Hayata kirli bir camdan bakmak

Hayata kirli bir camdan bakmak

Yazılarımızda, manası derin ve güzel kelimelerin önemine, onların kadim değerlerimizi ayakta tutan direkler olduğuna ve gündelik hayatımıza tekrar dahil olmaları gerektiği konusuna sık sık yer veriyoruz.

Hatta “Emojilerin yükselişi ve kelimelerin olmadığı bir dünyaya doğru” başlıklı yazımızı, sırf bu konuya ayırmış, hayatımızdaki yeri artık iyice azalan sabır, nezaket, merhamet, vefa, fedakarlık, sadakat, saygı gibi bizi terk etmeye hazırlanan kelimelerden bir kaçına değinmiştik. 

Artık kullanılmadıkça unutulmaya yüz tutan bunlar gibi daha birçok kelime, derin manaları itibarı ile hayatımızda büyük boşluklara neden olabiliyor. 

Bazı kelimelere ise, cümle içinde çok sık yer versek de asıl manalarını kaybettikleri için sonuç aynı oluyor. Bu yazımızda, çok fazla kullanılan fakat anlamını yitiren kelimelere örnek olarak ‘aşk’ı, bizi terk etmeye hazırlanan kelimelere örnek olarak da “hüsn-ü zan” kelimesini seçtik.

Anlamını yitiren bir kelime: Aşk

Hepimizin kabul edeceği gibi bu çok özel kelime, artık günlük olarak tüketilebilen bir kavrama dönüşmüş durumda. 

Üstelik Abdürrahim Karakoç’un “Mihriban” şiirinde “Her nesnenin bir bitimi var ama, Aşka hudut çizilmiyor Mihriban / Yar deyince kalem elden düşüyor, Aşk kağıda yazılmıyor Mihriban” diyerek “anlatılamayacağını” vurguladığı aşk, bugün bir “emoji” ile anlatılabiliyor. 

Uzmanlar, eşine de, çocuğuna da, hemcinsine - arkadaşına da, sevgilisine de “aşkım diye seslenen büyükleri, böyle bir ortamda büyüyen çocukların karşı cinse duyacakları hislerde sorun yaşayabileceği konusunda uyarıyorlar.

Boşanmalarda aşırı bir artış, bir ömürlük aşklarda ve evliliklerde ise buna paralel bir azalış söz konusu. 

Barış Manço bile yıllar önce, “Süper Babaanne” şarkısında “Bir yastıkta kırk yıl” kavramını anlatmasını istiyordu babaannesinden. 

Hatta günümüzde, asıl amacı evlilik değil merasim olan, hayalindeki gelinliği ve damatlığı giymek için, moda olan diğer ritüelleri şaşaalı bir şekilde yerine getirmek ve muhteşem pozları sosyal medyada paylaşmak için yapılan evlilikler olduğunu belirtiyor sosyologlar. 

Anlaşmalı boşanma” şartı olan bir yıllık süre dolunca boşananların oranındaki artış, bu tespiti destekliyor. 

Amerikan dizi ve filmlerinde çok sık rastladığımız, annesi ile yaşayan ve babasını hiç görmemiş, ya da nadiren gören çocuk modeline artık bizim dizi ve filmlerimizde de rastlamak mümkün.

“Kendi ayakları üzerinde durmak”, bireyselleşmiş modern ve yalnız insan için fazla abartılarak, adeta yeni bir put haline getirilmiş durumda. 

Bizi terk etmeye hazırlanan bir kelime: Hüsn-ü zan

Bildiğiniz gibi “Hüsn-ü zan”, yeterince tanınmayan bir insan hakkında olumlu kanaat taşımak, kötü düşünmemek anlamına gelir.

Bunun zıddı olan ve son günlerde en şaşaalı dönemini yaşayan “su-i zan” ise bir kişi hakkında yeterli bilgiye sahip olmadan kötü düşünmek, olumsuz kanaat taşımaktır. 

Sosyal hayatı altüst eden, insanların arasını açan çok dehşetli bir hastalıktır su-i zan.

Bir kalp hastalığıdır. 

Bu hastalık gün gelir eşleri, gün gelir kardeşleri birbirine düşürür.

Prof. Dr. Nevzat Tarhan’ın ilginç bir tespiti var:

"Eğer bir çocuk su-i zannın onaylandığı bir ortamda büyümüşse paranoyak olmayı öğrenir.

Anadolu’muzda çok güzel bir söz vardır:

Duyduğuna inanma, gördüğünün de yarısına inan!..” Artık bu söz bile eksik kalıyor.

Çünkü sosyal medya ile had safhaya varan ve hepimizi bir şekilde yanlışa, yanılgıya düşüren bilgi kirliliği, elimizde kanıt olmadan birilerini yargılamamıza neden oluyor. 

Bilgisayar, tablet, cep telefonu ve TV ekranları bizi hüsn-ü zanda değil su-i zanda bulunmaya teşvik ediyor. 

Hepimize dünya görüşümüzü okşayacak görüntüler ve yazılar pompalanıyor bu ekranlardan ve bizi birbirimize düşürecek fitne tohumları serpiyorlar üzerimize. 

İçeride birbirine düşmüş toplumları daha rahat sömürebileceklerini çok iyi biliyor birileri. 

O birileri, bunu dünyanın gözüne baka baka onlarca ülkede gerçekleştirdiler çünkü.. 

Oysa kadim kültürümüz bize hüsn-ü zanı, iyi düşünmeyi öğütler, kesin delil olmadan duyduğunu söylemeyi bile ahlaka aykırı bulur, “odadan ağzı kan içinde bir kedi çıkarken görsen, ‘içerideki ciğeri bu kedi yedi’ diyemezsin” diyerek adaletin kesin delil istediğini hatırlatır. 

Zandan sakınmamız gerektiği belirtilir ısrarla. 

İlle de zan edeceksen hüsn-ü zan et” diye uyarır.

Alimler su-i zanda bulunabileceğimiz kişileri; “din, ahlak ve devlet düşmanlığını ilan eden kişiler” olarak belirlemişlerdir.

Konumuzla örtüşen "balta hırsızı" isimli eski bir hikayede şöyle bir olay geçmektedir:

Bir adam, baltasını kaybeder. Onu, komşusunun oğlunun aldığını sanmaktadır. 

Komşu çocuğunun hareketlerini gözlemlemeye başlar. 

Her şey, onun balta hırsızı olduğunu göstermektedir. 

Yüzü de balta hırsızını andırmaktadır, yürüyüşü, hareketleri ve bakışları da. “Çünkü…” diye düşünür; “balta hırsızı olmayan bir insan böyle davranamaz, böyle bakamaz.” 

Adam, bir gün baltasını bir çukurda unuttuğunu hatırlar. O çukura gittiğinde, baltasının olduğu gibi bu çukurda durmakta olduğunu görür.

Ertesi gün, komşu çocuğunu gördüğünde çocuğun hiçbir hareketinin bir balta hırsızına benzemediğini fark eder.

Görünüşü de bir balta hırsızı gibi değildir. 

Hatta çocuğun yüzünde birçoklarına göre sevimlilik ve güven vardır...

Kötü düşüncelerle, kesin olmayan bilgilerle, varsayımlarla vardığımız hükümler, hayata baktığımız camları kirletiyor ve her şeyi kirli görmeye başlıyoruz. 

Bizim için hep karşımızdaki kusurlu, hep karşımızdaki yanlış yapıyor. Oysa Hazreti Mevlana, kusur arayanlara “bütün aynalar sizin” diye sesleniyor.  

Fakat umutsuzluk bize yakışmaz. 

Bu günümüzü kurtarmak, geçmişle bağımızı kopartmadan birlik, beraberlik içinde bir geleceği inşa edebilmek adına gelin, temizliğe önce kendi kalbimizden, kendi kusurlarımızdan, hayata baktığımız ekranlardan-camlardan başlayalım. 

Ve; Mevlana’nın “Etme” şiirinde “Ey, makamı var ve yokun üzerinde olan kişi!..” diyerek seslendiği Tebrizli Şems’in, adeta bu günün bilgi kirliliğine işaret eden şu sözleri küpe olsun kulağımıza:

Zanlarını, önyargılarını ve dahi bütün genellemelerini koy bir çuvala ve hepsini terk et. 

Kimsenin aleyhine konuşma, kem dille yargılama, bil ki yanılırsın. 

Ne kadar bilsen de hiçbir zaman yeterince bilemeyeceğini unutma. 

Tevazudan şaşma. Ancak o zaman kurtulabilirsin bilginin cehaletinden.

.

Hüseyin Burak Uçar, dikGAZETE.com

Yazılarımızda, manası derin ve güzel kelimelerin önemine, onların kadim değerlerimizi ayakta tutan direkler olduğuna ve gündelik hayatımıza tekrar dahil olmaları gerektiği konusuna sık sık yer veriyoruz.

Hatta “Emojilerin yükselişi ve kelimelerin olmadığı bir dünyaya doğru” başlıklı yazımızı, sırf bu konuya ayırmış, hayatımızdaki yeri artık iyice azalan sabır, nezaket, merhamet, vefa, fedakarlık, sadakat, saygı gibi bizi terk etmeye hazırlanan kelimelerden bir kaçına değinmiştik. 

Artık kullanılmadıkça unutulmaya yüz tutan bunlar gibi daha birçok kelime, derin manaları itibarı ile hayatımızda büyük boşluklara neden olabiliyor. 

Bazı kelimelere ise, cümle içinde çok sık yer versek de asıl manalarını kaybettikleri için sonuç aynı oluyor. Bu yazımızda, çok fazla kullanılan fakat anlamını yitiren kelimelere örnek olarak ‘aşk’ı, bizi terk etmeye hazırlanan kelimelere örnek olarak da “hüsn-ü zan” kelimesini seçtik.

Anlamını yitiren bir kelime: Aşk

Hepimizin kabul edeceği gibi bu çok özel kelime, artık günlük olarak tüketilebilen bir kavrama dönüşmüş durumda. 

Üstelik Abdürrahim Karakoç’un “Mihriban” şiirinde “Her nesnenin bir bitimi var ama, Aşka hudut çizilmiyor Mihriban / Yar deyince kalem elden düşüyor, Aşk kağıda yazılmıyor Mihriban” diyerek “anlatılamayacağını” vurguladığı aşk, bugün bir “emoji” ile anlatılabiliyor. 

Uzmanlar, eşine de, çocuğuna da, hemcinsine - arkadaşına da, sevgilisine de “aşkım diye seslenen büyükleri, böyle bir ortamda büyüyen çocukların karşı cinse duyacakları hislerde sorun yaşayabileceği konusunda uyarıyorlar.

Boşanmalarda aşırı bir artış, bir ömürlük aşklarda ve evliliklerde ise buna paralel bir azalış söz konusu. 

Barış Manço bile yıllar önce, “Süper Babaanne” şarkısında “Bir yastıkta kırk yıl” kavramını anlatmasını istiyordu babaannesinden. 

Hatta günümüzde, asıl amacı evlilik değil merasim olan, hayalindeki gelinliği ve damatlığı giymek için, moda olan diğer ritüelleri şaşaalı bir şekilde yerine getirmek ve muhteşem pozları sosyal medyada paylaşmak için yapılan evlilikler olduğunu belirtiyor sosyologlar. 

Anlaşmalı boşanma” şartı olan bir yıllık süre dolunca boşananların oranındaki artış, bu tespiti destekliyor. 

Amerikan dizi ve filmlerinde çok sık rastladığımız, annesi ile yaşayan ve babasını hiç görmemiş, ya da nadiren gören çocuk modeline artık bizim dizi ve filmlerimizde de rastlamak mümkün.

“Kendi ayakları üzerinde durmak”, bireyselleşmiş modern ve yalnız insan için fazla abartılarak, adeta yeni bir put haline getirilmiş durumda. 

Bizi terk etmeye hazırlanan bir kelime: Hüsn-ü zan

Bildiğiniz gibi “Hüsn-ü zan”, yeterince tanınmayan bir insan hakkında olumlu kanaat taşımak, kötü düşünmemek anlamına gelir.

Bunun zıddı olan ve son günlerde en şaşaalı dönemini yaşayan “su-i zan” ise bir kişi hakkında yeterli bilgiye sahip olmadan kötü düşünmek, olumsuz kanaat taşımaktır. 

Sosyal hayatı altüst eden, insanların arasını açan çok dehşetli bir hastalıktır su-i zan.

Bir kalp hastalığıdır. 

Bu hastalık gün gelir eşleri, gün gelir kardeşleri birbirine düşürür.

Prof. Dr. Nevzat Tarhan’ın ilginç bir tespiti var:

"Eğer bir çocuk su-i zannın onaylandığı bir ortamda büyümüşse paranoyak olmayı öğrenir.

Anadolu’muzda çok güzel bir söz vardır:

Duyduğuna inanma, gördüğünün de yarısına inan!..” Artık bu söz bile eksik kalıyor.

Çünkü sosyal medya ile had safhaya varan ve hepimizi bir şekilde yanlışa, yanılgıya düşüren bilgi kirliliği, elimizde kanıt olmadan birilerini yargılamamıza neden oluyor. 

Bilgisayar, tablet, cep telefonu ve TV ekranları bizi hüsn-ü zanda değil su-i zanda bulunmaya teşvik ediyor. 

Hepimize dünya görüşümüzü okşayacak görüntüler ve yazılar pompalanıyor bu ekranlardan ve bizi birbirimize düşürecek fitne tohumları serpiyorlar üzerimize. 

İçeride birbirine düşmüş toplumları daha rahat sömürebileceklerini çok iyi biliyor birileri. 

O birileri, bunu dünyanın gözüne baka baka onlarca ülkede gerçekleştirdiler çünkü.. 

Oysa kadim kültürümüz bize hüsn-ü zanı, iyi düşünmeyi öğütler, kesin delil olmadan duyduğunu söylemeyi bile ahlaka aykırı bulur, “odadan ağzı kan içinde bir kedi çıkarken görsen, ‘içerideki ciğeri bu kedi yedi’ diyemezsin” diyerek adaletin kesin delil istediğini hatırlatır. 

Zandan sakınmamız gerektiği belirtilir ısrarla. 

İlle de zan edeceksen hüsn-ü zan et” diye uyarır.

Alimler su-i zanda bulunabileceğimiz kişileri; “din, ahlak ve devlet düşmanlığını ilan eden kişiler” olarak belirlemişlerdir.

Konumuzla örtüşen "balta hırsızı" isimli eski bir hikayede şöyle bir olay geçmektedir:

Bir adam, baltasını kaybeder. Onu, komşusunun oğlunun aldığını sanmaktadır. 

Komşu çocuğunun hareketlerini gözlemlemeye başlar. 

Her şey, onun balta hırsızı olduğunu göstermektedir. 

Yüzü de balta hırsızını andırmaktadır, yürüyüşü, hareketleri ve bakışları da. “Çünkü…” diye düşünür; “balta hırsızı olmayan bir insan böyle davranamaz, böyle bakamaz.” 

Adam, bir gün baltasını bir çukurda unuttuğunu hatırlar. O çukura gittiğinde, baltasının olduğu gibi bu çukurda durmakta olduğunu görür.

Ertesi gün, komşu çocuğunu gördüğünde çocuğun hiçbir hareketinin bir balta hırsızına benzemediğini fark eder.

Görünüşü de bir balta hırsızı gibi değildir. 

Hatta çocuğun yüzünde birçoklarına göre sevimlilik ve güven vardır...

Kötü düşüncelerle, kesin olmayan bilgilerle, varsayımlarla vardığımız hükümler, hayata baktığımız camları kirletiyor ve her şeyi kirli görmeye başlıyoruz. 

Bizim için hep karşımızdaki kusurlu, hep karşımızdaki yanlış yapıyor. Oysa Hazreti Mevlana, kusur arayanlara “bütün aynalar sizin” diye sesleniyor.  

Fakat umutsuzluk bize yakışmaz. 

Bu günümüzü kurtarmak, geçmişle bağımızı kopartmadan birlik, beraberlik içinde bir geleceği inşa edebilmek adına gelin, temizliğe önce kendi kalbimizden, kendi kusurlarımızdan, hayata baktığımız ekranlardan-camlardan başlayalım. 

Ve; Mevlana’nın “Etme” şiirinde “Ey, makamı var ve yokun üzerinde olan kişi!..” diyerek seslendiği Tebrizli Şems’in, adeta bu günün bilgi kirliliğine işaret eden şu sözleri küpe olsun kulağımıza:

Zanlarını, önyargılarını ve dahi bütün genellemelerini koy bir çuvala ve hepsini terk et. 

Kimsenin aleyhine konuşma, kem dille yargılama, bil ki yanılırsın. 

Ne kadar bilsen de hiçbir zaman yeterince bilemeyeceğini unutma. 

Tevazudan şaşma. Ancak o zaman kurtulabilirsin bilginin cehaletinden.

.

Hüseyin Burak Uçar, dikGAZETE.com