 

ilköğretim ve ortaöğretim düzeyinde toplam 18 milyon 108 bin 860 öğrenci bulunuyor.

Yükseköğretim kurumlarında öğrenim gören 7 milyon 560 bin öğrenci mevcut... 

Türkiye'de toplam 25 milyon 309 bin 876 öğrenci bulunuyor. 

Dünyanın en genç nüfuslarından biri olan Türkiye'de öğrenci nüfusu 143 ülkenin nüfusunu geride bırakmıştır. 

EĞİTİM ➔ BİLİM ➔ TEKNOLOJİ ➔ EKONOMİ ➔ KALKINMA VE MİLLİ GELİR

Kalkınmanın formülü, herkes tarafından açıkça bilinen basit bir formül... Eğitim,  bilimi; bilim de teknolojiyi ve ekonomiyi beslemektedir. 

“Neden, niçin, nasıl…” sorularını sorduğumuzda,  karşımıza yukarıda oklarla yönlendirilen formül çıkıyor:  Eğitim➔ bilim ➔ teknoloji ➔ ekonomi➔kalkınma ve milli gelir... 

Şurası bir gerçek ki yeraltı ve yerüstü kaynakları olan ülkeler bile eğitime gereken önemi verememişse bir gün duvara toslayacaktır... 

ABD'li teknoloji devleri olan Apple, Amazon, Facebook ve Google gibi firmalar, tamamen eğitim, bilim ve teknolojiyi kullanarak yaklaşık 1 trilyon dolar piyasa değeri için aralarında yarışıyorlar...

Piyasa değerlerini gün geçtikçe artıran bu firmalar, yerüstü veya yer altı zenginlikleriyle değil, sırf eğitimle yakaladıkları bilim üzerinden bu seviyeye ulaşmışlar... Bu da eğitimin ekonomideki önemini açıkça bizlere göstermektedir.

Dikkat edilirse petrol ve diğer yerüstü ve yeraltı kaynakları olmayan ülkelerin ekonomide ilerlemesi,  eğitime bağlı olarak gelişmektedir. 

Singapur’da ortalama kişi başı yıllık gelir: 85.000 dolar. 

Finlandiya’nın ise: 49. 960 dolar... 

Güney Kore’nin milli geliri: 31. 852 dolar.

Türkiye’de ise milli gelir, 2019 senesine göre 10.00 doların altına düşmüştür…

Singapur, Finlandiya ve Kore gibi ülkelerin eğitimleri de dünya da ilk sıralarda kabul edilmektedir... 

Dünyada örnek gösterilen bu ülkeler, aynı zamanda doğal kaynaklardan yoksun ülkelerdir...

Felsefede “Neden” sorusu, olayı belirtiyor; “niçin” sorusu ise amacı belirtiyor. 

Bunların cevabını yukarıdaki formülle aldık; geriye “nasıl” sorusu kalıyor.

Yani “yöntem” ne olmalı?

Yöntemi de birçok ülkede açıkça uygulanan eğitim başarılarıyla tayin edebiliyoruz... 

Demek ki geriye bu eğitimi okullarımızda uygulatacak kabiliyete sahip, cesur vizyon sahibi siyasiler kalıyor... 

Amerika’yı her seferinde yeniden keşfetmenin bir anlamı yok; karar organlarının kaliteli bir eğitim projesini seçmesi ve uygulaması bu kadar zor olmamalı!.. 

ÖĞRETMENLERİMİZ YETERLİ Mİ?

Öğretmenlerimizin sayısını artırmak, eğitimimize çok bir katkı sağlamıyor; öğretmenlerimizin niteliğini artırmalıyız... 

Ne yazık ki öğretmenlerimizin yüzde 80’i yetersiz ve idealistlikten çok uzak…

Üstelik çoğu sigara içerek talebelere kötü örnek oluyor. 

Öğretmenlik yaptığım okullarda öğretmenlerin davranışlarına ve konuşmalarına şahit oldum. 

O yıllarda, sigara dumanı içindeki öğretmen odasında konuşulan konular, okula ve talebelere katkı sağlayacak konular olmaktan çok uzaktı...

Ben şahsen okulda, kültürel çalışmaya yönelik bir sohbete hiç rastlamadım. 

Bir defasında bir öğretmenin evinde toplantı yaptık ve hayal kırıklığına uğradım.

Ben toplantının kültürel veya talebelere yönelik olacağı beklentisi içindeydim; (konuyu anlamamışım ☺) oysa konu, kitap ve kırtasiye malzemelerini satacak ortak bir dükkanın açılmasıydı!.. 

Ben de “Biz tüccar değiliz” diyerek karşı konuşmamı yapıp, toplantıyı terk ettim.

CNN programcısı Cem Seymen, Türkiye’nin köklü üniversitelerinin birinde konferans verdikten sonra talebelere soruyor: Bana sevdiğiniz, gurur duyacağınız, tutkuyla, coşkuyla derslerini takip ettiğiniz saygıdeğer bir hocanızın adını verin, onu ben Türkiye’ye tanıtayım; insanlarımız bilsin, örnek alsın istiyorum” diyor.

Sınıfta ses yok. 

Biraz daha ısrar edince, hanım talebelerden biri: Sayın Cem Bey, ben uluslararası ilişkiler okuyorum, dördüncü sınıftayım ve dört yıldır hiç bir hocanın yüzünü dahi görmedim, biz asistanlardan ders alıyoruz diyor.

Kendi çocuklarına güvenmeyen ve umursamayan, kendi mesleğine ihanet eden hocaların ülkesi olmaktan bir an önce kurtulmak zorundayız. 

Hocalarımızın öncelikle talebeye ve derse karşı ilgisiz ve yetersiz olmasının önüne geçilmesi gerekir...

Çocukların duygularına, kalbine, kafasına dokunamayan hocaların kesinlikle mesleklerini değiştirmeleri lazım... Ayrıca bütün hocaların bilgisayarı iyi kullanması şarttır...

Bir üniversitede “Powerpoint” ile sunum yapmıştım.

Diğer öğretim üyelerinin birçoğunun "Word" ile sunumlarını gerçekleştirmesine karşı tepki gösterdim ve ek olarak kürsüde bir uyarı konuşması yapmak için izin aldım.

Yönetmenlik mesleğine sahip olmam ve reklam işleri yapmamın verdiği uzmanlıkla, her hocamızın "Powerpoint" kullanmasının zorunlu olduğunu söyledim...

Sonra da grafiklerin, simgelerin, resimlerin, renklerin, yazıların, karakterlerin tasarımlarımızda nasıl etkili olması gerektiğini izah ettim. Doğrusu hocalarımızdan tepki beklerken, takdir almam beni de şaşırtmıştı.

EĞİTİMİMİZDE ÖNCE KADİM TÜRKÇE KELİMELER, TDK’NİN BALTASINDAN KURTARILMALI

Dünyada İlköğretimde okutulan kitapların kelime sayıları : 

ABD: 71.681

Almanya: 70.400

Japonya: 44.224

İtalya: 31.762

Fransa: 30.193

Arabistan: 13.579

Türkiye: 7.260

Dikkat edilirse, bu ülkeler içinde en az kelime sayısı Türkiye’de var.

Kelimeler, düşünmeyi ve de beyni geliştiren bir fonksiyona sahiptir... Ne kadar kelime sayısı artırılırsa eğitimde de randıman o kadar artar.

TDK’nin 1932 senesinde başlayan “dili değiştirme ve kelime tasfiyeciliği” ne yazık ki günümüze kadar sürmüş ve sürmektedir...

Dilimizin fakirleşmesi için yapılan bu dil bilimine aykırı hareket sonucu, gençlerimiz kendini ifade edecek kelimelerden yoksun kalmıştır...

Osmanlı zamanında dahi konuşma dilinde 3-4 bin kelimeye kadar çıkan Türkçemiz, maalesef TDK’nin gayretiyle günümüzde 200-300 kelimeye kadar düşürülmüştür.

Çocuklarımız, artık kendilerini ifade edecek kelimelerden yoksun... Yazı dilinde ise yaklaşık 50 bin kelime TDK tarafından çöpe atılmıştır.

Günümüzdeki Türkçe sözlük, 120 bin kelime; madde başı olarak alındığında 70 bin kelimeye sahibiz...   Bu sözlükle, felsefe, bilim, edebiyat, sanat yapılması söz konusu değildir...

Ne yazık ki yapılanlar da kaliteden yoksun kalmaktadır...

Bu yüzden tezler, İngilizce isteniyor!..

İngilizce ise 650 bin kelimeyi aşmış bir dünya dili olmuştur.

Dil bilimini iyi kullanan İngilizler, dünyanın en uyanık ve en tecrübeye sahip olan ülkesi olarak, bütün “yabancı kökenli” kelimeleri kendi bünyesine almıştır...

İngilizce'nin yüzde yetmiş beşinin yabancı kökenli kelimelerden olması, dili bozmamıştır; aynı zamanda güçlendirmiştir. Çünkü İngilizler, bir dilin yabancı kökenli kelimelerle bozulmayacağını biliyorlardı... Dil biliminde kelime almak, dili bozmadığı gibi, aynı zamanda dünyayla entegrasyonuna sağlamaktadır. Bir lisan, ancak sentaksla bozulabilir.

Değiştirilen kelimeler yüzünden 1500 yıllık tarihi birikimimizden faydalanamıyoruz...

Hatta 50 sene önceki kitaplarımızı bile gençlerimiz okuyamaz hale geldi...

Safahat” kitabının bile, yeniden tercüme edilerek yazılması düşündürücü...

Bu gidişle bugün yazılan kitaplarımız da kelime değiştirme sebebiyle, 20-30 sene sonra okunamayacak demektir.

TDK, şimdilerde ise “cevap” kelimesini çöpe atmak için azami gayret sarf ediyor... Onun yerine “yanıt” diye yeni bir kelime icat etmiş...

Olanak, olasılık, koşul, anımsamak gibi kelimeler, dilimize sokularak, binlerce yıl kullandığımız mevcut kelimelerimiz maalesef çöpe atılmıştır.

Kadim dilimiz hem değiştirilmiş hem de zayıflamıştır... Tarihimiz ve kültürümüze ihanet edilmesine rağmen, muhafazakâr iktidarlar da yeteneksiz münevverlerimiz de dil değişimine katkı sağlamış ve kendileri de bu uyduruk kelimeleri yaygınlaştırmada başrol üstlenmişlerdir.

Kelimeleri sürekli değiştirilen bir dile, büyük kalıcı eserler hiçbir zaman emanet edilemez... Tarih ve kültürümüzü katleden TDK’nin hala faaliyetlerinin muhafazakâr bir hükümet tarafından desteklenmesi ise bir gaflettir...

Yapılacak iş: TDK’nin kaybettirdiği (çöpe attığı) kadim kelimeleri, yeniden ihya ederek dilimize tekrar kazandırmalıyız. Ayrıca tasfiyeciliğe son verilerek, dil değişikliğini ve dilimizin fakirleşmesini önlemeliyiz.  

KÖY ENSTİTÜLERİ ve FİNLANDİYA EĞİTİMİ

Aslında 1937’lerde başlatılan Köy Enstitüleri öğretmen yetiştirmede çok isabetli bir model olmuştur. Birçok açıdan Finlandiya eğitimini aratmayacak bu model, ne yazık ki çeşitli politik sebeplerden dolayı rafa kaldırılmıştır.  

Hayat pratiğine uygun bu başarılı eğitimi, biz Köy Enstitülerinde 1937’lerden itibaren zaten uygulamış bir ülkeyiz.

Köy enstitüsünü bitiren bir öğretmen, sadece bir ilkokul öğretmeni olmuyor, aynı zamanda ziraatçı, sağlıkçı, duvarcı, demirci, terzi, balıkçı, arıcı ve marangoz oluyordu. Konuları da uygulamalı olarak öğreniyorlardı.

Enstitülerin hepsinin kendisine ait tarım arazileri, atölyeleri vardı. Yetişmiş donanımlı öğretmenler, Köylülere hem modern tarım tekniklerini hem de okuma yazmayı, hatta müzik aletleri çalmayı öğretiyorlardı.

Bu bakımlardan köy enstitüleri "YAPARAK ÖĞRENİM" konusunda -hayatla barışık- dünyada benzeri görülmemiş bir örnek oluşturmuş, birçok akademik inceleme ve araştırmalara da örnek olmuştur.

Kapatıldığı 1954 yılına kadar Köy enstitülerinde toplam 17.251 köy öğretmeni yetişmiştir. Köy enstitüleriyle ilgili, komünizm ve dinsizlik iddiaları bir tarafa bırakılırsa,  bu okulların sistem olarak yararlı, amaca uygun ve gerçekçi bir projenin ürünü olduğu ortaya çıkmaktadır.  

SONUÇ : 

Bilgiye ulaşmak artık eskisinden çok daha kolay. Bilgiyi hatırlamak değil, geliştirmek zorundayız... Bunun için yeni buluşlara ve inovasyon çalışmalarına kesinlikle ağırlık vermeliyiz...

Büyük okullar yerine, küçük ve kaliteli okullar oluşturulmalıyız. Talebelere tablet ve laptop dağıtılmalı; bilgisayar ve programları da ders olarak öğretilmeli. 

Singapur, Japon, Kore, Finlandiya sisteminin bire bir uygulanması da şart değildir. Zaten bu uygulamalı eğitim sistemleri arasında bile bazı farklılıklar mevcuttur...

Bu ülkelerin eğitimdeki -en önemli- ortak noktalarını dikkatli incelemeliyiz...

Ortak noktalar:

1- Talebenin potansiyel özelliklerinin (yetenekleri) önünü açacak uygulamalar yapılmalı. 

2- Yaptırarak öğretme ve yaparak öğrenme metodu uygulanmalı. 

3- Derslerde, gerçek hayatta işimize yarayacak konu ve bilgilere ağırlık verilmeli. 

(Her ülke, eğitim yöntemine bu üç önemli özelliği mutlaka eklemelidir.)

.

Raşit Anaral, dikGAZETE.com

Güney Afrika’da bir üniversite girişinde yazılan yazı: Bir ülkeyi yok etmek için atom bombası veya uzun menzilli füzelere ihtiyaç yoktur! Sadece eğitim kalitesini düşürmek ve imtihanlarda kopya çekilmesine izin vermek yeterlidir.

- Hastalar, doktorların ellerinde ölür.

- Binalar, mühendislerin ellerinde çöker.

- Para, ekonomistlerin elinde kaybolur.

- İnsanlık, din adamlarının elinde ölür.

- Adalet, hâkimlerin elinde kaybolur. 

DÜNYAMIZ :

Havanın, suyun, toprağın kirlenmesi, mevsimlerin değişmesi, sağlık ve endüstriyel ilaç terörünün artması, beslenmemize varıncaya kadar sahte ürünlerin ortaya çıkması, tohumlar, silahlar, ilaçlar ve genler üzerindeki entrikalar, dünyamızı yaşanmaz hale sokmuştur. Küreselleşme ise açlıktan ölenlerle, zayıflamak için para verenlerin sayısını artırmaktan öte bir işe yaramamıştır!..

Doktorların kimyasal ilaç simsarlığına zorlandığı, koruyucu hekimliğin, fitoterapi ve homeopati yöntemlerinin rafa kaldırıldığı bir dünyada yaşıyoruz...

Ya semptomları baskılıyoruz ya da hastaları ömür boyu ilaç kullanmaya mahkûm ediyoruz...

Hastalığın gerçek sebeplerini halının altına süpürülmesi, hastalığı kaldırmıyor; sadece ilaçlarla rahatsızlıkları geleceğe erteliyoruz. İnsanlığın sağlığı da istikbali de paraya susamış küresel tekelci çetelerinin elinde hiç umut vermiyor.  

EĞİTİM – EĞİTİM – EĞİTİM

Türkiye, suç oranı en düşük 136 ülke arasında 116.sırada...

Ülkemizdeki hapishaneleri çoğaltmak yerine, suçları önleyecek sosyoekonomik tedbirlerin acilen alınması lazım...

Suç bir sonuçtur, suçun sebeplerini kaldırdığımızda ortada suç diye bir şey kalmaz; hapishanelere de lüzum kalmaz... 

Geçenlerde televizyonlarda yayınlanan bir haber herkesi şaşırttı: 112 “Acil Servis” telefonunu arayanların yüzde 90’ı asılsız ihbar yapıyor... Bu yüzden geride kalan yüzde 10, acil sağlık sorunları için arayanların engellendiği ya da gecikmeli müdahaleden dolayı insanlarımızı kaybettiğimiz ortaya çıkıyor.

Bu suçu, tabii ki sadece devlete yüklemek doğru değil. 

Yasak olduğu halde, insanların hastane kapılarında, duraklarda sigara içip, izmaritlerini yerlere attığı bir toplumdan bahsediyoruz. 

Araba kullanan şoförlerin, engellilerin haklarını hiçe saydığı, kul hakkı yemenin zirve yaptığı bir toplumda medeniyet anlayışından bahsetmek, pek de kolay görünmüyor... 

Bu tür sorumsuz insanların arttığı, yalanın yaygınlaştığı saygıdan uzak bir toplumda, kaliteli bir eğitimin ne kadar elzem olduğunu artık anlamak zorundayız...

Ülkemizde medeniyetten yoksun, yobaz ve saygısız insanların türemesi, toplum hayatını ciddi olarak tehdit ediyor... 

Yayaların dikkate alınmaması, kaldırımların esnaflar tarafından işgal edilmesi, düğünlerde ve caddelerde sorumsuzca silahların atıldığı bir toplumda, kanun veya ahlak kurallarının önemsenmediği, otoritenin çaresizliğini ve adaletin güven vermediği bir ortamı hep birlikte yaşıyoruz.

Ülkemizin her tarafında devasa tüneller ve duble yollar yapılmasına rağmen, araba kazalarının azımsanmayacak kadar yüksek olması, drift ve makas yaparak, trafiğin tehlikeye sokulması, egzozlarıyla gürültü kirliliği yaparak, insanların rahatsız edilmesi, gece yarısı davul çalınması, ışık veya havayı fişeklerle insanlara, kuşlara ve diğer canlılara zarar verilmesi, havaya mermi sıkarak, düşen yorgun mermilerle insanların öldürülmesi, yaya geçitlerinde yayalara öncelik tanınmaması, şehir içinde bile hız kesmeden dolaşan sorumsuz şoförlerin olduğu bir ülkenin sıkıntılarını hep birlikte yaşıyoruz.

Sosyal sorumluluktan uzaklaşan insanların, sigara içerek kendine ve çevresine zarar vermesini önlemekte zorluk çekiyoruz…

40 yaşından sonra sigara tiryakilerin yoğun olarak hastaneleri meşgul etmesi sonucu, sağlık hizmeti alacak masum insanların randevu isteklerini engelliyoruz; kul hakkına giriyoruz.

Materyalist sistemin oluşturduğu nikâh salonlarında, kendi ailesini görüntüsünü bile çekmeyi yasaklayan, resmi ve özel kurumların oluşturduğu bir ülkede “İnsan Hakları’ndan” bahsetmenin anlamsız bir çaba olduğunu görüyoruz... 

İnsan Hakları’nın olmadığı bir ülkede “İnsan Hakları Günü” yaparak ve de retorik bir anlayışla abartılı laflar ederek, tribünleri tatmin etmekten de riyadan da geri kalmıyoruz.

Daha fazla para kazanabilmek için toplu taşıma araçlarının koltuklarını sökerek, mezbaha arabası gibi insanların kancalara asıldığı, dengesiz bir şehirleşmenin kurbanları olmaktayız. 

Günümüzde WC’nin ve mezarlıkların dahi ticarî hale geldiği, yeşilin giderek yok olduğu, trafik sarmalıyla bunalıma sokulmuş, betonlaşan şehirlere mahkûm edilmiş insanların çaresizliğini yaşıyoruz. 

Liyakatsiz insanların üst makamları sorumsuzca işgal ettiği, yöneticilerin halkla ilişkilerinin koptuğu, ahlak ve disiplinsizliğin, faziletin, fedakârlığın, empatinin, merhametin, yardımseverliğin, hoşgörünün, sorumluluğun yerini, kaosun, serkeşliğin, umursamazlığın, sorumsuzluğun, bencilliğin, düzenbazlığın, zalimliğin, sömürünün, acımasızlığın, ahlaksızlığın, hırsızlığın, rüşvetin, sahtekârlığın, boşanmaların, şiddetin, adaletsizliğin yer aldığı bir ortamı hep birlikte yaşıyoruz.  Kısacası sosyoekonomik ve sosyokültürel hayatımız risk altında...

İşte bütün bu olumsuzlukların temelindeki eksikliğin en önemli sebebi, kaliteli bir eğitimden yoksun oluşumuzdur. 

GENÇLERİMİZ VE EĞİTİM

Bir genç, senelerce okuyup hayatında kendine somut bir fayda sağlayamıyorsa, ülkemizin sosyoekonomik ve kültürel hayatına katkıda bulunamıyorsa, en kötüsü, “ülkesini sevmiyorsa” eğitim sitemindeki aksaklıkları iyi analiz etmek zorundayız...

Yabancı ülkeleri tercih eden zeki gençlerimizin beyin göçünü bir an önce önlemeliyiz. Kimlik bunalımı yaşayan, istikbale umutsuz bakan, dejenerasyona zorlanmış bu gençlere sahip çıkılması için, devletimizin sosyokültürel yatırımlarını artırması ve de gelişmeleri dikkatle takip etmesi gerekiyor.  

TAKLİTCİLİKTEN KURTULMALIYIZ (KENDİN OL!)

Finlandiya Eğitim Modeli’nde, birinci sırada önemsenen “kendin ol” sloganıdır…

Biz de çocuklarımızın içindeki var olan özellikleri ortaya çıkararak, çocuklarımızın ülkemize ve kendisine faydalı olmasını sağlayabiliriz. 

Ne yazık ki toplumumuz, sosyal medya ya da televizyonda gördüklerinin etkisinde hareket ediyor. 

Telefonda konuşmada ve televizyon seyretmede dünyada en önde giden ülkelerden biriyiz. Aynı zamanda kitap okumada, dünyada 86. Sıradayız... Ne yazık ki gençlerimiz de kitap okumuyor; gençlerimiz de -bizim gibi- bu yozlaşmadan payını alıyor...

Gençlerimiz, kendisi olmak şöyle dursun, başkalarını taklit ederken kendine olan öz güvenini de yeteneklerini de kaybediyor... 

Gençler, meslek sahibi olmak için de ciddi bir çaba göstermiyor. Sonuç olarak, meşhur olmak ve çabuk para kazanmak gibi istisnayı bir hayat peşinde koşuyor ve de hayal kırıklığına uğruyor... 

Hazıra konmanın bir faturası olacağını hesap etmiyor ya da edemiyor. Çünkü hayat, ona hedeflediği, hayal ettiği imkânları kolay vermiyor...

Kimlik bunalımı yaşayan kendisi olmayı beceremeyen gençler, başkalarını taklit etmede inanılmaz bir yarış içinde. 

Gençlerimiz, meşhur, popüler olmuş insanların davranışlarını birebir almaya çalışıyor. Mesela, televizyonda saçını uzatmış ve topuz yapmış birini hiç düşünmeden hemen taklit edebiliyor. Küpe takan meşhur erkekleri bile taklit ediyor... 

Dahası, İngilizce olarak ne yazıldığını bile bilmediği tişörtleri de giyebiliyor.

Aslında gençler, davranışlarını, zevklerini, renkleri kendisi seçmiyor, ayak şekline uymayan, sağlıksız sivri burun ayakkabılar da kendisinin bir icadı değil. 

Kısacası toplum mühendisleri sayılan modacılar, neyi önermiş ve layık görmüşse hemen ve düşünmeden o kalıba talip olan gençlerin “kendisi olması” çok zor görünüyor... Hiçbir rasyonel mantığı olmayan, yırtık pantolonları bile düşünmeden giyen bir gençliğe “kendisi olması” için önerimiz ne olabilir ki (?!)

Kaliteli bir eğitim alamayan, rasyonel düşünceden uzak bu gençler, kaliteden yoksun, sorumsuz sanatkârların veya popüler insanların rol modelliğinin kurbanları oluyorlar. 

Sorumsuz televizyonlar ve sosyal medya maalesef örnek alınacak başarılı insanları yeterince topluma tanıtmıyor. Ne yazık ki kitap okumayan ve yeterince eğitilememiş gençlerimiz, kitle iletişim kanallarının yanlışlarını ayırt edecek kabiliyetten de yoksun kalıyor. 

Sosyal medyada bile bu gençlerimizin seviyesiz paylaşımlarına şahit oluyoruz. Amerikan Psikologlar Derneği (APA) Sosyal medyada sürekli olarak kendi fotoğrafını, yediklerini içtiklerini, gezdiklerini paylaşanları “psikolojik bir hasta” olduğunu belirtiyor... 

Bu ruhsal rahatsızlığın sebeplerini ise: Üstünlük duygusu, sempati noksanlığı, kendini özel zannetme, beğenilme ihtiyacı ve hayranlık beklentisi olarak açıklanıyor. 

Kendine özgü kararlar alamayan, doğruları araştırmaya zaman ayıramayan gençlerimizin kimlik bunalımının baskısından kurtulabilmesi, ancak kendi potansiyelini ortaya çıkarması ve başkalarını taklit etmesini bırakmasıyla mümkün olabilir. 

Kendin ol” sloganı, gençler için çok önemli. 

Bir genç,  kendisi olmadan başkalarını taklit etmeden kurtulamaz; aynı zamanda kendi yeteneklerini, tarzını, karakterini ve üretkenliğini ortaya koyamaz…

Finlandiya eğitim modelinin okullarda ilk öğrettiği ve uyguladığı slogan ”kendin ol”...  

Küçücük Finlandiya devleti,  bu eğitim yöntemiyle işe başlamış ve sonunda başarabilmiş bir ülke olmuştur.

Eğitimimiz, “yaptırarak öğretmek ve yaparak öğrenmeye” dayalı olmalı.

Sorumluluk sahibi fertlerin yetişmesi için merak, tutku, azim, sebat, sabır ve disiplini elden bırakmamalıyız. Eğitimde başarılı olmak için okullarımızda etik ve sorumluluk derslerinin de verilmesi şarttır. 

Gençlerimizin sahip olduğu yetenekleri ortaya çıkarmadan eğitim yapmak, sabun kalıbı döker gibi, aynı özellikte robotlar üretmekten farksız olacaktır. Günümüze kadar sürdürmüş olduğumuz “tek tip insan” yetiştirme eğitim modelini bırakmalıyız…

Ayrıca Hakkâri’yle İstanbul arasındaki eğitim uygulamalarında kalite farkı olmamalı!.. 

Ülkemiz insanlarının potansiyel özelliklerini ortaya çıkarabilmek, ülke sathına aynı kalitede eğitimi yaymakla mümkün olacaktır.

Türkiye, nüfus olarak da kara parçası olarak da iklim kuşağı olarak da aile yapısı olarak da avantajlı bir ülke... 

Kısa zamanda iyi bir eğitimle hedefine ulaşacağından kimsenin şüphesi olmamalı. Bu avantajlara sahip olamayan birçok ülke, ne yazık ki bizi eğitimde de teknolojide de ekonomide de geçmiştir. 

Daha 1950’lerde kurtarmaya gittiğimiz ve de 1953’te savaştan çıktığında açlıkla, yoksullukla boğuşan Güney Kore’nin bugün, kişi başına milli geliri 31,363 bin doların üzerindedir. 

ULUSLARARASI PISA sonuçlarına göre Güney Kore 9’uncu sırada yer alıyor…

Türkiye ise 72 ülke arasında 54’üncü sırada... Bu tabloya bakıldığında Kore’nin ekonomisinin oluşmasına eğitim sisteminin birinci derecede rol oynadığı anlaşılıyor!..

TÜRKİYE’DEKİ EĞİTİM VE HAYAT PRATİĞİ

Hayatın gerektirdiği ihtiyaçlara cevap veremeyen hiçbir eğitim, insanlığa olumlu bir katkı sağlayamaz... 

Finlandiya, kaliteli bir eğitimle teknolojisini ve ekonomisini geliştirdiği gibi, saygıya dayalı dürüst bir topluma da sahip olmuştur.

Finlandiya, aynı zamanda eşcinsel evliliğin kanunlaştığı bir ülkedir... Finlandiya’nın boşanma ve intiharlar vakalarında dünyada ilk sıralara oturması ise eğitimle ilgili değil, tamamen manevi eksiklikten kaynaklanmaktadır. 

Yani Finlandiya, eğitimle gelişmesini sağlamış, ancak maneviyat ve din eksikliği yüzünden insanlarını mutlu etmeyi başaramamıştır. 

Zaten Avrupa ve Amerikan toplumundaki dinî anlayış, devlet politikasına manevi destekten öteye geçememiştir. Batı Avrupa toplumun yüzde 27,5'i herhangi bir dine inanmıyor. 

Günümüzdeki Hristiyanlık ritüelleri ise günah çıkarma, yemek duası, evlenme, vaftiz ve Noel bayramıyla sınırlı kalmaktadır. 

Maneviyattan uzak toplumlar, din etkisinin yetersizliği, doğaya aykırı teknoloji üretimi ve şehir hayatının olumsuzlukları sebebiyle psikolojik sorunlarını çözmede sıkıntı yaşıyorlar. 

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), dünyada her 40 saniyede bir intiharın, her 3 saniyede ise bir intihar girişiminin gerçekleştiğini ve son 45 yılda intiharların yüzde 60 civarında arttığını bildirmektedir. 

DSÖ’ye göre, tüm önlemlere rağmen dünyada yılda 800 bin kişi intihar nedeniyle hayatını yitiriyor. 

Ülkemizde ise Finlandiya’da olduğu gibi maneviyat çöküntüsünün getirdiği olumsuzluklar şimdilik daha az görülüyor. Ancak 30-40 sene arayla Avrupa’yı takip eden, Avrupa’ya benzemeye çalışan ülkemizde, giderek aynı olumsuzlukların görmek tabii ki üzücü…

Şayet manevi boşluklar doldurulmazsa bu olumsuzlukları ciddi şekilde yaşamamız pek de sürpriz olmayacaktır. 

Manevi boşluklar ise “hafızlık protokolü ve ya kültürel din anlayışıyla” çözülemez!.. 

Yapılacak manevi çalışmalar, çok kapsamlı etik ve sorumluluk dersleriyle birlikte, Kur’an ile bilimi buluşturacak, aklı ve felsefeyi önceleyen yeni bir paradigmayla çözülebilir. 

OKULLARIMIZ VE İŞ İMKANLARI:

Ülkemizde hayatı tanıyamayan, mesleği olmayan ve de iş bulamayan lise mezunu bir talebe ordusu mevcut. 

Bu hiçbir iş bilmeyen insanlarımızın sayısı, öyle azımsanacak gibi de değil. Lise mezununun iş bulma şansı da sıradan bir işçi kadar; çünkü ne bir mesleği eğitime sahip, ne de bir tecrübeye sahip... 

Her şehre üniversite açılması da eğitime çok fazla katkı sağlayamıyor. 

Öğretmen ve donanım açısından zayıf olan üniversiteler de liseler gibi yetersiz kalmıştır... 

Bu sebepten dolayı, talebelerimizin üniversiteyi bitirerek, sadece diploma sahibi olmaları da işsizler ordusuna katılmalarını engelleyemiyor.

TÜİK’in açıkladığı verilere göre, Türkiye’de 4 milyon 253 bin kişi işsiz. Yani işsizlik oranı yüzde 14’leri bulmuş.

Gençler, iş seçerken eğitimine uygun işleri tercih ediyor.

Haklı olarak, üniversiteden mezun olmak için harcadıkları emeğin ve zamanın karşılığında sosyoekonomik olarak alabilecek, rahat bir iş talep ediyorlar. Ancak gençlerin aldıkları eğitimin kalitesi, işverenin taleplerini karşılamıyor. 

Eğitim seviyesinin düşmesi yanında, üniversitelerin sayısının artması da iş bulmada bir dezavantaj olarak karşımıza çıkıyor.  

TÜRKİYE’DE ÖĞRENCİ SAYISI: 

ilköğretim ve ortaöğretim düzeyinde toplam 18 milyon 108 bin 860 öğrenci bulunuyor.

Yükseköğretim kurumlarında öğrenim gören 7 milyon 560 bin öğrenci mevcut... 

Türkiye'de toplam 25 milyon 309 bin 876 öğrenci bulunuyor. 

Dünyanın en genç nüfuslarından biri olan Türkiye'de öğrenci nüfusu 143 ülkenin nüfusunu geride bırakmıştır. 

EĞİTİM ➔ BİLİM ➔ TEKNOLOJİ ➔ EKONOMİ ➔ KALKINMA VE MİLLİ GELİR

Kalkınmanın formülü, herkes tarafından açıkça bilinen basit bir formül... Eğitim,  bilimi; bilim de teknolojiyi ve ekonomiyi beslemektedir. 

“Neden, niçin, nasıl…” sorularını sorduğumuzda,  karşımıza yukarıda oklarla yönlendirilen formül çıkıyor:  Eğitim➔ bilim ➔ teknoloji ➔ ekonomi➔kalkınma ve milli gelir... 

Şurası bir gerçek ki yeraltı ve yerüstü kaynakları olan ülkeler bile eğitime gereken önemi verememişse bir gün duvara toslayacaktır... 

ABD'li teknoloji devleri olan Apple, Amazon, Facebook ve Google gibi firmalar, tamamen eğitim, bilim ve teknolojiyi kullanarak yaklaşık 1 trilyon dolar piyasa değeri için aralarında yarışıyorlar...

Piyasa değerlerini gün geçtikçe artıran bu firmalar, yerüstü veya yer altı zenginlikleriyle değil, sırf eğitimle yakaladıkları bilim üzerinden bu seviyeye ulaşmışlar... Bu da eğitimin ekonomideki önemini açıkça bizlere göstermektedir.

Dikkat edilirse petrol ve diğer yerüstü ve yeraltı kaynakları olmayan ülkelerin ekonomide ilerlemesi,  eğitime bağlı olarak gelişmektedir. 

Singapur’da ortalama kişi başı yıllık gelir: 85.000 dolar. 

Finlandiya’nın ise: 49. 960 dolar... 

Güney Kore’nin milli geliri: 31. 852 dolar.

Türkiye’de ise milli gelir, 2019 senesine göre 10.00 doların altına düşmüştür…

Singapur, Finlandiya ve Kore gibi ülkelerin eğitimleri de dünya da ilk sıralarda kabul edilmektedir... 

Dünyada örnek gösterilen bu ülkeler, aynı zamanda doğal kaynaklardan yoksun ülkelerdir...

Felsefede “Neden” sorusu, olayı belirtiyor; “niçin” sorusu ise amacı belirtiyor. 

Bunların cevabını yukarıdaki formülle aldık; geriye “nasıl” sorusu kalıyor.

Yani “yöntem” ne olmalı?

Yöntemi de birçok ülkede açıkça uygulanan eğitim başarılarıyla tayin edebiliyoruz... 

Demek ki geriye bu eğitimi okullarımızda uygulatacak kabiliyete sahip, cesur vizyon sahibi siyasiler kalıyor... 

Amerika’yı her seferinde yeniden keşfetmenin bir anlamı yok; karar organlarının kaliteli bir eğitim projesini seçmesi ve uygulaması bu kadar zor olmamalı!.. 

ÖĞRETMENLERİMİZ YETERLİ Mİ?

Öğretmenlerimizin sayısını artırmak, eğitimimize çok bir katkı sağlamıyor; öğretmenlerimizin niteliğini artırmalıyız... 

Ne yazık ki öğretmenlerimizin yüzde 80’i yetersiz ve idealistlikten çok uzak…

Üstelik çoğu sigara içerek talebelere kötü örnek oluyor. 

Öğretmenlik yaptığım okullarda öğretmenlerin davranışlarına ve konuşmalarına şahit oldum. 

O yıllarda, sigara dumanı içindeki öğretmen odasında konuşulan konular, okula ve talebelere katkı sağlayacak konular olmaktan çok uzaktı...

Ben şahsen okulda, kültürel çalışmaya yönelik bir sohbete hiç rastlamadım. 

Bir defasında bir öğretmenin evinde toplantı yaptık ve hayal kırıklığına uğradım.

Ben toplantının kültürel veya talebelere yönelik olacağı beklentisi içindeydim; (konuyu anlamamışım ☺) oysa konu, kitap ve kırtasiye malzemelerini satacak ortak bir dükkanın açılmasıydı!.. 

Ben de “Biz tüccar değiliz” diyerek karşı konuşmamı yapıp, toplantıyı terk ettim.

CNN programcısı Cem Seymen, Türkiye’nin köklü üniversitelerinin birinde konferans verdikten sonra talebelere soruyor: Bana sevdiğiniz, gurur duyacağınız, tutkuyla, coşkuyla derslerini takip ettiğiniz saygıdeğer bir hocanızın adını verin, onu ben Türkiye’ye tanıtayım; insanlarımız bilsin, örnek alsın istiyorum” diyor.

Sınıfta ses yok. 

Biraz daha ısrar edince, hanım talebelerden biri: Sayın Cem Bey, ben uluslararası ilişkiler okuyorum, dördüncü sınıftayım ve dört yıldır hiç bir hocanın yüzünü dahi görmedim, biz asistanlardan ders alıyoruz diyor.

Kendi çocuklarına güvenmeyen ve umursamayan, kendi mesleğine ihanet eden hocaların ülkesi olmaktan bir an önce kurtulmak zorundayız. 

Hocalarımızın öncelikle talebeye ve derse karşı ilgisiz ve yetersiz olmasının önüne geçilmesi gerekir...

Çocukların duygularına, kalbine, kafasına dokunamayan hocaların kesinlikle mesleklerini değiştirmeleri lazım... Ayrıca bütün hocaların bilgisayarı iyi kullanması şarttır...

Bir üniversitede “Powerpoint” ile sunum yapmıştım.

Diğer öğretim üyelerinin birçoğunun "Word" ile sunumlarını gerçekleştirmesine karşı tepki gösterdim ve ek olarak kürsüde bir uyarı konuşması yapmak için izin aldım.

Yönetmenlik mesleğine sahip olmam ve reklam işleri yapmamın verdiği uzmanlıkla, her hocamızın "Powerpoint" kullanmasının zorunlu olduğunu söyledim...

Sonra da grafiklerin, simgelerin, resimlerin, renklerin, yazıların, karakterlerin tasarımlarımızda nasıl etkili olması gerektiğini izah ettim. Doğrusu hocalarımızdan tepki beklerken, takdir almam beni de şaşırtmıştı.

EĞİTİMİMİZDE ÖNCE KADİM TÜRKÇE KELİMELER, TDK’NİN BALTASINDAN KURTARILMALI

Dünyada İlköğretimde okutulan kitapların kelime sayıları : 

ABD: 71.681

Almanya: 70.400

Japonya: 44.224

İtalya: 31.762

Fransa: 30.193

Arabistan: 13.579

Türkiye: 7.260

Dikkat edilirse, bu ülkeler içinde en az kelime sayısı Türkiye’de var.

Kelimeler, düşünmeyi ve de beyni geliştiren bir fonksiyona sahiptir... Ne kadar kelime sayısı artırılırsa eğitimde de randıman o kadar artar.

TDK’nin 1932 senesinde başlayan “dili değiştirme ve kelime tasfiyeciliği” ne yazık ki günümüze kadar sürmüş ve sürmektedir...

Dilimizin fakirleşmesi için yapılan bu dil bilimine aykırı hareket sonucu, gençlerimiz kendini ifade edecek kelimelerden yoksun kalmıştır...

Osmanlı zamanında dahi konuşma dilinde 3-4 bin kelimeye kadar çıkan Türkçemiz, maalesef TDK’nin gayretiyle günümüzde 200-300 kelimeye kadar düşürülmüştür.

Çocuklarımız, artık kendilerini ifade edecek kelimelerden yoksun... Yazı dilinde ise yaklaşık 50 bin kelime TDK tarafından çöpe atılmıştır.

Günümüzdeki Türkçe sözlük, 120 bin kelime; madde başı olarak alındığında 70 bin kelimeye sahibiz...   Bu sözlükle, felsefe, bilim, edebiyat, sanat yapılması söz konusu değildir...

Ne yazık ki yapılanlar da kaliteden yoksun kalmaktadır...

Bu yüzden tezler, İngilizce isteniyor!..

İngilizce ise 650 bin kelimeyi aşmış bir dünya dili olmuştur.

Dil bilimini iyi kullanan İngilizler, dünyanın en uyanık ve en tecrübeye sahip olan ülkesi olarak, bütün “yabancı kökenli” kelimeleri kendi bünyesine almıştır...

İngilizce'nin yüzde yetmiş beşinin yabancı kökenli kelimelerden olması, dili bozmamıştır; aynı zamanda güçlendirmiştir. Çünkü İngilizler, bir dilin yabancı kökenli kelimelerle bozulmayacağını biliyorlardı... Dil biliminde kelime almak, dili bozmadığı gibi, aynı zamanda dünyayla entegrasyonuna sağlamaktadır. Bir lisan, ancak sentaksla bozulabilir.

Değiştirilen kelimeler yüzünden 1500 yıllık tarihi birikimimizden faydalanamıyoruz...

Hatta 50 sene önceki kitaplarımızı bile gençlerimiz okuyamaz hale geldi...

Safahat” kitabının bile, yeniden tercüme edilerek yazılması düşündürücü...

Bu gidişle bugün yazılan kitaplarımız da kelime değiştirme sebebiyle, 20-30 sene sonra okunamayacak demektir.

TDK, şimdilerde ise “cevap” kelimesini çöpe atmak için azami gayret sarf ediyor... Onun yerine “yanıt” diye yeni bir kelime icat etmiş...

Olanak, olasılık, koşul, anımsamak gibi kelimeler, dilimize sokularak, binlerce yıl kullandığımız mevcut kelimelerimiz maalesef çöpe atılmıştır.

Kadim dilimiz hem değiştirilmiş hem de zayıflamıştır... Tarihimiz ve kültürümüze ihanet edilmesine rağmen, muhafazakâr iktidarlar da yeteneksiz münevverlerimiz de dil değişimine katkı sağlamış ve kendileri de bu uyduruk kelimeleri yaygınlaştırmada başrol üstlenmişlerdir.

Kelimeleri sürekli değiştirilen bir dile, büyük kalıcı eserler hiçbir zaman emanet edilemez... Tarih ve kültürümüzü katleden TDK’nin hala faaliyetlerinin muhafazakâr bir hükümet tarafından desteklenmesi ise bir gaflettir...

Yapılacak iş: TDK’nin kaybettirdiği (çöpe attığı) kadim kelimeleri, yeniden ihya ederek dilimize tekrar kazandırmalıyız. Ayrıca tasfiyeciliğe son verilerek, dil değişikliğini ve dilimizin fakirleşmesini önlemeliyiz.  

KÖY ENSTİTÜLERİ ve FİNLANDİYA EĞİTİMİ

Aslında 1937’lerde başlatılan Köy Enstitüleri öğretmen yetiştirmede çok isabetli bir model olmuştur. Birçok açıdan Finlandiya eğitimini aratmayacak bu model, ne yazık ki çeşitli politik sebeplerden dolayı rafa kaldırılmıştır.  

Hayat pratiğine uygun bu başarılı eğitimi, biz Köy Enstitülerinde 1937’lerden itibaren zaten uygulamış bir ülkeyiz.

Köy enstitüsünü bitiren bir öğretmen, sadece bir ilkokul öğretmeni olmuyor, aynı zamanda ziraatçı, sağlıkçı, duvarcı, demirci, terzi, balıkçı, arıcı ve marangoz oluyordu. Konuları da uygulamalı olarak öğreniyorlardı.

Enstitülerin hepsinin kendisine ait tarım arazileri, atölyeleri vardı. Yetişmiş donanımlı öğretmenler, Köylülere hem modern tarım tekniklerini hem de okuma yazmayı, hatta müzik aletleri çalmayı öğretiyorlardı.

Bu bakımlardan köy enstitüleri "YAPARAK ÖĞRENİM" konusunda -hayatla barışık- dünyada benzeri görülmemiş bir örnek oluşturmuş, birçok akademik inceleme ve araştırmalara da örnek olmuştur.

Kapatıldığı 1954 yılına kadar Köy enstitülerinde toplam 17.251 köy öğretmeni yetişmiştir. Köy enstitüleriyle ilgili, komünizm ve dinsizlik iddiaları bir tarafa bırakılırsa,  bu okulların sistem olarak yararlı, amaca uygun ve gerçekçi bir projenin ürünü olduğu ortaya çıkmaktadır.  

SONUÇ : 

Bilgiye ulaşmak artık eskisinden çok daha kolay. Bilgiyi hatırlamak değil, geliştirmek zorundayız... Bunun için yeni buluşlara ve inovasyon çalışmalarına kesinlikle ağırlık vermeliyiz...

Büyük okullar yerine, küçük ve kaliteli okullar oluşturulmalıyız. Talebelere tablet ve laptop dağıtılmalı; bilgisayar ve programları da ders olarak öğretilmeli. 

Singapur, Japon, Kore, Finlandiya sisteminin bire bir uygulanması da şart değildir. Zaten bu uygulamalı eğitim sistemleri arasında bile bazı farklılıklar mevcuttur...

Bu ülkelerin eğitimdeki -en önemli- ortak noktalarını dikkatli incelemeliyiz...

Ortak noktalar:

1- Talebenin potansiyel özelliklerinin (yetenekleri) önünü açacak uygulamalar yapılmalı. 

2- Yaptırarak öğretme ve yaparak öğrenme metodu uygulanmalı. 

3- Derslerde, gerçek hayatta işimize yarayacak konu ve bilgilere ağırlık verilmeli. 

(Her ülke, eğitim yöntemine bu üç önemli özelliği mutlaka eklemelidir.)

.

Raşit Anaral, dikGAZETE.com