Kimmerlerden Hemşinlilere Anadolu Kırım etkileşimi
Kimmerlerden Hemşinlilere Anadolu Kırım etkileşimi
- 21-08-2024 07:07
- 4400
- 21-08-2024 07:07
- 4400
KİMMERLEDEN HEMŞİNLİLERE
ANADOLU KIRIM ETKİLEŞİMİ
Mykenler örneğinde olduğu gibi, Geç Bronz Çağı’ndan itibaren Akdenizli halkların Karadeniz’e yelken açarak, bölgenin yerli halklarıyla temas kurdukları bilinmektedir. Coğrafi keşif, maden arama ve ticaret yapma amacıyla gerçekleşen bu seferler ile Karadeniz’in tanınmaya başlaması söz konusudur. Her durumda Karadeniz, Akdeniz için yapılmış gemilerle gelen bu halklara pek de iyi davranmamıştır. Karadeniz, kuvvetli akıntıları, sık sık oluşan sisleri, aniden patlak veren fırtınaları, sığınılacak limanların azlığı ve yerli toplulukların düşmanlıkları ile belleklerde yer etmiş; ondan korkulmuştur.[1]
Helenlerin, İÖ. 750-550 yıllarında Karadeniz kıyılarında birçok koloni kurmalarıyla, bu denizin Akdeniz ile olan bağlantısı canlanmış olmakla beraber, aşağıda belirtildiği üzere, Karadeniz ile Akdeniz arasındaki bağlantıların ilk önemli canlılığı Ceneviz ve Venedikliler sayesindedir.[2]
Bilinen sakinleri Tauriler ve İskitler’den sonra Kırım tarımsal üretim sıkıntısı çeken Miletli Yunanlar tarafından mesken edilmeye başlanmıştır. Kırım dâhil Karadeniz sahillerinde yerleşim yerleri kuran Yunanlar, MÖ 7. ve 5. yüzyıllar arasında, özellikle Kırım’ın güneybatı ucunda, günümüze de kalıntıları kalmış olan Hersonisos kolonisini kurmuştur.[3]
Karadeniz bölgesindeki ticaretin merkezi olan Kırım’da ilk Yunan kolonileri milattan önce VI. yüzyılda kurulmuştur. Fakat bu Yunan kolonileri sadece Kırım’ın sahil bölgelerinde hakim olmuştur. Kırım’ın iç bölgelerinde egemenlik tesis edememişlerdir.[4]
Bu kolonilerden M.Ö.VI. yy.’da bir deniz imparatorluğuna dönüşen Miletos, Karadeniz kıyılarında başlıcaları, Sinope (Sinop), Kerasos (Giresun), Amisos (Samsun), Trapezos (Trabzon), Herakleia Pontika (Karadeniz Ereğlisi) Kotyora (Ordu) gibi ticaret ve balıkçılık merkezlerinde koloniler kurmuştur. Karadeniz’in (Euxeinos) kuzey kıyılarında, Olbia (Yuzhne), Tomis-Costanta (Köstence), Pantikapeon (Kerç), Chersoneseus (Kırım)’u kurarak, her tarafı kolonize edilmiştir.[5]
Marmara ve Karadeniz kıyılarında kurduğu kolonilerle beraber büyük bir ticaret ağı oluşturan ve ticari merkez görevi görerek zenginleşen Miletos, kültür, felsefe ve bilime de başkentlik yapmıştır.[6] Böylece Kırım-Anadolu ile etkileşim başlayacak, bu etkileşim, deniz yoluyla Mısır’dan İtalya ve İspanya’ya, karayoluyla Çin’den Kuzey Avrupa’ya tüm eski dünyayı kapsayacaktır.
Antik Grek kaynaklarında Karadeniz, “Pontus Euxinus (konuksever deniz)” olarak geçmektedir. Bu adın Grekler tarafından Karadeniz’e verilmesinin nedenleri üzerine birtakım varsayımlar oluşmaktadır. Karadeniz’in Grekler tarafından “konuksever deniz” olarak adlandırılmasında; bu bölgenin Grek anakarasına göre toprak verimliliği, denizcilik uygulamalarını kolaylaştıran doğal limanları ve belirli bölgelerdeki yumuşak iklimin etkili olduğu olabileceği düşünülmektedir. Karadeniz; Grek toplumu için yaşamaya oldukça elverişli olup, ana yurtlarına göre tarım yapabilme olanakları da daha geniş bir bölgedir. Bunun yanında bilinen en eski dönemlerden başlayarak denizci ve deniz ticaretiyle uğraşan bir toplum olduğu bilinen Grekler için Karadeniz, var olan halklara oldukça geniş denizcilik olanakları sunmuştur. Ayrıca Karadeniz’den uzakta kalan kuzey kesimler dışında kıyıya yakın olan bölgelerin elverişli ve ılıman bir iklim ortamını barındırdığı ve hava açısından yaşam koşullarının kıyı kesimlerinde herhangi bir olumsuzluk oluştur madığı bilinmektedir.
Karadeniz’deki Grek kolonilerinin hepsinin kıyıya yakın bölgelerde kurulması da bu durumlar ile doğrudan ilgilidir. Karadeniz’in Grekler tarafından Pontus Euxenius (konuksever deniz) olarak adlandırılması üzerine; Greklerin bu bölgeye yerleşmeye başlaması ve koloniler kurma sürecinde yerli halklarıyla büyük çaplı bir egemenlik mücadelesine girme gereksinimi duymaması da var olan düşünceler arasındadır. Karadeniz’in kolonileşme sürecinde kıyı bölgelerinde Greklerin yerleşmesini engelleyebilecek bölgede büyük askeri ya da siyasi bir güç o dönemde bulunmamakla birlikte Karadeniz’in kuzey düzlüklerinde bütünüyle egemen güç olan İskitler; Greklerin Karadeniz kıyılarına yerleşmesine herhangi bir olumsuz tepki oluşturmamış, kurulan ticari düzenden İskitler büyük ekonomik gelirler elde etmiştir. Denizcilikle ilgili herhangi bir ilgisi bulunmayan ve ekonomisi doğrudan hayvancılığa bağlı olan İskitler için önemli olarak görülen bölgeler Karadeniz’in kuzeyindeki otlak araziler olup, deniz kıyısındaki bölgelerin İskit yaşam ve üretim biçimi bakımından herhangi bir önemi bulunmamaktadır.[7]
Hellen-İskit ilişkileri ise VII. ve VI. yüzyılda oldukça dostane görünmektedir. Bu dostane ilişkiler sonucunda Hellenler Karadeniz kıyılarında birçok koloni kurabilmişlerdir. Özellikle Olbia, Pantikapeia ve Azak şehirlerinde birçok Hellenli mezarı ve eşyası bulunmuştur.[8]
Arkeolojik bulgular ve antik yazılı kaynaklara göre Karadeniz çevresindeki bozkır toplumlarının varlığı MÖ II. binyıldan başlamak üzere takip edilebilmektedir. Karadeniz çevresinde egemen güç olduğu bilinen Kimmerler; MÖ IX.-MÖ VIII. yüzyıllarda bölgeye İskitlerin gelmesine kadar toplumsal ve yönetsel düzenlerini korumuşlardır. İskitler; Kimmerlerin Karadeniz çevresinde oluşturmuş olduğu politik ve askeri gücü MÖ VIII. yüzyıldan başlamak üzere üstlenmiş ve bölgedeki çeşitli toplumlara kendi hegemonyasını kabul ettirmiştir. Böylece Karadeniz çevresinde Kimmerler ile yayılan bozkır kültürünün varlığı, yine aynı kültüre ait olan İskitler aracılığıyla bölgede sürdürülmüştür.[9]
Kimmerler, İskitler ve Sarmatlar; sırasıyla birbirleri arasında giriştikleri mücadeleler sonucunda arada herhangi bir kesinti olmadan Kuzey Karadeniz’deki bozkır toplumları egemenliğini birbirine devrederek devam ettirmişlerdir.[10]
Kırım kelimesinin Herodot (Herodotos)’ta “Kimmerya”dan yani Kimmerlerin, Kırım’da “Kimmerikum, Kimmeris, Kimmerika (Kimmerike)” gibi ticari koloniler kurmasıyla bağlantılı olduğu da vurgulanmaktadır.[11]
İşte bu sebeple Kırım adının Krimen (Crimen)’den türediği ileri sürülmektedir. Kimmerler[12], Antik Grek kaynaklarında “Kymmerioi/Kymmerios” adıyla tanımlanırlar.[13]
Asurlular Kimmerleri “Gimirrai”, İskitleri “İskuza/Asquzai” olarak adlandırmıştır. Urartular ise Yine Akkadca’da Gamir(e), Grabarca’da Qamir-k, Gürcüce’de Qmiri olarak geçmektedir. Rus araştırmacılarından İ.M. Dyakonov, Kimmer adının Eski Doğu dillerinde qamir, qomer, qimirri, qimirray biçiminde telaffuz edildiğini, hatta Eski Ahit’te Qãmer yerine hatalı bir şekilde Gomër yazıldığını belirtmektedir.[14]
Türk dillerinde Kimmer adı Qaman, Qambay, Kambar, Kamer, Qamerli, Qomer olarak geçmektedir.[15]
Kırım adının bu yarımadanın eski sakinlerinden Kimmerlerin değiştirilmiş hali ve Eski Kırım (Solhat)’ın bu halkın yaşadığı bir yer olduğu da kabul edilir.[16]
Nitekim, "Kırım" (Crimean) kelimesinin de "Kimmer" kelimesinden türediğinin bilindiği çok sayıda kaynakta yer almakta olup,[17] günümüzdeki Kerç Boğazı'nın antik dönemlerdeki adının Bosphorus Kimmerius (Kimmer Boğazı) olması ve Kimmerikon kenti gibi yerleşim adlarının olması bu görüşü desteklemektedir. Bu arada, Trabzon yakınındaki Ağrımış Dağı’nın Antikçağda “Kimmerius Dağı” adını taşıması[18], bunun dışında Kırım Yarımadası’nda bugün Çadır Dağı olarak bilinen dağların da eski çağda “Trapezous Dağları” olarak adlandırıldığı[19] bilgisi dikkat çekicidir.
Kimmeryalı tanımlamasıyla hatırlanan ve Arnold Swarzenegger’ın tarafından sinemada boy göstermesiyle dünyaca tanınır hale gelen Conan karakterinin yaratıcısı Robert E. Howard’ın bu karakteri oluştururken Cengiz Han’dan esinlenmediğini ilginç bir not olarak kayda alalım.
MÖ VIII. yüzyıldan başlayarak İskit egemenlik alanında bazı ticari etkinlikler gerçekleştirdiği bilinen Greklerin, güçlü bir askeri kültürü olduğu bilinen İskitler ile iyi ilişkiler kurmayı amaçladıkları düşünülmektedir. Karadeniz’in kuzeyinde Grek yerleşiminin başlaması ve gelişimi sürecinde Greklerin bölgede herhangi bir askeri mücadeleye girmek gibi bir girişimi bulunmadığı anlaşılmaktadır.[20]
İskitlerin MÖ XI.-XIII. yüzyıllardan başlamak üzere Karadeniz çevresine yerleşmeye başlamasıyla birlikte buradaki toplumları kendi askeri – politik koruması altına almış, bölgede kendi hegemonyasını kabul ettirmeyi kısa sürede başarmıştır.
MÖ VII. yüzyılda Grek kolonicilerin Kuzey Karadeniz’e gelip yerleşmeye başlamasıyla birlikte burada egemen güç olan İskitler ile karşılaşmışlar ve böylece birbirinden oldukça farklı kültürel altyapı ve yaşam biçimine sahip olan Grek ve İskit toplumlarının birbirini tanıması durumları ortaya çıkmıştır. İskitler ve Grekler; birbirinin eksik ya da gelişmiş olan özelliklerinden etkilenerek Karadeniz’in kuzeyinde ortak bir kültür oluşmuştur.[21]
Kimmerlere gelince; Kimmerlerle ilgili ilk yazılı kaynak Homeros’un Odyssea’sıdır. Ancak detaylı bilgiler Herodotos’tan gelir. Buna göre Kimmerler İskitlerin baskısıyla Araxes (Volga) ırmağını geçerek bugünkü Gürcistan sınırlarına gelirler. Buradan iki kol haline harekete geçerek, bir kol Anadolu’ya girerken diğeri İran üzerinde Media’ya uzanır. Anadolu’daki Kimmer izlerine Sinope’den Ephesos’a kadar oldukça geniş bir coğrafyada rastlamak mümkün olmaktadır.[22]
İskit baskısı sonunda Kafkas geçitlerini aşan Kimmerler, Doğu Anadolu'ya ulaşmışlardır. İskitler'e izlerini kaybettiren Kimmer toplulukları kısa zamanda Urartu yerleşim sahasına yayılmışlardır. Doğrudan Kimmer saldırılarıyla karşı karşıya kalan Urartu kralları, bu saldırıları önlemek için gayret sarfetmişlerdir. M.Ö. VIII. yüzyılın sonlarında Kimmer akınlarına karşı koyabilmek için mücadele eden Urartulular, onlarla anlaşma yolunu seçmek zorunda kalmışlardır. Yine, Asurlular'la da mücadele eden Kimmerler, Anadolu içlerine kadar yayılarak Frigler'e saldırmışlar ve oradan Batı Anadolu'ya ulaşarak, Lidyalılar'a güç anlar yaşatmışlardır. Kimmerler'in İskitler'in baskısı sonucunda Anadolu'ya indikleri zaman M.Ö. VIII. yüzyılın sonlarından, Batı Anadolu'da Lidyalılar'ın son Kimmer boylarını Kızılırmak'ın doğusunda Kapadokya bölgesine sürdükleri M.Ö. VI. yüzyılın başları düşünüldüğünde, takriben yüz yıl Anadolu'da varlıklarını sürdükleri anlaşılır. Hatta Urartu, Asur, Frig ve Lidya gibi o devrin büyük devletlerinin Kimmer akınları karşısında dehşete düşerek, çeşitli tedbirler aldıkları ve Kimmerler'in onlar için küçümsenemeyecek bir düşman olduğu düşünülebilir. Bunu Kimmerler'le çoğu kez anlaşma yolunu seçmiş olmalarından da anlamaktayız.[23]
Friglerle yaptıkları mücadelelerde yıkıcı etkilerini gösteren Kimmerler’in ana göç koluna mensup olan boylar bu dönemden sonra Kapadokya’ya yerleşerek burada bir devlet kurmuşlar ve bu devletin varlığından dolayı Ermeni kaynaklarında Kapadokya bölgesine[24] Gomer veya Gamirg adı verilmiştir.[25]
Lydia Kralı Alyattes'in, 591-585 yıllarında doğudan gelen Med'lerle savaştığı, bunun hemen öncesinde Kimmer'leri Kızılırmak'ın doğusuna sürdüğü, daha sonra ise 585 yılında Lydia ve Med'ler arasında yapılan anlaşmayla Kızılırmak'ın sınır olduğu ve Kimmer'lerin bu iki güç arasında eriyerek tarih sahnesinden çekildiği düşünülmüştür.[26]
İ.Ö. 595 yıllarında Alyattes'in Batı Anadolu'daki Kimmer istilasına son vermesi, Kimmer'lerin buradan tamamen çıkarıldığı anlamına gelmemektedir. Asıl çıkarılış İ.Ö. 570 yıllarında Alyattes oğlu Kroisos'un Antandros merkezli Kuzey Batı Anadolu Kimmer'lerini de buradan sürmesiyle olmuştur.[27]
Kimmerlerin peşi sıra Anadolu’ya bu kez İskitler gelmiştir. Bu iki topluluğun Anadolu’ya ulaşmasıyla birlikte Amazon efsanesinin gündemde yer almaya başladığı görülmektedir. Amazonların yaşadıkları ya da bulundukları bölgelerin oluşturduğu coğrafyanın genişliği kuşku uyandırıcı gelmektedir. Ancak hepsinin ortak bildirdiği yer Thermedon Nehri kıyıları ve Maeotis Gölü (Azak Denizi) kıyılarıdır.[28]
Amazonların Anadolu’ya ilk olarak M.Ö.8.yüzyıldaki Kimmer akınlarıyla gelmiş oldukları Homeros’un İlyada’sında Priamos’un ağzından aktarılmıştır. Kimmer ordusunda yer alan kadın savaşçılarla ilk kez karşılaşan Yunanlıların dikkatini çekmiş ve şaşırtmış olmalıdır.[29]
Strabon, Anadolu’da birçok şehrin Amazonlar tarafından kurulduğunu ve bu şehirlerde kurucularının mezarlarının ve diğer anıtlarının da bulunduğundan bahsetmektedir.[30]
Sinope’nin isim kaynağı olarak bir Nymphe’nin ismi olduğu ya da bu bölgenin kralı ile evlenen bir Amazon’dan aldığı öğrenilmektedir.[31]
Şu halde, Ege kıyılarından Karadeniz ve Kırım’a başta Miletliler olmak üzere İon kolonileri vasıtasıyla başlayan etkileşim, bu defa Kırım’dan Kimmer ve ardından İskit akınları ile Frigya (Gordion), Lidya (Sardes/Salihli)’ya kadar uzanmış, İskitlerin Greklerle bu kez Ege’de karşılaşması ve yer adlarını miras bırakmaları bir yana, o dönemlerde Anadolu’ya gelen savaşçı kadınlar Amazonların İzmir’e isimlerini verecek kadar efsaneleşmelerine yol açacaktır. Diğer bir ilginç nokta ise, göçebe bir topluluk olan Kimmerlerin yerleşik oldukları nadir, bir görüşe göre tek, fakat her halükarda en son kent olan Antandros’un Roma’nın kuruluş efsanesindeki önemidir. Çünkü, Troia düştükten sonra kahraman Aeneas’ın yeni bir yurt kurmasına ilişkin geçen olaylar, Vergilius’un “Aeneis” destanında anlatılmış, Aeneas, Troia şehrini terk edip İda Dağı üzerinden Antandros’a gelmiş ve burada gemilerini yaptıktan sonra Anadolu’da ayrılmıştır.[32]
Çok sayıda limana uğrayan Aeneas, İtalya’daki Castro bölgesine ayak basmıştır; burada Roma İmparatorluğu’nun temelini atmıştır.[33]
Daha sonraki dönemde Anadolu’daki baskın unsur Roma olacaktır. Bu da, bir başka efsanenin doğuşu anlamına gelmektedir. Pontus Kralı Mithridates. Romalıların, İzmit’te ölen Kartacalı Hannibal ile birlikte en çekindikleri isim olan Mihridates’in Anadolu, Anadolu olduğu kadar Kırım’la da bağlantısı güçlüdür. Nitekim, son nefesini Kırım’da vermiştir.
Mithradates’in İÖ. 133 yılında Sinope’de doğduğu[34] kayıtlıdır. 5 İÖ. VII. yüzyılda Miletos’lular tarafından kurulan Sinope, kısa zamanda gelişip güçlenerek, İÖ. V. yüzyılın başından itibaren kendi sikkelerini basacak seviyeye ulaşmıştır. Daha sonra Doğu Karadeniz sahillerinde Kotyora (Ordu), Kerasos (Giresun) ve Trapezus (Trabzon) kolonilerini kurmuştur.[35]
Amisos (Samsun) limanı, Sinope kadar iyi olmasa da, Kappadokia’yla olan gelişmiş yol ağı sayesinde Pontos’un iç kısımlarıyla daha rahat bir ulaşım imkanına sahipti. Adeta Pontos ve Kappadokia’nın dünyaya açılan ticaret kapısı konumundaydı.[36]
Mithradates’in, Pontos ve Kolkhis Dağları’nda bulunan zengin demir, gümüş, bakır ve altın madenlerini aktif olarak işletmeye başlaması, onu kısa zamanda sadece Küçük Asya’nın değil, dünyanın en zengin krallarından biri yapmıştı. Dahası bir yandan Tanaïs (Don) ve Istros (Tuna) ırmakları arasındaki Skythia, Tauros, Bastarnai, Sarmatia ve Thrakia kabilelerinden Maiotis (Azak) Denizi’ne kadar bütün savaşçı kavimlerle ittifaklar kurmuş, müttefiklik anlaşması yapmış, diğer yandan da ülkesine komşu Armenia Kralı II. Tigranes’le kızı Kleopatra’yı evlendirmiş ve Parthia Kralı Arsakes’le bağlaşıklık anlaşması imzalamıştı.
Romalıların düşmanı Cimbri kabilesiyle anlaşma yapmak üzere elçilerini göndermiş; ayrıca Anadolu’nun savaşçı kavmi Galatları da kendisine bağlamıştı. Suriye ve Mısır krallarıyla; Hellas ve Africa kentleriyle ve hatta Italia’da Roma’ya karşı ayaklanan İtaliklerle yakın ilişkiler kurmuştu. Ayrıca, egemenliği altındaki Kolkhis Bölgesi, Mithradates’in denizlerde hakimiyet sağlayabilmesi için inşa etmesi gereken deniz filosuna doğal bir kaynak teşkil ediyordu.[37]
Bu durumda Roma ile kapışmak kaçınılmaz olacaktı. Mitridates defalarca üstün geldiği Roma karşısında, en nihayetinde oğlunun ihanetiyle kaybedecektir.
Kral Kırım’da, Kimmeria Bosporos’unun kıyısında yükselen ve o zamandan beri “Mithradates Dağı” olarak adlandırılan bir tepede, Romalılara teslim olmaktansa hayatına son vermeye karar vermişti. “Yaşlı kral Romalıların zafer alayında teşhir edilmektense ölmeyi tercih etti. Tuna Gallia’lılarından kurulu, Bituitos komutasındaki muhafız alayını yanından uzaklaştırdı. Karılarını gönderdi. O zamana kadar kendisini hiç yalnız bırakmayan iki kızıyla baş başa kaldı. Daima kılıcının kınında taşıdığı zehri çıkartarak hazırladı. Çocukluklarından itibaren birlikte büyümüş Kıbrıs ve Mısır krallarıyla nişanlı olan Mithradatis ve Nysa adlı kızları da onunla birlikte zehir içerek intihar etmek istediler. Kızlar zehri içince zehir hemen etkisini göstermiş ve yıldırım çarpmış gibi düşerek ölmüşlerdir. Mithradates ise, çok yüksek dozda ölümcül zehir almasına ve zehrin bir an önce kanına karışıp etkisini göstermesi için yürümesine ve hareket etmesine rağmen bir türlü ölememiş; canı bedeninden ayrılmak istememiştir. Kral kendisini öldürmek için elini kılıcına atmış; fakat bedeni uyuştuğu için kolunu rahat hareket ettirememiştir. Bu sırada isyancılar neredeyse kralı ele geçireceklerdi. Dışarıdan gelen sesler gittikçe yaklaşıyor, gürültü artıyordu. Bunun üzerine kral kendisini son ana kadar terk etmeyen özel koruması ἡγεμὼν Κελτῶν=Kelt komutan Bituitos’u 2136 yanına çağırdı. Düşmanlarına karşı onun sağ kolundan birçok kereler yararlandığını söyledi.
Gallia’lı komutandan, büyük bir imparatorluğu uzun yıllar tek başına yönetmiş olan kendisini öldürüp, onun Roma’daki zafer töreninde sergilenme tehlikesini de ortadan kaldırmasını istedi. Böylelikle kralına karşı son ve en büyük iyiliği yapmış olacağını ifade etti. Bituitos kralı iyi bir ücret karşılığı isyancılara teslim edebilecekken, kılıcını çekerek bir vuruşta kralı öldürmüştür. Pharnakes yanlıları o sırada içeri girmişler, yerde serili yatan ölünün kargıları ve bıçaklarıyla yüzünü ve vücudunu delik deşik ederek tanınmaz hale getirmişlerdir.”[38]
Mithridates’in zehire bağışıklığı çocukluğundan beri her türlü zehri vücuduna alarak etkisini ortadan kaldırmasına dayanıyordu. Zaten çoğu hastalığı tedavi edecek farmakoloji bilgisine sahipti ki, Roma ordusunu “deli bal” yemeğe yönlendirerek ilk “kimyasal savaşı” gerçekleştirecekti. Eupatorium (Koyunpıtrağı) Mithridates Eupator’a adanmıştır.[39]
Nitekim, kültür, sanat, askeri bilgi ve direnci ile efsane olmasına karşın yüzyıllar boyunca bitki bilimine hakimiyetiyle anılacaktı. Mithridates, 54 baharat ihtiva ettiği belirtilen “Mithridaticum” adlı bir antidot (panzehir) hazırlamıştır. Mithridaticum sözcüğü daha sonra kısaltılarak “Mithir” olmuştur. Yunanca veya Rumca‟da th, s gibi okunduğundan “Misir” şeklini almıştır. Zamanla “misir” sözcüğü Osmanlı Türkçesi’nde mesir sözcüğüyle aynı okunuşu alarak, anlam olarak da “mesir” e yani eğlence ve şenliğe dönüşmüştür.[40]
Mesir şenlikleri, Mithridates’in zehirlere karşı yaptığı macunun Venedik’te her yıl Mithridates için yapılan törenlerin değişik bir şekilde XVI. yüzyılda Mesir Bayramı olarak Anadolu’ya girmesidir.[41] Mithridaticum yüzyıllar boyunca Avrupa’da kullanılacaktır.
İran kökenli olduğu bilinen Mithridat ailesinin kurmuş olduğu Mithridat Krallığı[42], Trabzon ve çevre illeri ile Kırım’ı da içine alarak “Bosporus” adı ile M.S 343 yılına kadar varlığını sürdürmeye devam etmiştir.[43]
Kırım’ın Rusya’ya katılmasından sonra Gözleve/Kezlev, Evpatoria adını aldı.[44] Aslında Kerkinitis veya Kerkinitida adı milattan önce 2. Yüzyıl sonlarında VI. Mithridates Eupator’un lakabına atfen Eupatoria olarak değiştirilmişti.[45]
Evpator, milattan önce VI. Yüzyılda Pers İmparatorluğu’nu kurmuş olan Akamenes Kurus soyundan Pontus kralı İran asıllı Mihridat’ın “ünlü soylu” manasına gelen unvanıydı.[46] Etimolojik bir görüşe göre ise, Eupator “iyi baba” anlamını taşımaktadır.[47]
Bir başka Evpotaria ise Anadolu’dadır ve ismini yine Mithridates’ten alır. Nitekim, Pontos Kralı VI. Mithradates kendi ismine izafeten Eupatoria (Taşova/Amasya) adında bir kent kurmuştu.[48] Böylelikle, Sinop’ta doğup Anadolu’ya hükmeden Mithridat ismini Kimmerlerden alan Kırım’daki Kimmer (Kerç) Boğazında ölecek, ismi her iki coğrafyada da yaşayacak, Osmanlı’nın şehzadeler şehri Manisa’da her sene hatırlanacaktır.
Kırım’da, etnik/dini grup olarak, Rumlar M.Ö. VI. yüzyıldan itibaren, Ermeniler ve Yahudiler M.Ö. I- M.S. IV. yüzyıldan itibaren yaşamaya başlamışlardır.[49]
Museviliğin yayılmasında, Gotlar ve onları Kırım’da dağlık bölgeye süren Hunlardan sonra Kırım’a hakim olan Hazarların etkisi büyük olmuştur. Hazarların bağımsız devletlerini kurmaları ise Göktürklerin Volga civarındaki hakimiyetinin sona ermesinden sonra olmuştur.
630’lu yıllarda Hazarlar henüz Göktürk Devletini oluşturan Türk gruplarından birisidir. Onların bağımsız olarak teşkilatlanması 650’li yıllarda Göktürk Devletinin Çin hakimiyetine girmesinden sonra meydana gelmiştir. Karadeniz’in kuzeyi, Kafkasların Karadeniz sahilleri, Kuban nehri boyları ve Kırım, Hazarların eline geçmiştir. Bu bölgelerin Hazarların hakimiyetine alınması Bizans ile olan münasebetlerin artmasına neden olmuştur. 695 yılında Bizans İmparatoru II. İustinianos, imparatorlukta meydana gelen bir ayaklanma sonucunda tahttan indirilmiş ve Kırım’ın bir kenti olan Herson’a gönderilmiştir. 700-704 yılları arasında İustinianos, Herson’dan ayrılarak Kırım’ın bir diğer kenti olan Doros’a kaçtı ve Hazar Hakanı Bazir Yıbos’tan sığınma talebinde bulundu. Hazar hakanı hem onun talebini karşıladı hem de kızkardeşi ile evlenmesine müsaade etti. Hazar prensesi, 704 yılında İustinianos’la evlendikten sonra Hıristiyan olmuş ve vaftiz edilerek Teodora adını almıştır. Teodora ve İustinianos, bir süre için Kırım’da bulunan Tmutarakan’a yerleşmişler ve burada Tiberios adını verdikleri bir oğulları olmuştur.[50]
730 ve 732 yıllarında Bizans imparatoru III. Leon (717-741), Hazar hakanı Bihor’a elçiler göndererek oğlu Konstantinos ile hakanın kızı Çiçek’in evlenmeleri için teklifte bulundu. Hakanın teklifi kabul etmesi üzerine Çiçek ve Konstantin evlendiler. Evlendikten sonra Çiçek, İrina ismini almıştır. 750 yılında Konstantinos ve İrina’nın Leon adında bir oğulları oldu. III. Leon’un ölümü üzerine 741 yılında Hazar hakanın damadı olan V. Konstantinos (741-775) Bizans tahtına geçti. V. Konstantinos’un ve Çiçek’in oğlu olan IV. Leon (775-780) “Hazar Leon” adıyla Bizans imparatoru olmuştur.[51]
Doğu Roma İmparatorluğu, Karadeniz tarafından gelebilecek herhangi bir tehlikeye karşı başkenti Konstantinopolis’i korumak için Kırım’daki Kersonesos şehrini tahkim etmiştir.[52]
Aslında, Bizans imparatoru Birinci İustinianus (527-565) döneminde Kırım’ın Keriç yarımadası sahasında kendi göçebe hayatlarını sürdüren Hunların başı Grod Konstantinopolis’e giderek İustinianus tarafından vaftiz olunmuştu. İmparatordan çok sayıda hediye kabul ederek bizanslara kendi Hun ahalisinin arasında hristiyanlığı yaydırılmasını devam edeceğinden inandırıcı sözler vererek Grod Kırım’a dönmüştü. Amma Grod tarafından yapılan bu hareket Grod’un kavimin içerisinde iyi kabul edilmemişti. Hunlar kendilerine Grod tarafından eski dinlerini Hristiyanlık dinine değiştirmelerinin teklifi ne kendi cevapların yerine Grod’un kafasını kesmişlerdi ve Grod’un ağabeyi Mugelin komutanlığının altında Kerç ve Taman (Kafkas tarafında) yarımadalarındaki tüm Bizanslara ait olan kalelerini dağıtmışlardı.[53]
Birkaç yüzyıl boyunca Bizanslılar Kırım’daki stratejik bölgelerde Hıristiyan Ortodoks piskoposlukları kurdular. Doros’ta, Kerç’te, Sudak’ta ve Kerson’da bunların yanı sıra Tumutorokan ve Hazarya’nın başkenti İdil’de VIII. yüzyılda çeşitli piskoposluklar bulunmaktaydı. Bu piskoposların amaçlarından biri Bizans dinini Hazarlara, Bulgarlara ve hem Hazarya sınırları içerisinde hem de onun çevresinde yaşayan kabilelere yaymaktı.[54]
9. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Ruslar, Hazar ülkesinde özellikle ticari alanda etkili olmaya başlamışlardır. Rusların sahip olduğu bu rahatlık, Kiev Knezi I. İgor'un Kiev şehrini ele geçirerek buraya yerleşmesini sağlamıştır. Girdiği uzun mücadeleler sonucunda Dinyeper Nehri üzerinden Karadeniz'e inen büyük ticaret yolunu ele geçirerek, bazı Slav kabilelerini Hazar egemenliğinden almıştır. Ruslar, yine bu bölgede Hazar hâkimiyetine son vererek, dağınık bir halde yaşayan Slav kavimlerini bir daire altında toplayarak devlet haline getirmişlerdir. Ruslar, ilk defa 913'te Hazar ülkesine bir sefer düzenlemişlerdir.(…)
Svylatoslav 965 yılında, Don Nehri bölgesinde bulunan Sarkel kalesini işgal ederek Don Nehri’nin kontrolünü ele geçirmiştir. Sonrasında Kuban civarındaki Tamatarkan kalesini ele geçirdi. Buradan hareketle İtil kentine ulaşan Svyatoslav bu kenti de ele geçirerek Hazar Hakanlığı’na son vermiştir.[55]
Hazar ismi Hazar Denizi’nde yaşamakta, bakiyesi Karaylar[56] ise Kırım’da varlıklarını devam ettirmektedirler. Karaylar, Yahudiliği (belki Karai Mezhebini) kabul etmiş, Kırım’ın çeşitli bölgelerinde de yerleşmiş olan, VII.-X. yüzyıllar arasında yaşayan Hazar–Türk göçebe halkının torunlarıdır. Günümüzde bu görüş Karay liderleri arasında resmi ve hâkim görüş olarak kabul edilmektedir.[57]
17 Mayıs 1918’de çıkan büyük Hasköy yangınından sonra İstanbul’un çeşitli semtlerine dağılan Karayların bugün yoğunlukla yaşadıkları yerler Balıkpazarı, Balat, Edirnekapı, Galata civarı ve Karaköy’dür.[58] Hatta “Karaköy” adının Karayların topluca yaşadığı yer anlamına gelen “Karay Köy” den geldiği bile iddia edilmektedir. Kırım’da Karaylar’dan ayrı olarak Türk dilli bir başka topluluk olarak Kırımçakların varlığını da not edelim.[59]
Bizans’ın Kırım merkezli Hristiyan misyonerlik çalışmaları ise Rusların bu dine geçmeleri gibi tarihi bir sonuç doğuracaktır.[60]
Kiev Knezi Vladimir 987 yılında ordusuyla birlikte Kırım’daki Bizans şehirlerinin en önemlisi olan Hersones’in üzerine yürümüş ve şehri kuşatarak düşmesini sağlamıştır. Bu durum üzerine Bizans imparatoru II. Basileios Vladimir’le yeniden anlaşmak zorunda kalmış ve daha önceki anlaşmaya binaen Hıristiyanlığı kabul etmesi şartıyla kız kardeşi Anna’yı ona göndereceğine söz vermiştir.[61]
Anna’nın ruhbanlar eşliğinde Hersones’e gelmesinden sonra, Vladimir vaftiz olmuş ve onu müteakiben askerlerinin birçoğu da vaftiz olarak Hıristiyanlığa girmiştir.[62]
Hazarların tarih sahnesinden çekilmesinde rol oynayan Peçenekler Kırım’dan Kiev’e kadar olan alanda etkili olacak, Bizans ile yoğun askeri ilişkilerde bulunacaktır. Ardından gelen Kıpçaklar ise kuzeydeki sahaya “Deşt-i Kıpçak” adını verecek kadar yoğun bir demografik katkı sunacaktır. Hazar Devleti’nden hemen sonrasında ortaya çıkan Selçuklular ise Anadolu ve Kırım’da adından söz ettirmeye başlayacaktır. Selçukluların kurucusu Selçuk Bey’in babasının ismi Dukak’tır Tuğrul Bey’in Dîvân-ı İnşâ reisi olan İbn Hassûl’ün bir kaydından hareketle Dukak’ın Hazar hakanına tâbi olduğunu iddia edenler de vardır.[63]
Ayrıca, Trakya’daki arazilerini yağmalayan Peçenek, Kuman ve Uzları askerî güç kullanarak durduramayan Bizans yönetimi genellikle arazi, para ve değerli hediyeler karşılığında onları kendi hizmetine alma yoluna gitmiştir.[64]
Bu gelişmenin ilk sonuçlarından olarak, 1064’te Selçuklular Ani’yi aldıktan sonra, Ermenilerin önemli bir kısmı Güneybatı’ya ve Kırım’a göç ettiler.[65]
Bu ve daha sonraki dönemlerde Kırım’a sadece Ani bölgesinden değil Doğu Karadeniz havalisinden de önemli oranda Ermeni göçü olmuştur. Kırım’a o kadar büyük Ermeni göçü olmuştur ki, o dönemde Kırım için Armenia Magna veya Armenica Maritima[66] kavramları kullanılmıştır. Haçikyan, “Kırım Ermenileri’nin daha XVI.-XVII. yy.larda kitle halinde Kıpçakça konuşur olduklarını” söyler.[67]
Ermeniler, özellikle Bahçesaray, Karasu ve Kefe gibi şehirlerde yaşamışlardır. Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde Kilikya Ermeni Krallığı’na 1375’te Memluk Devleti tarafından son verilmesiyle bölgedeki Ermeniler Kırım’a doğru göç etmiştir. Anadolu’da yaşanan Celali isyanları da Ermenilerin Kırım’a göç etmelerinde etkili olmuştur. Bu olaylar neticesinde Kırım’da Ermenilerin sayıları artmıştır.[68]
Ermeniler, özellikle Bahçesaray, Karasu ve Kefe gibi şehirlerde yaşamışlardır.[69]
Gregoryen Kıpçaklar ismi verilen topluluk ise bu sürecin bakiyesidir.[70]
VII. yüzyılda Hazar Devleti’nin hâkimiyeti ile başlayan süreçte Kırım uluslararası bir ticarî alan haline getirilmişti. Hazar Devleti, dünya ticaretinin Karadeniz çevresindeki bu yeni merkezini kontrol altında tutarak ülkesine gelen yabancı tüccarlardan aldığı %10’luk gümrük vergisini genelleştirmiş, Ruslar ve İtil Bulgarlarından aldıkları malları diğer ülkelere satarak zenginleşmişti. Hazarlardan sonra Peçenekler buraya hâkim olarak Kırım’ın uluslararası ticaret sahası haline getirilmesinde pay sahibi oldular. Selçukluların Ortadoğu’da hâkim oldukları XI-XIII. yüzyıllarda Karadeniz’in kuzeyinde ve Kırım’da hâkimiyet kuran Kıpçak Türkleri bu politikayı devam ettirdiler. Kıpçaklar, Hazarların ekonomik politikalarını devam ettirerek tüccarlardan aldıkları %10 gümrük vergisi ile yetinip, İtil bölgesinden aldıkları malları üçüncü ülkelere satarak, aracı rolü üstlendiler. Selçuklu tacirlerinin oradaki ticaretlerinin engellenmesi üzerine Sultan Alâeddin Keykûbad Kastamonu beyi Hüsameddin Çoban’ı 1225’te Selçuklu donanması ile Kırım üzerine gönderdi ve Suğdak’ı ele geçirdi. Buradaki Selçuklu hâkimiyeti, 1229’da Moğolların orayı işgal ettikleri zamana kadar devam etti.[71]
Hüsameddin Çoban Bey Suğdak şehrinde dini teşkilatı kurdu. Orada bir cami inşa etti, kadı, imam ve müezzinler tayin etti. Selçuklu hâkimiyetini kabul eden Suğdak’a muhafızlar bırakarak Sinop’a ve Kastamonu’ya döndü. Onun beraberinde Kıpçak köleleri, Macar atları, Rus ketenleri, altın ve sair pek çok ganimet vardı; Sinop ve Kastamonu servetle doldu.[72]
1223-1227 yılları arasında Hüsâmeddin Çoban’ın komutasında Karadeniz’in kuzeyine yapılan Selçuklu denizaşırı seferi sayesinde kuzey ulaşım ve ticaret yolunun güvenliğinin sağlanması ile birlikte Kastamonu-Sinop-Kırım arasında köklü bir ticarî ve iktisadî bağın kurulmuş olmasının altını önemle çizmek gerekir.[73] Çünkü, Anadolu Ticaretinin Gelişmesi Bağlamında Selçukluların Kırım/Suğdak Politikası[74] oldukça önemli bir yer tutmuştur.
Ancak, Selçukluların Kırım ile bağlantısı 1229’da sona ermeyecektir. II. İzeddin Keykavus, 27 yaşında iken 1261 yılı kışında annesi, karısı, çocukları Gıyaseddin Mesud ve Rükneddin Geyûmers, Ali Bahadır ve Uğurlu gibi yakın adamları,[75] Hıristiyan dayıları Kir Haye ve Kir Kedid, bazı emirler ve maiyyeti ile birlikte Antalya'dan bir gemiye binerek İstanbul'a gitti. Mikhail, Dobruca'yı onlara malikane olarak verdiği gibi, II. İzeddin'e Selçuklu tahtım ele geçirebilmesi için yardım vaadinde de bulundu.[76]
Dönemin kaynakları başlangıçta İzzeddin ve ailesinin Bizans başkentinde çok rahat bir yaşam sürdüğünü aktarır. Ancak İzzeddin’in, İstanbul’daki huzuru bir müddet sonra bozulmuştur. Görünüşte İzzeddin’in, Bizans tahtına geçmek için siyasi hadiselere karıştığı anlaşılmaktadır. Bahsedilen bu sebepten dolayı ailesinin bir kısmı ile Enez Kalesi’ne hapsedilen İzzeddin ve maiyeti hakkındaki bu iddianın doğruluğu oldukça müphemdir. Muhtemelen Palaiologos, Altın Orda-Memlûk ittifakı karşısında İlhanlılar ile yakınlaşmak zorunda kalarak İzzeddin’in tahtında gözü olduğu iddiasını öne sürmüş, onu ve ailesini bahsi geçen kaleye hapsetmiştir.
Anadolu’da yaşadığı sıkıntılara, Bizans başkenti İstanbul’da yenileri eklenen İzzeddin Keykâvus, bir süre sonra Altın Orda Hükümdarı Berke Han’ın girişimleri ile hapsedildiği Enez Kalesi’nden kurtarılmış, ailesinin ve maiyetinin büyük çoğunluğu ile Deşt-i Kıpçak’a getirilmiştir. Burada Berke Han, kızını İzzeddin Keykâvus ile evlendirmiş, Kırım’da bulunan Sulhad ve Suğdak şehirlerini ona iktâ olarak vermiştir. İzzeddin Keykâvus, yaklaşık olarak 1264 yılında, 29 yaşında iken Deşt-i Kıpçak’a gelmiş, kendine iktâ olarak tahsis bölgelerde, 1279-80 yılındaki vefatına kadar yaşamıştır.[77]
Nihayetinde, oğlu Gıyaseddin Mesut Kastamonu Beyi Çobanoğlu Yavlak Arslan’ın desteği ve Moğollarla ilişkisi sayesinde kardeşleriyle mücadelesinden başarıyla çıkıp Selçuklu tahtına oturacaktır.[78]
İzzeddin Keykâvus’un Kırım’a geçişi meselesinin en mühim hadiselerinden biri kendisine binlerce adamıyla destek veren ve Yunus Emre’nin Yûnus’a Tapdug u Saltug u Barak’tandur nasib[79] diyerek kendisini tarikat silsilesine bağladığı Saru Saltuk’un kendisiyle birlikte İstanbul’dan Kırım’a geçmesidir.
Sarı Saltuk, Türk dünyasının önemli bir kısmında bilinen destanî bir Türk kahramanıdır. Selçuklular devrinde birçok fetihlere katıldığına dair rivayetler olan Sarı Saltuk, yaşadığı dönem içinde efsanevî bir kahraman haline gelmiştir. Anadolu ve Balkanların İslamlaşmasında önemli rol oynayan Sarı Saltuk, XIII. yüzyılda Altınorda Devletinin bir ulusu durumunda olan Kırım’da da uzun süre faaliyet göstermiştir. Sarı Saltuk’un Kırım’daki faaliyetleri, Saltuk-nâme’nin üç cildine de yayılmıştır. Yarı tarihî yarı efsanevî bir şahsiyet olan Sarı Saltuk’un Kırım’a gelişi ile ilgili tarihî bilgiler Saltuk-nâme’de farklı anlatılmaktadır. Bu bölgelerde İslâmiyetin yayılmasında diğer Türk dervişler gibi, Sarı Saltuk da önemli rol oynar. Bir Türk dervişi ve Bektaşi velisi olan Sarı Saltuk, dönemindeki pek çok derviş gibi, Buharalıdır.
Saltuk-nâme’ye göre, Sarı Saltuk henüz II. İzzeddin Keykavus Kırım’a gitmeden önce, Kastamonu’dan yetmiş pare iri ve ufak gemilerle ve on dört bin kişiyle deniz yoluyla İstanbul’a giderken, bir yıl süren deniz macerasıyla, Kırım’ın henüz kâfirlerin elinde olan Kefe şehrine gelir, burayı ve etrafındaki kaleleri fethedip Kafkasya tarafına yönelir. Birinci ve üçüncü ciltlerde, en çok adı geçen şehir Kefe’dir. Büyük bir ihtimalle tarihî belgelerde yer almasa bile, Sarı Saltuk ve gazilerinin yerleşim yeri Kefe olmalıdır.
Kırım’ın yerlilerinden olup Sarı Saltuk’la birlikte hareket eden dervişlerden en çok adı geçenler Kemal Ata, Kara Davut, Çoban Ata ve Şehit Baba’dır. Kemal Ata, Sarı Saltuk’un muhibbi ve mürididir ve yerli dervişlerin de lideridir. Kefe diyarından olan Kara Davut’un kabri Hacı Tarhan’dadır ve ölüsü diri gibidir, çürümemiştir. Gene, Kefe civarından Çoban Ata, Sarı Saltuk’un Kırım’ın yerlilerinden olan dervişlerindendir. Kırım’ın yerlilerinden olan Şehit Baba, her zaman şehit olacağını söylemektedir ve Sarı Saltuk’la beraber mücadele ederken şehit olmuştur.
Anadolu ve Dobruca bölgesinden gelen, Sarı Saltuk’un gaza arkadaşları olan dervişler, değişik coğrafi alanlarda İslâmiyeti yaymak için mücadele ettikleri gibi, Kırım’da da faaliyet göstermişlerdir; Sinoplu Emir Osman, Sivaslı Köle Yusuf, Hasan Abdal, Bostan Dede, Yalunuz Derviş, İlyas-ı Rumi vb. Bunlardan en çok adı geçen isimler Emir Osman ve Köle Yusuf’tur. Emir Osman, Tatar Hanı tarafından Kefe vilayetinin emiri tayin edilir ve burada şehit olur.
Saltuk-nâme’de, Saltuk’un diğer bölgelerde olduğu gibi, olağanüstü yetenekleri, kahramanlıkları yanında, Tatarların/Altın Orda’nın Ruslarla; Sarı Saltuk ve gazilerin Acemlerle savaşları anlatılmaktadır. Sarı Saltuk Ruslarla olan savaşlara doğrudan doğruya katılmaz, ancak Tatarlar çıkmaza düştüklerinde, olağanüstü yetenekleriyle Tatarlara yardım eder.
Altınorda devleti döneminde olduğu gibi, Kırım Hanlığı döneminde de devlet yönetiminde önemli yere sahip olan Şirin sülalesinin Altınorda döneminde kâfirlere karşı mücadelesi de eserde yer almaktadır.
Selçuklu Sultanı Keykavus’un Kırım’a yerleşmesi üzerine Kırım’a gelen Sarı Saltuk, Keykavus’un ölümünden sonra dervişleriyle birlikte Dobruca’ya döner ve Babadağ’a yerleşir.[80]
Sarı Saltuk’un Kırım’daki faaliyetleri ileriki dönemde Salgır Baba’nın habercisi olduğu kadar, Anadolu’dan Kırım’a yönelen demografik hareketlerin ilk örneklerindendir. Nitekim, denizin her iki kıyısında artan ilişkiler Kırım’ın güney sahillerinde dikkate değer bir Oğuz varlığı oluşmasına ve bu alanda Oğuzcanın baskın olarak kalmasında etkili olacaktır.
Aynı dönemin dikkat çekici tarihsel olaylarından biri, Altınorda Devletinin hanı olan Berke’nin, Memlük sultanı Baybars’la olan siyasi yakınlığı neticesinde Müslüman olan ilk Altınorda hanı olmasıdır.[81] Baybars, 620’de (1223) Kıpçak ülkesinde doğdu. Kıpçak kabilelerinden Borçoğlu veya Borlu kabilesine mensuptur.[82] Kıpçaklar Kırım topraklarından köle ticareti de yapmaktaydılar. Suğdak’tan yola çıkan köleler Mısır’a kadar gitmekteydiler. Hatta ünlü Memlük komutanı Baybars Kırım’dan Mısır’a gitmiştir.[83]
Sultan Baybars (1260-1277)[84] köle kökenli idi ve Sivas esir pazarından Halep’te yeniden satıldığı Kılıç Hanı’na uzanan hikâyesi ile hafızalarda önemli bir yer edinmişti.[85]
Sivas, Ayas’tan Tebriz’e ve Suriye ve Mezopotamya’dan Kırım’a seyahat eden tüccarlar tarafından takip edilen yolların ortasında bulunuyordu. Aslında Sivas tüccarlar için, Karadeniz’e ulaşmak amacıyla bir kervan oluşturma yeriydi. Ayas’tan ya da Kaffa’dan gelen Cenevizli tüccarların varlığı XIII. yüzyılda Sivas’ta tasdik ediliyordu: Dahası, şehirde bir Ceneviz konsülü kurulmuştur.[86]
Sivas, Venedikliler tarafından sık sık ziyaret edilmekteydi.[87]
Filhakika Sivas, bu devirde, Şimal ve Cenup kavimlerinin bir mübadele merkezi idi. Şimalden gelen köleler, cariyeler ve kürkler İslâm ülkelerine buradan dağılıyordu. Menşei Kıpçak ve Kafkas kavimlerinden olan Mısır Memlûk devleti orduları ve bir kısım Selçuk devlet adamları olan köleler hep Sivas'ta satılmış, Sivas'tan götürülmüştür. Bu münasebetle İlhanı hükümdarı Abaga han meşhur Mısır-Suriye Sultanı Baybars'a yazdığı bir mektupta "Sivas'ta satılmış bir köle" ifadesile onu tezyif etmişti. XIV cü asrın sonlarına kadar bu yol bu faaliyetini muhafaza ediyordu. Hattâ Kadı Burhaneddin Mısır Sultanı Berkuk ile bozuşunca onu Sivas'tan kendi memleketine köle sevkedilmesine mâni olmakla tehdit etmişti.[88]
Dahası, Moğolları ilk mağlup eden komutan olarak bilinen Kıpçak kökenli Baybars[89] Solhat (Eski Kırım)’ta bir Camii de yaptırmıştır. Memlük Sultanı Melik-en Nasr'ın (Baybars) yaptırdığı caminin sadece duvarları ayaktadır.[90]
Anadolu’da Moğol işgalinin olduğu ve Selçuklu’nun çözüldüğü bu yıllarda, İstanbul’da 1204’ten 1261’e kadar sürecek, fakat etkileri çok daha uzun süre hissedilecek Latin istilası[91] olmuştur.
Haçlı Seferi neticesinde İstanbul’un Latinlerce işgaliyle Anadolu’da iki Rum Devleti oluşacaktı. Bunlar, Theodoros Laskaris tarafından yönetilen Nicaea [İznik] İmparatorluğu ve Aleksios Kommenos’un yönettiği Trabzon İmparatorluğu’ydu. Trabzon İmparatorluğu’nun kurulması sorunundaki en önemli etkenlerden biri, Bizanslı Komnenosların Gürcistan kraliyet ailesi Bagratidler (Bagrationi) ile olan bağlantısıdır. Hep sıkı olan bu bağ, Gürcü hanedanının, Aleksios Komnenos’un başını çektiği Trabzon’u alma hareketine destek olmadaki özel ilgisini açıklamaktadır. Gürcü Bagratidler, Dukas ve Komnenos kraliyet aileleriyle Trabzon İmparatorluğu kurulmadan yüz yıldan daha fazla bir süre önce yakınlaşmışlardı.[92]
Aleksios Komnenos Trabzon İmparatorluğu’nu kurduğunda, Kırım’ı da dâhil etmişti. Trabzon imparatoru, hem Kırım Gothiassının hem de Kherson’un hükümdarı haline gelmiştir. Yaklaşık 1198 veya belki de 1192 ile 1198 arasında Kırım’daki Bizans’a ait yerler zaten imparatorun kontrolü dışındaydı ve Trabzon’a bağlıydı.[93]
Bu esnada, Kırım’da Bizans’ın son kalıntısı olan Theodoro Prensliği kurulmuştu. Prensliğin kuzeyindeki Altın Orda Devleti ile barışçıl ilişkileri vardı, yıllık haraç ödüyorlardı, ancak güneydeki Ceneviz Gazaria kolonileriyle kıyılara erişim ve Kırım limanlarından geçen ticaret konusunda sürekli bir mücadele içerisindeydiler. Batıda Yamboli'den (Balıklava) doğudaki Aluston'a (Aluşta) kadar uzanan kıyı arazisinin dar bir şeridi başlangıçta prensliğin bir parçasıyken kısa bir süre sonra Ceneviz kontrolü altına girdi. Yerel Rumlar bu bölgeye Parathalassia (Yunanca: Παραθαλασσια, "deniz kıyısı") diyorlarken Ceneviz hükümdarlığı altında Gothia Kaptanlığı olarak biliniyordu. Güney kıyısında limanları kaybettikten sonra Gothia, Çernaya Nehri'nin ağzına Avlita adlı yeni bir liman inşa etti ve Kalamita (günümüzde İnkerman) kalesiyle bu liman güçlendirdi.[94]
Yöneticilerinden Maria Paleologina, Prenses Mangupskaya, Moldavyalı yönetici III. Büyük Stephen'ın karısıydı, teyzesi Maria Gotha, bir başka Bizans parçasının son efendisi olan Trapezunda İmparatorluğu, David ile evlendi.[95]
Theodoro Prensliği'nin kökleri ve bazı Rus soylu aileleri vardır. Böylece, XIV yüzyılın sonunda, Gavrasov prens ailesinin bir kısmı Feodoro'dan Moskova'ya taşındı ve eski boyar Kovrin hanedanına yol açtı. Uzun süredir, Moskova devleti için en önemli saymanlık görevinden emanet edilen Kırım'ın ailesiydi. 16. yüzyıldan itibaren, Rus tarihinde önemli bir rol oynayan diğer iki önemli Rus ismi-Golovinler ve Tretyakovlar, Khovrin ailesinden gelmektedir.[96]
Ailenin Ermeni kökenli olduğu da iddia edilmektedir. Ancak, Gothia prensliğinin asıl önemi, II. Dünya Savaşı’nda Almanların Kırım’ı Gothland olarak adlandırarak işgale tarihsel temel bulma gayretinde yatmaktadır. Hunların 4. Yüzyılda Kırım dağlarına sürdüğü Gotların kendi dilleriyle ayakta kalabilmiş son kalıntılarına bir Alman seyyah tarafından on 6. yüzyılda, Kırım’da rastlanmıştır.[97]
1563 yılında Flaman diplomat Ogier Ghiselin de Busbeck, Kırım’a gelip yerli halkla konuşarak bir Gotça sözlük hazırlamıştır. Bu tarihlerden sonra Kırım Gotları da tarihten silinmiştir.[98]
Latin istilası esnasında yaşanan en önemli olay hiç şüphesiz Karadeniz’de Cenevizlilerin güçlenmesi olmuştur. Cenevizliler, Doğu Roma İmparatorluğu ile iyi ilişkiler kurarak Karadeniz Havzası’na açılmış ve 1201’de Kefe’de ilk kolonilerini kurmuşlardır. Ancak 1204’te Haçlılar Doğu Roma İmparatorluğu’na el koyunca Venedik, Cenevizlileri saf dışı bırakarak Karadeniz ticaretini tekeline almayı başarmıştır. İstanbul’daki Haçlı hâkimiyeti sona erdiğinde, Cenevizliler tekrar Karadeniz Havzası’na yayılmaya başlamışlardır.[99] Orta Çağda Kırım Çevresindeki Bazı Önemli Şehirler, Kerç, Azak, Suğdak ve Kefe idi.[100]
Suğdak ve Kefe XIII. yüzyılda Kırım Yarımadası’nın en meşhur şehirleri haline gelmiştir.[101]
Bunlardan Kefe Ceneviz döneminde ön plana çıkacaktır. Cenevizliler 1277’de, şehre asıl kimliğini kazandıracak olan kale ve limanı yaptıklarında, kafalarındaki tek düşüncenin daha fazla ve güvenli ticaret olduğuna şüphe yoktur. Osmanlı idaresine girmesinden sonra da şehir, geçmişten devraldığı mirasın temel karakteriyle mütenasip bir gelişim seyri takip etmiştir.[102]
Kefe’nin uluslar arası etkinliğini, uzakları yakın eden konumunu ortaya koyan olumsuz, fakat bir o kadar da çarpıcı vakadan bahsetmek açıklayıcı olacaktır: Veba Salgını.
İlk defa Çin’de başlayan veba salgını, ticaret kervanları ve bölgeye hâkim olan Moğol orduları vasıtasıyla hızla yayılıyordu. Kıpçak bozkırlarında (günümüzde Rusya toprakları içerisindedir) at koşturan Moğollar, gözünü Kırım’daki Kefe şehrine dikmişti. O tarihlerde önemli bir ticaret merkezi olan Kefe, Ceneviz kolonisiydi ve Avrupalı tüccarların uğrak noktasıydı. Altın Orda hükümdarı Canibeg Han, 1346’da Kefe’yi kuşattı ancak beraberinde veba mikrobunu da getirmişti. Kuşatma esnasında ordusunun yarısını vebadan kaybetti. O da savunmayı kırmak için tarihteki ilk biyolojik silahı kullandı: Vebadan ölen askerleri mancınıklarla şehre fırlattı.
Çok kolay bir şekilde bulaşan hastalık, Kefe’de de baş gösterdi. Şehirden kaçan on iki Ceneviz gemisi, yükleriyle birlikte Avrupa’ya doğru yelken açtı. 1347 Ekim’inde, felaketi de taşıdıklarından habersiz, Sicilya’nın Messina Limanı’na demirlediler.
Veba mikrobunun ana giriş kapıları, Avrupa’nın liman şehirleriydi. Gemilerin ahşap olması nedeniyle veba mikrobu buralarda barınacak ve üreyecek uygun ortamı buluyordu. Gemilerdeki mikrop, her limanı ziyaret ediyor, ticarî mal hareketleri ile Avrupa’nın içlerine doğru yayılıyordu. Veba sadece iki yılda İtalya’dan Fransa’ya, oradan İngiltere, İskandinavya, Almanya, Avusturya, İspanya, Baltıklar, Macaristan ve Rusya’ya kadar bütün Avrupa’ya yayıldı.[103]
Biyolojik silah kullanımının tarihçesine ilişkin birçok kaynakta 1346 yılında Kefe kuşatmasında Tatarların salgın oluşturmak için vebadan ölmüş insan cesetlerini mancınıkla şehrin içine attıkları geçmektedir.[104]
Bir başka görüşe göre ise, hastalık, Kefe’de mancınıkla atılmış ölü bedenler marifetiyle taşınmaktan ziyade, neredeyse kesin olarak 1347’de Azak Denizi’nin daha kuzeyinde bir liman olan Tana’dan gelen kirli tahıl sevkiyatları vasıtasıyla Karadeniz’in dört bir yanına bulaştırılmıştır.[105] Bu görüş dahi Vebanın Kırım ve Karadeniz orijinini reddetmemektedir.
Nihayetinde, Avrupa’yı kasıp kavuran veba salgını sonucunda; Papa IV. Clement’ın ölü sayıcılarının tahminlerine göre, 1348-1351 yılları arasında Kara Ölüm 23.840.000 insanı, Avrupa nüfusunun 1/3’ünü ortadan kaldırdı. Fransa nüfusunun yarısı, İngiltere nüfusunun üçte biri vebadan öldü. Bunun neticesinde, Kralın soylulara bahşettiği topraklarda karın tokluğuna çalışan köylülerin nüfusunun kaybı, ekonomiyi ve üretimi vururken, işgücüne talep çalışanların kıymete binmesine, maaşlı, çok daha iyi imkanlarla aranır olmalarına yol açtı.
Sonralarında bundan geri dönüş olmayacaktı. Böylelikle, bir yandan feodal sistem çatırdarken, toprağa dayalı olmayan işler, elbette ticaret ön plana çıkacaktı. Klasik tıp bilgilerinin yetersizliği bu alanda yeni arayışlara yol açarken, toprak temelli ekonomik yapıya dayanan kilise gücünü kaybederken, din adamlarının çare üretememesi bir taraftan onlara güveni azaltacak, diğer taraftan yeni tepkisel mezhepler ortaya çıkacaktı. Avrupa artık eski Avrupa değildi.
Tam bu noktada, yarımadadaki Grekler/Gotlar/Hunlar ile Cenevizliler/ Theodoro Prensliği/ Altın Orda siyasi bölünmenin 20. Yüzyılda Kırım Tatarcasının Yalıboyu/Dağ/Çöl diyalektleri arasındaki paralelliğe dikkat çekmek gerekmektedir.
Cenevizliler, Bizans ve Altın Orda’nın zayıflaması başta olmak üzere siyasi istikrarsızlıkları ustalıkla kullanarak güçlerini muhafaza etmişlerdi. 15. Yüzyılda Kırım’da yeni bir siyasi güç meydana geliyordu. Bu güç, Altın Orda’dan ayrılan Kırım Hanlığı idi.
Hanlığın kurucusu Hacı Giray’ın Litvanya büyük dukası Witold’un yardımı ile 1428’de Kırım’ı ele geçirdiği belirtildiği gibi Polonya Kralı IV. Kasimir’den gördüğü yardımla (Receb 853 / Eylül 1449) Kırım’a hâkim olduğu da kaydedilmektedir. Ancak Hacı Giray’ın 1420’de hanlığı ele geçirmiş olması mümkün değildir. Ayrıca 1429’da amcası Devlet Berdi’nin Kırım’da han olarak bulunduğu da bilinmektedir. Hacı Giray adına 845’te (1441) Solhat’ta (Eski Kırım), 847’de (1443) Kırkyer’de para basılması onun hanlığı geç tarihte ele geçirdiğini düşündürmektedir.[106]
Hacı Giray I’in dayandığı Şirin, Barın, Argın ve Kıpçak isimli 4 kabile mevcut olup bunlardan en büyüğü Şirinler idi. Kırım Hanlığı’nın kuruluşunda asli güç olan bu kabile güçlerine “Karaçi”, beylerine de “ Karaçi Beyleri” deniliyordu. Hanlığın askeri, idari ve içtimai yapısının teşekkülü bunlar sayesinde gerçekleşmişti.[107]
Kırım Hanlığı’nın bundan sonraki en büyük meselesi Cenevizlilerle mücadele olacaktır.[108] Hacı Giray, Altın Orda hanından gelebilecek herhangi bir tedip harekâtına karşı Moskova Knezliği, Cenevizli kolonilere karşı ise İstanbul’un fethinden sonra hem boğazlara hem de Karadeniz’e egemen duruma gelen Osmanlı Devleti ile anlaştı. Hatta 858/1454’te Osmanlı-Kırım askerî birlikleri ilk olarak müşterek hareket edip Kefe’yi muhasara etti. Kefe vergiye bağlandı.[109]
Fatih, 1453 tarihinde İstanbul’u fethetmiş, 1461 tarihinde Trabzon İmparatorluğu’na son vermişti. Fatih Sultan Mehmed, sadrazam Gedik Ahmet Paşa’yı Kefe ve Kırım sahillerini zapt etmesi için görevlendirdi. Cenevizlilere ait bütün liman şehirleri fethedildi. Ceneviz dostu Nur Devlet’in yerine Cenevizlilerin tutsak ettiği Mengli Giray’ın 880/1475’te tahta çıkması sağlandı. Osmanlı Devleti’nin kendisine arka çıkması ile hanlığı almaya muvaffak olan I. Mengli Giray, Gedik Ahmet Paşa’yla Osmanlı sultanının dostuna dost, düşmanına düşman olma yönünde bir anlaşma yaparak Osmanlı padişahının hâmîliğini kabul etti.[110] (İnalcık, 1992, s. 421 Böylece Kırım Hanlığı’nda Osmanlı devri başlamış oldu.[111]
Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u fethettiğinde, şehir nüfusunun arttırılması için Subaşı Süleyman Bey görevlendirilerek önce gönül rızası ile sonrasında ise zorunlu göçle şehre Anadolu’dan aileler getirildi ki bu yeni gelenler arasında Ermeniler de vardı.[112]
Fatih Sultan Mehmed döneminde Ermenilerin şehre ikinci toplu göçleri ise 1475‘deki Kırım’ın fethiyle birlikte gerçekleşti. Kefe’den getirilen ve daha çok ticaretle uğraşan Cenevizliler ve Ermeniler başlıca iki semte, Galata’ya ve Karagümrük’e yerleştirildiler. Böylece zaten yüksek olan Galata’daki Ermeni nüfusu daha da artmış ve karma mahallerin dışında Ermenilerin semt içinde kendilerine has mahalleleri de olabilmişti. Şehirdeki Ermeni nüfusu içinde en varlıklı ve en kültürlü zümreyi oluşturan Galata Ermenileri, genellikle Kırım kökenli oldukları için Ermenice isimlerinin yanı sıra, Orhan, Tanrıvermiş, Eyne Bey, Şadi Bey, Şirin Hatun ve Melek Hatun gibi Tatar kökenli Türk isimleri de kullanırlardı.[113]
Surp Krikor Lusavoriç Kilisesi (Ermenice: Սուրբ Գրիգոր Լուսավորիչ եկեղեցի), İstanbul'un Beyoğlu ilçesi Karaköy semtinde bulunan Ermeni kilisesi olup İstanbul'un fethinden önce İstanbul'a yerleşmiş olan Ermeniler ve Cenevizliler arasındaki iyi ilişkilerin bir sonucu olarak Cenevizliler kendilerine ait bir kutsal alanı Ermenilere satar. Kırım-Kefe kentinden İstanbul'a gelen Goms veya Gozma adlı bir hayırsever Ermeni tüccar, Cenevizlilerden alınmış olan bu arsa üzerine bir kilise inşa ettirir. Aved adlı bir demirci ustasının da kilisenin mihrabını tamamlayıp yanına Surp Haç Mabedi'ni inşa ettiği bilinmektedir.[114]
Doğu Ortodoks Kilisesi tarafından tanınmayan Türk Kilisesi, Bağımsız Türk Ortodoks Patrikhanesinin ana binası İstanbul Beyoğlu semtindeki Meryem Ana Kaffa İkonu Kilisesi'dir. 1583 yılında Tatar asıllı Trifon Karabeinikov önderliğinde Kırım Feodosia'sından (Kaffa) gelen göçmenler tarafından inşa edilmiştir.[115]
Ayrıca, günümüzde Edirnekapı’da Salmatomruk semtinde bulunan ve Kefeli Camii olarak adlandırılan yapı da, 1475 yılında Theotokos Petras Kilisesi ile birlikte Kırım’ın Kefe kentinden gelen Ermenilere ve Cenovalılara resmi olarak verilir ve 1627’ye kadar kilise olarak kullanılır. Günümüzde Edirnekapı Dervişali mahallesinde Odalar Camii olarak bilinen yapı ise 1475’te Fatih Sultan Mehmet tarafından Ermenilere ve Kırım seferinin ardından Kefe (Theodosia) kentinden getirilen Cenovalılara tahsis edilir.[116]
Kırım’ın Osmanlı hakimiyetine geçmesinden sonra, Hemen hemen iki bine ulaşan kovulan Ceneviz toplumu Edirne Kapı civarında yerleştirildi ve orada yerleşenlere Galata’daki Cenevizlilere uygulanan koşullarda kendi kendilerini organize etmelerine müsaade edildi. Bu bölge Temmuz 1919’da meydana gelen yangın tarafından yok olmasına kadar Kefe Mahallesi olarak bilinmekte idi. II. Mehmet terk edilmiş iki Bizans manastırının ve bu manastırların kiliselerinin Caffalılarla birlikte gelen Katolik din adamlarının kontrolüne verilmesini emretti.
Bu iki manastır St. Mary ve St. Nicholas’a ithaf edildi ve Dominikanlar tarafından hizmetleri görüldü. St. Mary, Kırım’dan sürülenlerle birlikte getirilen eşyaların en değerlisi olan Kefeli Madonna’ya (Madonna of Caffa) sahip idi. St. Nicholas ise hem Latin hem de Ermeni Katoliklerinin yeri oldu ve bunlar aynı binayı paylaştılar.[117]
Fatih tarafından Kırım’dan İstanbul’a getirilen Rumlar da bulunmaktadır. Tophane ile Karaköy arasındaki Ali Paşa Değirmeni sokağında olup 1475’de Kırım’daki Kaffa şehrinden gelen Rumlar tarafından inşa edildiği bilinen Panayia Kafatiani Kilisesi bu göçün anısını taşımaktadır.[118]
Bilindiği üzere, Romalı, Roma’ya mensup” anlamındaki Romaio isminin Arapça’ya geçmiş şekli olan Rûm kelimesi Arap-İslâm kaynaklarında Romalılar, Bizanslılar ve İslâm topraklarında yaşayan Rumlar için kullanılmıştır.[119]
1780’li yıllarda II. Katerina döneminde Kırım’dan Ukrayna’nın orta ve kuzey bölgelerine göç ettirilen ve daha sonra kendi istekleriyle Azak Denizi kıyılarına yerleşen Hristiyan toplulukların varlığından söz edilir. Rusça kaynaklarda resmî adı “Grek”, “Greko-Tatar” olarak geçen bu topluluklar, Urumlar ve Rumeyler olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Rumeyler, Helen veya Roma kalıntısı; Urumlar ise Türk asıllıdır.[120]
Ortodoksluğu kabul edip Urum adını alan bu halkın, Kıpçak asıllı olduğu 1974 yılındaki Bartold toplantılarında da ileri sürülmüştür.[121]
Anadolu’nun Doğu Karadeniz ve Kuzey Doğu Anadolu bölgeleri dışında özellikle orta Anadolu merkez olmak üzere Karamanlılar olarak adlandırılan Ortodoks Hıristiyan olup Türkçe konuşan Türkçe isimler taşıyan ve yine Urumlar gibi Greklerden farklı olduklarını sahip oldukları adet gelenek ve görenekleri ile gösteren bir başka Hıristiyan Türk topluluğunun bulunması konuyu daha ilgi çekici hale getirmektedir. Bu noktada Urumlarla Karamanlılar arasında bir bağ olup olmadığı da ortaya çıkarılması gereken bir diğer önemli konudur. İzzeddin Keykavus ile Kardeşi II. Kılıçaslan arasındaki taht kavgası İzzeddin Keykavus’un Bizans’a sığınması onu takip eden binlerce askerinin aileleri ile birlikte Bizans tarafından Balkanlara iskan edilmesi, içlerinden oğulları dahil olmak üzere, bazılarının Hıristiyanlığı kabul etmesi bunun dışında Bizans ordusunda görev almaları, daha sonra İzzeddin Keykavus’un hapsedilmesi ile Berke Hanı’ın olaya müdahale ederek İzzeddin Keykavus’u Kırım’a maiyetindeki bir çok askeri ile götürmesi gerçeklerinin de göz önünde bulundurulması önemli katkılar sağlayacaktır.[122]
Kırım’dan çıkarılan Urumların dışında, daha sonraki yıllarda 1821-1825 yıllarında Anadolu’nun Trabzon, Giresun, Erzurum ve Kars illerinden ve İran’dan Gürcistan’a göç edip daha sonra 1981-1986 yılları arasında Kırım, Donetsk ve Dniyepropetrovsk’a yerleşen iki üç bin civarında kendilerine Urum denilen kişilerin katıldığına dair de bilgiler mevcuttur. Anadolu kökenli bu Urum topluluğunun yeni yerleşim yerlerine Yedikilise, Aşkala, Çolan, Daşbaş gibi Anadolu’daki yerleşim yerlerinin adını vermiş olmaları dikkat çekicidir.[123]
Hristiyan taassubu yüzünden İstanbul’dan kovulan Karaylar, Fatih’in İstanbul’u fethinden sonra geri gelerek sürekli yerleşime geçebilmiştir. Fatih, Karaylara özel yerleşim yerleri tahsis etmiştir. Bir rivayete göre onlara tahsis edilen yerlerden biri Karaköy olmuş, yoğun Karay yerleşiminden dolayı semt “Karaîköy” adını almış, daha sonra da bu ad Karaköy’e dönüşmüştür.[124]
XIX. yüzyılda İstanbul Karay cemaati, kendi kendine yetemez hâle geldiğinde sürekli olarak Kırım’dan yardım almıştır. Dolayısıyla bugünkü İstanbul Karay cemaatinin önemli bir kısmını, XX. yüzyılın başından itibaren İstanbul’a göç eden Kırımlı göçmenler teşkil etmiş, diğer kısmını ise daha önceki dönemlerde yine Kırım’dan gelenlerin nesilleri oluşturmuştur.[125]
Genellikle tüccar ve zanaatkâr olan İstanbul Karayları, XX. yüzyılın başlarında daha çok Hasköy’de toplanmış, ancak zamanla Beyoğlu, Nişantaşı, Kadıköy, Bostancı, Fenerbahçe, Çiftehavuzlar gibi semtlere dağılmıştır. Böylece Karay cemaati zaten çok sınırlı olan cemaat hayatını da kaybetmiştir. Günümüzde İstanbul’un dışında Anadolu’da ve Trakya’da olduğu bildirilen Karay cemaatlerine dair herhangi bir ize rastlanmamaktadır.[126]
Fatih Sultan Mehmet’ten sonra tahta geçen II. Beyazıd’ın oğlu Şehzade Yavuz Sultan Selim, Hafsa Sultanla evlendi.[127]
Muhtemelen bu evlilik 1493 yılı sonlarında ya da 1494 yılının ilk iki ayı içinde gerçekleşmiş olmalıdır. Oğlu Şehzâde Süleyman, 6 Safer 900 (6 Kasım 1494)'de babası Trabzon sancak beyi iken bu şehirde doğdu[128] ve 15 yaşına kadar burada babasının yanında kaldı. Şehzâde Süleyman, 5 Ağustos 1509 (18 Rebi'ü'l-âhir 915) tarihinde (Batıdan doğuya Sarıkirman, İnkerman, Mengub, Şuma, Demirci, Uluüzen, Üsküt, Üzen, Arpadi, Ayayorin, Taşlı, Soğuksu, Otuzlar köylerinden Sarıgöl’e doğru uzanan hat Osmanlı-Kırım sınırlarını teşkil eden şeritte kurulan[129]) Kefe sancak beyliğine tayin edildi.[130]
Şehzâde Selim’in 10 Ekim 1510 tarihinden itibaren Kefe’dedir ve taht için yaptığı mücadeleye burada devam etti[131], nihayetinde Bu kararlılık karşısında II. Bayezid, 24 Nisan 1512 (7 Safer 918) tarihinde tahtı, oğlu Yavuz Sultan Selim’e bırakmak zorunda kaldı.[132]
Bu süreç içerisinde Kırım Hanı Mengli Giray’ın damadı Selim’in yanında yer aldığını göstermektedir. Kırım Hanı’nın Selim’in yanında olduğunu gösteren diğer bir husus da, oğlu Saadet Giray’ı, Şehzade Selim Rumeli’ye geçerken yanında göndermesidir.[133]
Kanuni döneminde Kırım ile ilişkiler sıkılaşacak, Osmanlı ordusunda Kırım Hanlığı’nın Ortadan Kalkmasından Sonraki Dönemde Geray Hânedânı Mensuplarının Osmanlı Devleti’nde Üstlendiği Askerî Rolleri[134] devam edecektir. Kanuni döneminde, Üsküdar Mihrimah Sultan Camii'nin daha az gelişmiş bir örneği ile Gözleve'deki Tatar Han Camiinde karşılaşırız. Kırım Hanı I. Devlet Giray Han (1551-1577) tarafından Gözleve (şimdi Yevpatoriya) kentinde yaptırılan cami 1552 yılına tarihlenir . Yani Üsküdar Mihrimah Sultan Camiinden sonra tasarlanıp inşa edilmiştir.[135]
Mimarı Sinan olan bu yapı, ilişkilerin bir sembolüdür.
Kanuni’den sonra tahta geçen II. Selim devrinde, Kıbrıs’a yapılan harekat, 2 Temmuz 1570 tarihinde Limasol Kalesi’nin fethiyle başlamış ve 6 Ağustos 1571’de Magosa Kalesi’nin fethedilmesiyle tamamlanmıştır.[136]
Rusya’nın güneyinde ve Karadeniz’in kuzeyinde yer alan Taman yarımadasındaki antik Phanagoria şehrinde kazı çalışmaları yürüten arkeologlar, Antik kentin kalıntıları arasında, çok uzaklarda, Kıbrıs’ın Gazimağusa şehrinde, 1570 yılında basılmış bir bakır sikke buldular. Osmanlı’nın 16. yüzyıldaki Kıbrıs fethine Tamanlıların da katıldığını öne sürüyor. Profesör Vladimir Kuznetsov liderliğindeki Rusya Bilimler Akademisi Arkeoloji Enstitüsü’nden arkeologlar da bu iddiayı destekliyorlar.[137]
Kıbrıs’ın fethine katılan Kırımlı bir askerin zafer hatırası olarak sakladığı bu sikke aslında Kırım-Kıbrıs bağlantısını gösteren örneklerden yalnızca birisidir. Çünkü, Lefkoşa sicilindeki bu tür bir örnekte Şerife Ümmügülsüm adlı küçük bir kızı cariye diye satmaya teşebbüs eden üç kadın farklı yerlere sürgüne gönderilirken esirci esnafından Kırımlı Ahmet Said ise Mağusa’ya sürgün edilmişti.[138]
Geray Hanedanının Osmanlı Devleti Topraklarında Kalan Maddi İzleri[139] pek çoktur. Nitekim, Kırım Hanlığı-Osmanlı Devleti Siyasi İlişkilerinde Rehin Usulü’nün[140] uygulanması ile kimi Kırım Hanlarının İstanbul’da tutulduğu, Akdeniz Adalarına Sürgün Edilen Kırım Hanları[141] olduğu bilinmektedir.
Geniş maiyetleri ile ikamete mecbur edilen Kırım hanları ve hanlık mensupları Rodos başta olmak üzere Limni, Midilli, Sakız, Bozcaada, Girit ve Kıbrıs Adalarına sürgün edildikleri tespit edilmiştir. Nitekim, Kıbrıs’a sürgün edilen Âdil Giray’ın 5 Ocak 1791’de affedildiği bilinmektedir. 1736’da azlolunarak Sakız Adası’nda ikamete memur edilmiş ve 1738’de burada vefat etmiş olan Kaplan Giray’ın vasiyeti üzerine cenazesi Çeşme’ye defnedilmiştir.[142]
Kendisinin de bir Kırım Tatarı olduğunu söyleyen KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’ın ailesinin Kıbrıs’a, Kıbrıs’ın fethinden sonraki erken dönemde intikali Kırım-Kıbrıs irtibatının güçlü göstergelerindendir. Bu tarihlerde, Kırım yarımadasının güneydoğu sahilindeki Kefe şehrinden olan[143] Mahmud Çelebiyyül Kefevi tarafından Sinop’ta, 1581 yılında İstanbul’daki aynı isimle anılan Kefevi Camii’nin[144] yapılması ise Kırım-Osmanlı ilişkilerinin coğrafi yaygınlığını ortaya koyması açısından dikkate şayandır.
17. yüzyılda ilginç bir olay da yaşanır. Roketle havalanan ilk insan olan Lagari Hasan Çelebi, Sultan Murad önce kendisine hediyeler ihsan eylese de, bir görüşe göre tehlikeli bulunarak, bir görüşe göre ise kendi isteğiyle Kırım’a Selamet Giray’ın yanına gider. Çünkü, ilk zamanlarda Lâgari Hasan Çelebi, Sultan IV. Murat’ın ilgisine mahzar olsa da sonrasında ulemanın baskısı ile yargılandığı ve Kırım’a sürgüne gönderildiği rivayet edilmektedir. Esas hikayemiz de burada başlar.
Dünyanın en önde gelen roket mühendisliği çalışmalarını yapan Ruslar, bu çalışmalarda başlangıç tarihi olarak 1650 yılını alır. Son yıllarda yapılan araştırmalar ortaya koyuyor ki Rusların bu bilime ilgi duymasını sağlayan en önemli etkenlerden birisi Lagari Hasan Çelebi ve öğrencilerinin burada sürdürdüğü çalışmalardır.
Prof. Dr. Arslan Terzioğlu, Lagari'nin Rus roket bilimine etkisini şöyle izah eder:
Evliya Çelebi'nin bu uçma denemeleri hakkında verdiği en mühim haberlerden biri de Lâgarî Hasan Çelebi'nin bu denemeden bir süre sonra Kırım'a Selâmet Giray Han'ın yanına gittiğini ve bilâhare orada vefat ettiğini belirtmesidir.
Rus roket tekniği âlimi S. N. Kuzmenko'nun yaptığı araştırmalara göre, ilk olarak Rusya'da Ukrayna bölgesinde XVII. yüzyıldan sonra roket tekniği ile ilgili çalışmalar başlamış olup, rokete ait ilk tarife Ukrayna'da 1650 yılında rastlanmaktadır.
Sonraları, Nikolojev ve K. I. Konstantinov (1818-1871) Rus roket tekniğinin bugünkü başarısını sağlayan çalışmalarını yine Ukrayna'da bu ilk çalışmalar üzerine kurdular. Ukrayna'daki ilk Rus roket tekniği çalışmalarının Lâgarî Hasan Çelebi'nin Kırım'da ikâmeti ve ölümünden hemen sonraya tesadüf etmesi, Rus roket tekniği alanındaki çalışmalarda Türk mühendisi Lâgarî Hasan Çelebi ile talebelerinin tesiri olabileceği görüşünü destekler mahiyettedir.
26 Ağustos 1971'de Moskova'daki XIII. Bilimler Tarihi Kongresi'nde bu tezi savunduğumuzda, Ukrayna'daki Rus roket çalışmaları hakkında bildiri veren Rus ilim adamı S. N. Kuzmenko bu hususta benimle hemfikir olduğunu ve kendisinin de bunu destekleyici mahiyette Rus arşivlerinde araştırmalar yaptığını belirtti[145]
Dünyada ilk roket Lagari’nin sürüldüğü Kırım’da yapıldı..
Bugün dünyada Lagari Hasan Çelebi roketin atası olarak kabul edilir.[146]
Osmanlı-Kırım Hanlığı ilişkileri, askeri olduğu kadar ticari mahiyette de devam edecek, Kırım Hanları’nın Osmanlı Hanedanı’nın yedeği olması[147] hususu yanında, Kırım Hanlığı İmtiyazlı Eyalet[148] olarak mümtaz bir yer edinecek, Osmanlı Döneminde Kırım Edebiyatı[149] birbirlerini besleyecek, Kırımlı Divan şairleri[150] yetişecek, Osmanlı Bürokrasisinde Görev almış Kırım Kökenli Devlet Adamları[151] bulunacak, kısacası ilişkiler çok boyutlu olarak devam edecektir. Araştırmacıların malumu olan, bu nedenle ayrıntılarına şu an girmeyeceğimiz süreç anahatlarıyla Rusya’nın Kırım’ı 1783 yılında ilhakına kadar sürecektir.
İrtibat, nitelik değiştirse de varlığını koruyacak, bu döneme Kırım’dan Osmanlı’ya göç damgasını vuracaktır. 1785’ten 1800 yılına kadar devam eden Türk göçleri sırasında yaklaşık 300.000 kişi Kırım’ı terk Anadolu ve Rumeli’ye yerleşmiştir.[152]
Rusya’nın uyguladığı politika sonucu 20. yüzyıl başlarına kadar 1.200.000 kişi Kırım’ı terk etmiştir.[153]
1783-1922 arasında 1,800,000 Kırım Tatarı’nın anayurtlarından çıkarıldığı tahmin edilmektedir. Bu hicretin, Tatarları, Kırım’da azınlık hâline getirdiği bilinmektedir.[154]
1783-1850 yılları arası Kırım’da Rus Kolonizasyonu dönemi olmuştur.[155]
Görüldüğü üzere, Kırım jeopolitik konumu dolayısıyla Sibirya’nın Karadeniz’e açılan kapısı olmasının yanı sıra Kafkasya ile Avrupa’yı bağlayan bir merkez durumundadır. Bölge bu öneminden dolayı tarih boyunca birçok devletin ve milletin uğruna mücadele ettiği yerlerden biri olmuştur.[156]
Bu hususta deniz ticaretinin rolü büyüktür. Ancak, özellikle Anadolu-Kırım bağlamında karayollarının rolü de inkar edilemez.
Karadeniz kıyılarındaki Amasra, Sinop, Samsun, Trabzon ve Batum gibi büyük liman şehirleriyle Kefe arasında yaygın deniz ticareti vardı. Kefe’nin güney-kuzey istikametindeki ticarî ağına bakıldığında kuzeyde Akkirman, güneyde ise Karadeniz sahil şeridindeki Sinop, Samsun ve Trabzon limanlarıyla irtibatının olduğu görülür. Orta Anadolu şehirlerini Sinop ve Samsun’a bağlayan kadim ticaret hatları, buradan denizyoluyla Kefe’ye bağlanırdı. Trabzon ise geleneksel ipek yolu güzergâhının denizde nihayete erdiği yer olması hasebiyle, doğudan gelen ürünlerin çıkış noktasıydı.[157]
Doğuda İran üzerinden gelip Trabzon’a ulaşan yolun istikameti Erzurum, Bayburt, Zigana geçidi ve Trabzon iken, Samsun’dan başlayarak Ladik, Amasya güzergahını takip ederek Turhal’a kadar uzanır. Turhal’da iki kola ayrılan yollardan birinin kolu Kırşehir’den Konya’ya ulaşırken diğer kol Tokat’ı takip edip, doğudan ve güneyden gelen yollarla Sivas’ta birleşmektedir.[158]
Bir çalışmaya göre Kırım’a Trabzon, Rize, Kastamonu, Tosya, Bolu gibi Karadeniz bölgesinden gelen tüccarların oranı %27,5 olarak tespit edilmiştir. İstanbullu tüccarın oranı ise %10’dur. Diyarbakır, Erzurum, Kayseri, Tokat gibi Anadolu’nun farklı yerlerinden gelenler ise %26’lık bir oranla ikinci sıradadır. İran ve Nahçıvan’dan gelenler %6, Rumeli’den gelenler %5, Rodos ve Sakız adalarından gelenler %5, Akkerman ve Boğdan’dan gelenler ise %3’lük bir orana sahipti. Kırım’a gelen tüccarların %50’si Bahçesaray’da, %22’si Karasu’da %14’ü de Gözleve’de ticaret yapıyordu.[159]
Örneğin, Tokat, Irak’tan başlayıp güney-kuzey istikametinde devam ederek Samsun, Sinop limanlarından Anadolu’yu Kırım’a bağlayan kervan yolu üzerinde bulunmaktaydı. Haliyle bu yol sayesinde Tokat’ın Kırım ile bağları Osmanlı döneminden önce başlamıştı. Bu bağlar Kırım, Osmanlı hâkimiyetine girdikten ve Karadeniz bir Türk gölüne dönüştükten sonra daha da artmıştır. 16. yüzyılın ikinci yarısında Tokat hem nüfusunun artması hem de önemli bir ticaret nakil ve imal bölgesi hâline geldi.[160]
Sadece Kefe yolu ile Kırım Hanlığına (yani Kırım yarımadası, Deşt denilen Kuzey Karadeniz step bölgesi ve Çerkezistan) güneyden gönderilen pamuklular, 1750’lerde yaklaşık birbuçuk milyon guruş bir toplam değer tutmaktadır. Anadolu, bu bölgelerin çeşitli giyim ve döşemelik ihtiyaçlarında kullandığı tekstil mallarının büyük bir bölümünü sağlamaktadır. Bu bölgede yünlü ve keten dokumalara bakarak pamuklu ithalâtı çok daha önemli bir düzeydedir. Peyssonel, büyük miktarda kullanılan bogasinin, bu pazarda Fransız yünlü tüketimini kısıtlayan başlıca faktör olduğunu kabul etmektedir. Dış giyimini en ucuza sağlamaya çalışan halk kitlesi, Anadolu bogasisini seçiyordu. Açıkça Hollanda ve Hint pamukluları bu pazarda ucuz Anadolu pamukluları ile fiyat bakımından rekabet edemiyordu. Bununla beraber, İstanbul pazarında olduğu gibi ince pamuklularda (dülbend ve mermerler) Kefe’de de Hint malları hakimdir. Genellikle 15. Yüzyıl sonlarında Kefe gümrük defterlerinde gördüğümüz durum pek değişmemiştir. Ucuz pamuklular, kuzey-güney ticaretinin temel maddesi olmakta devam etmiştir. Orta-kuzey Anadolu, Kastamonu’dan Tokat’a kadar uzayan bölge, 15. Yüzyılda olduğu gibi 18. Yüzyılda da kuzey bölgesinin pamuklu gereksinimini karşılayan temel üretim bölgesidir.
Özellikle, çok harcanan kaba pamuklularda yalnız şehir-kasabaların değil kırsal bölgelerin de bu sınai üretime katıldığı anlaşılmaktadır. Bölgede, Kastamonu, Amasya, Merzifon, Tokat, Çorum gibi dokuma ve boyacılık el-sanayii merkezlerinin, Sinop, Samsun, İnebolu gibi ihraç limanlarının ekonomik yaşantısı ve refahı bu ekonomik bağlantıya, özellikle pamuklu ihracatına dayanıyordu. Kuzey Karadeniz bölgesinde Rus işgalinden (1783) sonra da, bütün güçlüklere rağmen, bu bağlantı bir süre devam etmiştir.[161]
Esasında, Kırım Hanlığı Hanlarından Giray Han’ın Anadolu’daki tek konağı olan “Girayhan Konağı”’nın Tokat Valiliği Koruma ve Uygulama Bürosu (KUDEB) desteği ile, Zile Ticaret ve Sanayi Odası tarafından restore edilecek[162] olması bu manada tesadüf değildir.
Anadolu’nun birçok sancağından pek çok kişi türlü vesilelerle Kırım’a gelmekte, bir kısmı yerleşip kalmaktadır. Bunlar Kastamonu, Bolu, Safranbolu, Tire sancaklarındandır. Ayrıca bugün Anadolu coğrafyası içerisinde yer alan, o dönemin eyâlet ya da sancakları Çankırı, Trabzon, Sivas, Tokat, Amasya, Van, Diyarbakır, Erzurum, Malatya ve Urfa’dan gelenler vardır.[163]
Kırım’da önemli bir ticari merkez olan Karasu’nun bulunduğu dağlık kesimde baştan beri Türk nüfusu yoğundur. Bununla birlikte, şehrin ticarî faaliyetleri geliştikçe buraya bu amaçla gelip yerleşenler ve kuzeyden getirilen esirler gayri müslimlerin sayısını kendi içerisinde arttırmıştır. Ermeniler, özellikle Acem (İranlı) kökenli olanlar ekseriyeti teşkil ederler. Nitekim müslim/gayri müslim Acemler için kurulmuş bir mahalle (Acem Mahallesi) ve sadece Acem zımmîlerin ticâret yaptıkları Sefer Gazi Ağa Hanı dikkati çeker. Yahudiler içinde de Hazar Türklerinin bakiyesi Karaimler ile Türkleşmiş Yahudiler olan Kırımçaklar yoğunluktadır.[164]
Bu itibarla, Anadolu Kırım yoluyla Fransa ve Orta Avrupa’ya, Kuzey Avrupa’ya, hatta Çin’e kadar uzanmaktadır. XVIII. yüzyılın sonlarına doğru İstanbul’a göç eden Buharalılar ve Kırım Tatarları (günümüzde yaygın olarak tüketilen) çay kültürünün burada yaygınlaşmasına katkıda bulunmuşlardı. Birçok İstanbullu çay içmeyi bunlardan öğrenmiş ve İstanbul’daki ilk çay ticaretini de bu topluluklar gerçekleştirmişlerdi.[165]
Kırım ise, Erzurum’dan Anadolu’ya giren ticaret yolları vasıtasıyla Kırım, Diyarbakır, Antalya ve Ankara’ya kolaylıkla ulaşmaktadır. Nitekim, Dünyanın en genç Profesörü, Türk Einstein olarak tanınan Oktay Sinanoğlu’na göre, Eski Ankaralılar Kırım ve Tatar kökenlidir.[166]
Yapılan ticarete, insan (köle) da konu olmaktaydı. Karadeniz’de köle ticareti Osmanlı Devleti’nden önce de yapılmakta idi. Daha Roma ve Bizans döneminde kuzeyin pontic stepleri olarak adlandırılan bölgelerinden getirilen köleler gemilerde ve maden ocaklarında istihdam ediliyorlardı.[167]
Osmanlı Devleti’nin köle ihtiyacının büyük çoğunluğu Kafkasya, Macaristan, Çerkezistan, Polonya ve Rusya gibi yerlerden kaçırılarak getirilen kölelerden oluşuyordu.[168]
Ticareti yapılan mallar çok geniş bir yelpaze meydana getiriyordu, fakat belki de altı çizilmesi gereken, ikibin yılı aşkın bir süredir önemi kaybetmeyen emtianın Kırım’dan gelen tahıl olduğunu belirtmeliyiz.
Özellikle Kırım’da yer alan Çadır Dağlarının antik isminin Trabzon olması nedeniyle Kırım ile bağlantısının tarihsel derinliğe sahip olduğundan bahsettiğimiz Trabzon, Kefe ile birlikte önemli bir limandır. Bunun neticesinde, Kırım’ın 1783 yılında Rusya tarafından ilhakından yaklaşık 70 sene sonra çıkan Kırım Savaşı’nın Trabzon Eyaleti’ne Toplumsal Etkileri[169] daha yoğun olmuştur. Yani, ilklerin savaşı[170] olan Kırım Savaşı, dünyaya, ismini Kırım’daki bir yerleşimden balaklava adlı kar maskesi yahut bu savaş için sevk edilecek Osmanlı askerlerine yemek yapmak üzere gelip beğenilince orada kalarak Kalkanoğlu pilavını miras bırakmakla kalmayacaktır. Zaten, 1830’dan itibaren ise Rusya'ya Osmanlı İşçi Göçü[171] artmıştır. Bu göçlerden şüphesiz en ilgi çekici olanı Hemşinlilerin göçüdür. Hemşinlilerin göçünün en önemli sebebi ekonomiktir.[172]
Hemşinliler daha önce ekonomik sebeplerden ve savaşlardan ötürü Kırım Harbi zamanında Rusya’ya göç etmiş ve bu bölgede pastacılık ile fırıncılığı öğrenmişlerdir. Rusya’da bu meslek dallarında önemli yerlere gelen Hemşinliler Sovyet Devrimi’nin ardından mal varlıklarını Anadolu’ya taşımış; ancak bu mal varlıklarının bir kısmına da Rusya tarafından el konulmuştur.[173]
Rusya sınırlarında kalan Hemşinlilerin Kırım Tatarları’yla birlikte Stalin tarafından Orta Asya içlerine sürülmüşlerdir.[174]
Hemşin’de yaşlıların dilinde, gurbetin adı Kırım’dır. Çünkü, eskiden Hemşin’in erkeği genellikle Batum’a ve Kırım’ın muhtelif şehirlerine giderdi.[175]
Trabzon’un fethinden sonra Konya havalisinden getirilerek Rize Cimil’e yerleştirilen Deniz Gezmiş’in dedeleri de Kırım’da fırıncılık, pastacılık yapanlardandır.[176] Hatta, ailenin bu nedenle Gezmişoğlu olarak anıldığı, daha sonra Gezmiş ve Gezmişoğlu soyadları aldığı belirtilmektedir.
1917 Ekim Devrimi’nin ve sosyalist rejimin kurulmasından sonra bazı Hemşinliler, yeni eşleriyle birlikte köye döner. Köydeki eşin üzerine kumanın geldiği bu yeni ilişki biçiminde zamanla büyük konaklar yapılır. Bir anlamda sembolik sermaye de olan bu konakların altın kapı kolları, özel boyalarla bezenen yapısı gurbetin köydeki karşılığına denk gelir. Edindikleri servetle köyde daha büyük konaklar yaptıran ve yeni eşle dönen Hemşinliler için “Kerumli-Kırımlı” modası başlar. Köyüne döndüğünde dışarıdan getirilen gelinler için Kerumli ifadesi kullanılır.
Yıllarca erkekler Rusya’da çalışırken, eşleri Hemşin’de çocuk bakıp, hayvancılık, çiftçilik yaparak yaşamışlar. Sonra erkekler para kazanıp köylerine dönmüşler ve Rusya’daki konaklar gibi konakları, ulaşımı çok zor olan dağ köylerine yaptırmışlar ve aileleriyle orada yaşamış, altını ahır üstünü yaşam alanı olarak kullanmışlar.
Erkeklerin Rusya’da senelerce gurbetlik yaşadıkları dönemlerde eşlerinden ve çocuklarından ayrı kalırlarken Rus kadınlarıyla ilişkileri olmuş, hatta bazı erkekler Rus kadınlarla evlenmişler fakat gurbetlik bitip evlerine dönenler eşleri ve çocuklarıyla yazları Hemşin’de kışlarıysa yine para kazanabilecekleri büyük şehirlerde yaşamışlar. Temel uğraşları da pastane veya fırın işletmek olmuş.
Propp “Cadılar genellikle kadındır ve genellikle renkli gözlüdürler. Cadıların kıralı Kırım’lı. Karadeniz’in Ukrayna tarafı” diyerek masallardaki cadı karakterinin nereden geldiğini açıklar. Cadılar, Rusya’ya giden çalışan erkeklerin eşleri tarafından sarışın Rus kadınlarına, aynı zamanda mavi gözlü Laz kadınlarına benzetilir. Bir fiksiyonun dışa vurumu cadı karakterizasyonunda görülür. Cadı mavi gözlüdür ve kötüdür. Kötüdense korkulur. Ondan her tür tehlike gelebilir.[177]
Mesut Yılmaz’ın dedesi Kop Ahmet de çalışmak için gittiği Kırım’dan Sonya isimli bir “Kırımlı Gelin”le dönmüştür. Yılmaz’ın babaannesi olan Sonya Ayşe ismini almıştır.[178]
Uğur Biryol’un Gurbet Pastası[179] isimli eserinde ayrıntılı olarak anlatıldığı üzere, ülkeye dönen Hemşinliler, İzmir, Ankara, Erzurum, Eskişehir, Ordu dahil olmak üzere Türkiye’nin dört bir yanına fırıncılık ve pastacılığı taşımışlardır. Ankara’da Funda, Meram gibi üç kuşaktır devam eden pastaneler ile Serender, İzmir’de Reyhan, Sevinç, Efes, İstanbul’da Pelit, Beşyıldız pastaneleri, Bursa’da Nazar, Çekirge Rıhtım, Uzay, Çınar Un-Pa, İzmir’de Şölen, Çınar, Seda, Hemşin Ekmek Fırını, Menekşe, Nokta, Dolunay, Meram, Doğu Pasta Fırını, Kadıoğlu Fırını, Yalı Unlu Mamulleri, Samsun’da Efes pastanesi, Zonguldak’ta İstanbul pastanesi, Isparta’da Asya pastanesi, Balıkesir’de Viva Bella, Marmaris’te Hemşin Pastanesi, Fethiye’de Rıhtım, Antalya’da Çınar, Bergama’da Arzu Ekmek Fabrikası, Eskişehir’de Hemşin Ekmek ve Unlu Mamüller, 1995 yılında UNESCO'dan hoşgörü ödülü almasıyla bilinen, Erzurum'daki Hemşin Pastanesi, Ordu’da bir Pastaneden fazlası olarak anılan Buket Pastanesi bunlar arasındadır.
İzmir’deki Sevinç Pastanesinin kurucuları Şaban, Osman ve Kenan Pelit kardeşlerin ataları çok yıllar önce Rize Çamlıhemşin'den Kırım'a göç ederek yerleşir, Soçi, Yalta ve Sivastopol'da pastacılık yaparlar, fırıncılık zanaatını öğrenirler, Bolşevik ihtilali sonrasında bu defa Anadolu'ya dönerler ve ilk pastanelerini Kıbrıs Şehitleri Caddesi'nde açarlar. Kiraladıkları iki katlı bina sahibinin "Sevinç" isimli küçük bir kızı vardır.
Üç kardeşin bu kıza olan sevgileri pastanenin "Sevinç" adını almasına neden olur. Erkin Usman’ın deyimiyle, artık “İzmir’in üç simgesi vardır: Bir: Saat Kulesi, İki: Kadife Kalesi, Üç: Sevinç Pastanesi” Otobüs Durağına ismini veren işte bu "Sevinç'in mini öyküsü" Çamlıhemşin'de başlar, Kırım'a uzanır, oradan da İzmir'de noktalanır.[180]
Çamlıhemşin ilçesinin Konaklar Mahallesi'nden (Makrevis Köyü), bugünkü soyadları Tarakçı olan Ailenin Ankara'da işletmekte olduğu pastanelerden birisi olan Funda Pastanesi'nin internet sitesindeki bilgilerde aileden İsmail, Yunus, Tevfik ve Mehmet Ali Tarakçı kardeşlerin Yalta şehrinde Vatan ve Dilber adlı işletmelerin sahibi oldukları belirtilmektedir. Aileden İsmail Tarakçı büyük zorluklardan sonra Rusya’dan ayrılmış, Samsun’a yerleşerek Ulus Pastanesi’ni açmıştır. Pastane Samsun’da, Atatürk heykelinin önündeki caddede Kefeli Apartmanı’ndan istasyon yönüne doğru giderken sağ ilerde köşededir.[181]
Dikkat çekici olan bir diğer husus, tarifte adıgeçen, Hakkı Kefeli tarafından yaptırıldığı anlaşılan ve ismini Kırım’ın Kefe şehrinden alan Kefeli Apartmanının Samsun’un ilk apartmanı olmasıdır.[182]
Yine, Konaklar Mahallesi (Makrevis Köyü) Çelina mevkiindeki Gülapoğlu ailesinin Kırım Aluşta’da Kemer adlı pastanesinin bulunduğu anlaşılmaktadır.[183]
Rize simidiyle ilgili olarak görüşülen kaynak kişiler, en eski simit fırınının Çamlıhemşin’de bulunduğunu ve dört nesildir simitçilik yapan bir aileye ait olduğunu söylemiştir. Aile savaş yıllarında Rusya’ya göç etmiş ve orada fırıncılığı öğrenmiştir. Geri döndüklerinde de mesleği Rize’ye taşımışlardır. Simidin Rusya’daki ismi “bubrik”tir.[184]
Bir akademik çalışmada, “Kırım-Tatar ve Giresun yörelerinin kültürel birlikteliklerinde tarihsel süreçte birçok kez aynı coğrafyayı paylaşmalarından dolayı etkileşim, ortaklık ve benzerlikler görülmektedir. Özellikle bu kültür benzerlikleri Kırım halk oyunları ve müzik kültürü ile Giresun halk oyunları ve müzik kültürlerinde daha çok ön plana çıkmaktadır.”[185] tespitine yer verilmiştir.
Gerçekten de, binlerce yıldır çok yönlü olarak yürüyen Kırım-Anadolu etkileşimin halk oyunlarını yahut gastronomik anlamda sadece Hemşinlilerle sınırlı olmadığını öngörmek gerekir. Bu çerçevede, örneğin, Erzurum’daki Kırım Baklavası, Tatar Çorbası, Cağ Kebabındaki Tatari’yi; Evliya Çelebi’nin Kırım Tatarları’nın yatay şişte hazırladıkları ve özellikle konukseverliği göstermek için misafirlerine ikram ettikleri kebap olarak tarif ettiği[186] Döner Kebabının ilk yapıldığı yerin Kastamonu olarak iddia edilmesini, hatta İzmir’deki İzmir Kebabını; Karadeniz’de 19. Yüzyılda özgün kimlik kazanan yerel pideciliğin Kuzey Karadeniz ile bir ilgisinin olup olamayacağı hususları ayrı incelemeyi hak etmektedir.
Kırım-Anadolu ilişkileri elbette Kırım Savaşı ile son bulmamıştır. Osmanlı’nın 1877-1878 Rus Savaşı, Balkan Savaşları, İkinci Dünya Savaşı’nı yaşadığı, Kırım’ın da tabii olarak bunlardan doğrudan etkilendiği süreçte, Kırım’da İsmail Gaspıralı tarafından yürütülen Usul-ü Ceditcilik hareketi[187] oluşmuş, bu dönemde çok sayıda Kırım aydını İstanbul’da eğitim almış, Kırım’da 1917-1918 yılları arasında kısa süreli var olan Ahali Cumhuriyeti’nin[188] ardından, 1921-1922 yıllarında Kırım’da ve İdil-Ural Bölgesinde Açlık ve Türkiye’den Giden Yardım[189] belirgin kilometre taşlarını teşkil etmiş, özellikle İstiklal Harbi’nde Rusya üzerinden gelen silah ve mühimmatın ana güzergahı Kırım ve Anadolu’nun Karadeniz olmuştur. Cumhuriyet döneminde ise, “Aktopraklar”da yaşayan Kırım Tatarları ileri tarım teknikleriyle başlattıkları katkıyı, sanayi, kültür-sanat, siyaset, bürokrasi dahil olmak üzere geniş bir sahaya taşıyarak etkili olmuşlardır, olmaya devam etmektedirler.
Sonuç itibariyle, yazımızın sınırları dahilinde kritik kişi ve olaylar üzerinden yaptığımız çalışmada; Gıyaseddin’in Kırım’dan giderek Selçuklu, Yavuz Sultan Selim’in Osmanlı tahtına çıkması, hatta Hazar Hakanı’nın torunu Leon’un Bizans tahtına sahip olması gibi siyasi; arkasında Kırım Karaylarını bırakan Hazarların Kırım’daki etkinlikleri yanında Rusların Hristiyanlığa Kırım’da geçmesi ile Batu sonrasında Kırım’ın Müslümanlığın önemli merkezi olması gibi dini; ticari ve demografik hareketlerin yoğunluyla oluşan yoğun sosyo-ekonomik ilişkiler nedeniyle Kırım’la Anadolu’nun “etle tırnak” gibi bir bütün oluşturduğu ortaya çıkmaktadır. Bunu doğal karşılamak gerekir. Her ikisi de eski dünyanın merkezinde yer alan, medeniyetin beşiği Anadolu ile Avrupa’nın ilk daimi sakinlerinin 37.000 yıl öncesinden yerleştiği [190] Kırım’ın içiçeliği beklenmelidir.
Nihai tahlilde, Kırım mevzubahis olduğunda, konuyu tarihsel bir derinlikte, geniş perspektifte ele almak zorunluluk olarak karşımızda durmaktadır.
.
Rıdvan Aras, dikGAZETE.com
Karadeniz Limanları
Amazonlar
Mithridates
Kimmeryalı Conan
Ceneviz-Theodoro Prensliği dönemi Kırım
Karadeniz’de Yunan Kolonileri
[166] Şahin Korkmaz, Türk Aynştaynı Oktay Sinanoğlu (Kitap Özeti), 13.03.2016. https://www.sahipkiran.org.tr/turk-aynstayni/ ; Emine Çaykara, Oktay Sinanoğlu, Türk Aynştaynı, Söyleşi-Kitap, Alfa Yayınları, 2018.
KİMMERLEDEN HEMŞİNLİLERE
ANADOLU KIRIM ETKİLEŞİMİ
Mykenler örneğinde olduğu gibi, Geç Bronz Çağı’ndan itibaren Akdenizli halkların Karadeniz’e yelken açarak, bölgenin yerli halklarıyla temas kurdukları bilinmektedir. Coğrafi keşif, maden arama ve ticaret yapma amacıyla gerçekleşen bu seferler ile Karadeniz’in tanınmaya başlaması söz konusudur. Her durumda Karadeniz, Akdeniz için yapılmış gemilerle gelen bu halklara pek de iyi davranmamıştır. Karadeniz, kuvvetli akıntıları, sık sık oluşan sisleri, aniden patlak veren fırtınaları, sığınılacak limanların azlığı ve yerli toplulukların düşmanlıkları ile belleklerde yer etmiş; ondan korkulmuştur.[1]
Helenlerin, İÖ. 750-550 yıllarında Karadeniz kıyılarında birçok koloni kurmalarıyla, bu denizin Akdeniz ile olan bağlantısı canlanmış olmakla beraber, aşağıda belirtildiği üzere, Karadeniz ile Akdeniz arasındaki bağlantıların ilk önemli canlılığı Ceneviz ve Venedikliler sayesindedir.[2]
Bilinen sakinleri Tauriler ve İskitler’den sonra Kırım tarımsal üretim sıkıntısı çeken Miletli Yunanlar tarafından mesken edilmeye başlanmıştır. Kırım dâhil Karadeniz sahillerinde yerleşim yerleri kuran Yunanlar, MÖ 7. ve 5. yüzyıllar arasında, özellikle Kırım’ın güneybatı ucunda, günümüze de kalıntıları kalmış olan Hersonisos kolonisini kurmuştur.[3]
Karadeniz bölgesindeki ticaretin merkezi olan Kırım’da ilk Yunan kolonileri milattan önce VI. yüzyılda kurulmuştur. Fakat bu Yunan kolonileri sadece Kırım’ın sahil bölgelerinde hakim olmuştur. Kırım’ın iç bölgelerinde egemenlik tesis edememişlerdir.[4]
Bu kolonilerden M.Ö.VI. yy.’da bir deniz imparatorluğuna dönüşen Miletos, Karadeniz kıyılarında başlıcaları, Sinope (Sinop), Kerasos (Giresun), Amisos (Samsun), Trapezos (Trabzon), Herakleia Pontika (Karadeniz Ereğlisi) Kotyora (Ordu) gibi ticaret ve balıkçılık merkezlerinde koloniler kurmuştur. Karadeniz’in (Euxeinos) kuzey kıyılarında, Olbia (Yuzhne), Tomis-Costanta (Köstence), Pantikapeon (Kerç), Chersoneseus (Kırım)’u kurarak, her tarafı kolonize edilmiştir.[5]
Marmara ve Karadeniz kıyılarında kurduğu kolonilerle beraber büyük bir ticaret ağı oluşturan ve ticari merkez görevi görerek zenginleşen Miletos, kültür, felsefe ve bilime de başkentlik yapmıştır.[6] Böylece Kırım-Anadolu ile etkileşim başlayacak, bu etkileşim, deniz yoluyla Mısır’dan İtalya ve İspanya’ya, karayoluyla Çin’den Kuzey Avrupa’ya tüm eski dünyayı kapsayacaktır.
Antik Grek kaynaklarında Karadeniz, “Pontus Euxinus (konuksever deniz)” olarak geçmektedir. Bu adın Grekler tarafından Karadeniz’e verilmesinin nedenleri üzerine birtakım varsayımlar oluşmaktadır. Karadeniz’in Grekler tarafından “konuksever deniz” olarak adlandırılmasında; bu bölgenin Grek anakarasına göre toprak verimliliği, denizcilik uygulamalarını kolaylaştıran doğal limanları ve belirli bölgelerdeki yumuşak iklimin etkili olduğu olabileceği düşünülmektedir. Karadeniz; Grek toplumu için yaşamaya oldukça elverişli olup, ana yurtlarına göre tarım yapabilme olanakları da daha geniş bir bölgedir. Bunun yanında bilinen en eski dönemlerden başlayarak denizci ve deniz ticaretiyle uğraşan bir toplum olduğu bilinen Grekler için Karadeniz, var olan halklara oldukça geniş denizcilik olanakları sunmuştur. Ayrıca Karadeniz’den uzakta kalan kuzey kesimler dışında kıyıya yakın olan bölgelerin elverişli ve ılıman bir iklim ortamını barındırdığı ve hava açısından yaşam koşullarının kıyı kesimlerinde herhangi bir olumsuzluk oluştur madığı bilinmektedir.
Karadeniz’deki Grek kolonilerinin hepsinin kıyıya yakın bölgelerde kurulması da bu durumlar ile doğrudan ilgilidir. Karadeniz’in Grekler tarafından Pontus Euxenius (konuksever deniz) olarak adlandırılması üzerine; Greklerin bu bölgeye yerleşmeye başlaması ve koloniler kurma sürecinde yerli halklarıyla büyük çaplı bir egemenlik mücadelesine girme gereksinimi duymaması da var olan düşünceler arasındadır. Karadeniz’in kolonileşme sürecinde kıyı bölgelerinde Greklerin yerleşmesini engelleyebilecek bölgede büyük askeri ya da siyasi bir güç o dönemde bulunmamakla birlikte Karadeniz’in kuzey düzlüklerinde bütünüyle egemen güç olan İskitler; Greklerin Karadeniz kıyılarına yerleşmesine herhangi bir olumsuz tepki oluşturmamış, kurulan ticari düzenden İskitler büyük ekonomik gelirler elde etmiştir. Denizcilikle ilgili herhangi bir ilgisi bulunmayan ve ekonomisi doğrudan hayvancılığa bağlı olan İskitler için önemli olarak görülen bölgeler Karadeniz’in kuzeyindeki otlak araziler olup, deniz kıyısındaki bölgelerin İskit yaşam ve üretim biçimi bakımından herhangi bir önemi bulunmamaktadır.[7]
Hellen-İskit ilişkileri ise VII. ve VI. yüzyılda oldukça dostane görünmektedir. Bu dostane ilişkiler sonucunda Hellenler Karadeniz kıyılarında birçok koloni kurabilmişlerdir. Özellikle Olbia, Pantikapeia ve Azak şehirlerinde birçok Hellenli mezarı ve eşyası bulunmuştur.[8]
Arkeolojik bulgular ve antik yazılı kaynaklara göre Karadeniz çevresindeki bozkır toplumlarının varlığı MÖ II. binyıldan başlamak üzere takip edilebilmektedir. Karadeniz çevresinde egemen güç olduğu bilinen Kimmerler; MÖ IX.-MÖ VIII. yüzyıllarda bölgeye İskitlerin gelmesine kadar toplumsal ve yönetsel düzenlerini korumuşlardır. İskitler; Kimmerlerin Karadeniz çevresinde oluşturmuş olduğu politik ve askeri gücü MÖ VIII. yüzyıldan başlamak üzere üstlenmiş ve bölgedeki çeşitli toplumlara kendi hegemonyasını kabul ettirmiştir. Böylece Karadeniz çevresinde Kimmerler ile yayılan bozkır kültürünün varlığı, yine aynı kültüre ait olan İskitler aracılığıyla bölgede sürdürülmüştür.[9]
Kimmerler, İskitler ve Sarmatlar; sırasıyla birbirleri arasında giriştikleri mücadeleler sonucunda arada herhangi bir kesinti olmadan Kuzey Karadeniz’deki bozkır toplumları egemenliğini birbirine devrederek devam ettirmişlerdir.[10]
Kırım kelimesinin Herodot (Herodotos)’ta “Kimmerya”dan yani Kimmerlerin, Kırım’da “Kimmerikum, Kimmeris, Kimmerika (Kimmerike)” gibi ticari koloniler kurmasıyla bağlantılı olduğu da vurgulanmaktadır.[11]
İşte bu sebeple Kırım adının Krimen (Crimen)’den türediği ileri sürülmektedir. Kimmerler[12], Antik Grek kaynaklarında “Kymmerioi/Kymmerios” adıyla tanımlanırlar.[13]
Asurlular Kimmerleri “Gimirrai”, İskitleri “İskuza/Asquzai” olarak adlandırmıştır. Urartular ise Yine Akkadca’da Gamir(e), Grabarca’da Qamir-k, Gürcüce’de Qmiri olarak geçmektedir. Rus araştırmacılarından İ.M. Dyakonov, Kimmer adının Eski Doğu dillerinde qamir, qomer, qimirri, qimirray biçiminde telaffuz edildiğini, hatta Eski Ahit’te Qãmer yerine hatalı bir şekilde Gomër yazıldığını belirtmektedir.[14]
Türk dillerinde Kimmer adı Qaman, Qambay, Kambar, Kamer, Qamerli, Qomer olarak geçmektedir.[15]
Kırım adının bu yarımadanın eski sakinlerinden Kimmerlerin değiştirilmiş hali ve Eski Kırım (Solhat)’ın bu halkın yaşadığı bir yer olduğu da kabul edilir.[16]
Nitekim, "Kırım" (Crimean) kelimesinin de "Kimmer" kelimesinden türediğinin bilindiği çok sayıda kaynakta yer almakta olup,[17] günümüzdeki Kerç Boğazı'nın antik dönemlerdeki adının Bosphorus Kimmerius (Kimmer Boğazı) olması ve Kimmerikon kenti gibi yerleşim adlarının olması bu görüşü desteklemektedir. Bu arada, Trabzon yakınındaki Ağrımış Dağı’nın Antikçağda “Kimmerius Dağı” adını taşıması[18], bunun dışında Kırım Yarımadası’nda bugün Çadır Dağı olarak bilinen dağların da eski çağda “Trapezous Dağları” olarak adlandırıldığı[19] bilgisi dikkat çekicidir.
Kimmeryalı tanımlamasıyla hatırlanan ve Arnold Swarzenegger’ın tarafından sinemada boy göstermesiyle dünyaca tanınır hale gelen Conan karakterinin yaratıcısı Robert E. Howard’ın bu karakteri oluştururken Cengiz Han’dan esinlenmediğini ilginç bir not olarak kayda alalım.
MÖ VIII. yüzyıldan başlayarak İskit egemenlik alanında bazı ticari etkinlikler gerçekleştirdiği bilinen Greklerin, güçlü bir askeri kültürü olduğu bilinen İskitler ile iyi ilişkiler kurmayı amaçladıkları düşünülmektedir. Karadeniz’in kuzeyinde Grek yerleşiminin başlaması ve gelişimi sürecinde Greklerin bölgede herhangi bir askeri mücadeleye girmek gibi bir girişimi bulunmadığı anlaşılmaktadır.[20]
İskitlerin MÖ XI.-XIII. yüzyıllardan başlamak üzere Karadeniz çevresine yerleşmeye başlamasıyla birlikte buradaki toplumları kendi askeri – politik koruması altına almış, bölgede kendi hegemonyasını kabul ettirmeyi kısa sürede başarmıştır.
MÖ VII. yüzyılda Grek kolonicilerin Kuzey Karadeniz’e gelip yerleşmeye başlamasıyla birlikte burada egemen güç olan İskitler ile karşılaşmışlar ve böylece birbirinden oldukça farklı kültürel altyapı ve yaşam biçimine sahip olan Grek ve İskit toplumlarının birbirini tanıması durumları ortaya çıkmıştır. İskitler ve Grekler; birbirinin eksik ya da gelişmiş olan özelliklerinden etkilenerek Karadeniz’in kuzeyinde ortak bir kültür oluşmuştur.[21]
Kimmerlere gelince; Kimmerlerle ilgili ilk yazılı kaynak Homeros’un Odyssea’sıdır. Ancak detaylı bilgiler Herodotos’tan gelir. Buna göre Kimmerler İskitlerin baskısıyla Araxes (Volga) ırmağını geçerek bugünkü Gürcistan sınırlarına gelirler. Buradan iki kol haline harekete geçerek, bir kol Anadolu’ya girerken diğeri İran üzerinde Media’ya uzanır. Anadolu’daki Kimmer izlerine Sinope’den Ephesos’a kadar oldukça geniş bir coğrafyada rastlamak mümkün olmaktadır.[22]
İskit baskısı sonunda Kafkas geçitlerini aşan Kimmerler, Doğu Anadolu'ya ulaşmışlardır. İskitler'e izlerini kaybettiren Kimmer toplulukları kısa zamanda Urartu yerleşim sahasına yayılmışlardır. Doğrudan Kimmer saldırılarıyla karşı karşıya kalan Urartu kralları, bu saldırıları önlemek için gayret sarfetmişlerdir. M.Ö. VIII. yüzyılın sonlarında Kimmer akınlarına karşı koyabilmek için mücadele eden Urartulular, onlarla anlaşma yolunu seçmek zorunda kalmışlardır. Yine, Asurlular'la da mücadele eden Kimmerler, Anadolu içlerine kadar yayılarak Frigler'e saldırmışlar ve oradan Batı Anadolu'ya ulaşarak, Lidyalılar'a güç anlar yaşatmışlardır. Kimmerler'in İskitler'in baskısı sonucunda Anadolu'ya indikleri zaman M.Ö. VIII. yüzyılın sonlarından, Batı Anadolu'da Lidyalılar'ın son Kimmer boylarını Kızılırmak'ın doğusunda Kapadokya bölgesine sürdükleri M.Ö. VI. yüzyılın başları düşünüldüğünde, takriben yüz yıl Anadolu'da varlıklarını sürdükleri anlaşılır. Hatta Urartu, Asur, Frig ve Lidya gibi o devrin büyük devletlerinin Kimmer akınları karşısında dehşete düşerek, çeşitli tedbirler aldıkları ve Kimmerler'in onlar için küçümsenemeyecek bir düşman olduğu düşünülebilir. Bunu Kimmerler'le çoğu kez anlaşma yolunu seçmiş olmalarından da anlamaktayız.[23]
Friglerle yaptıkları mücadelelerde yıkıcı etkilerini gösteren Kimmerler’in ana göç koluna mensup olan boylar bu dönemden sonra Kapadokya’ya yerleşerek burada bir devlet kurmuşlar ve bu devletin varlığından dolayı Ermeni kaynaklarında Kapadokya bölgesine[24] Gomer veya Gamirg adı verilmiştir.[25]
Lydia Kralı Alyattes'in, 591-585 yıllarında doğudan gelen Med'lerle savaştığı, bunun hemen öncesinde Kimmer'leri Kızılırmak'ın doğusuna sürdüğü, daha sonra ise 585 yılında Lydia ve Med'ler arasında yapılan anlaşmayla Kızılırmak'ın sınır olduğu ve Kimmer'lerin bu iki güç arasında eriyerek tarih sahnesinden çekildiği düşünülmüştür.[26]
İ.Ö. 595 yıllarında Alyattes'in Batı Anadolu'daki Kimmer istilasına son vermesi, Kimmer'lerin buradan tamamen çıkarıldığı anlamına gelmemektedir. Asıl çıkarılış İ.Ö. 570 yıllarında Alyattes oğlu Kroisos'un Antandros merkezli Kuzey Batı Anadolu Kimmer'lerini de buradan sürmesiyle olmuştur.[27]
Kimmerlerin peşi sıra Anadolu’ya bu kez İskitler gelmiştir. Bu iki topluluğun Anadolu’ya ulaşmasıyla birlikte Amazon efsanesinin gündemde yer almaya başladığı görülmektedir. Amazonların yaşadıkları ya da bulundukları bölgelerin oluşturduğu coğrafyanın genişliği kuşku uyandırıcı gelmektedir. Ancak hepsinin ortak bildirdiği yer Thermedon Nehri kıyıları ve Maeotis Gölü (Azak Denizi) kıyılarıdır.[28]
Amazonların Anadolu’ya ilk olarak M.Ö.8.yüzyıldaki Kimmer akınlarıyla gelmiş oldukları Homeros’un İlyada’sında Priamos’un ağzından aktarılmıştır. Kimmer ordusunda yer alan kadın savaşçılarla ilk kez karşılaşan Yunanlıların dikkatini çekmiş ve şaşırtmış olmalıdır.[29]
Strabon, Anadolu’da birçok şehrin Amazonlar tarafından kurulduğunu ve bu şehirlerde kurucularının mezarlarının ve diğer anıtlarının da bulunduğundan bahsetmektedir.[30]
Sinope’nin isim kaynağı olarak bir Nymphe’nin ismi olduğu ya da bu bölgenin kralı ile evlenen bir Amazon’dan aldığı öğrenilmektedir.[31]
Şu halde, Ege kıyılarından Karadeniz ve Kırım’a başta Miletliler olmak üzere İon kolonileri vasıtasıyla başlayan etkileşim, bu defa Kırım’dan Kimmer ve ardından İskit akınları ile Frigya (Gordion), Lidya (Sardes/Salihli)’ya kadar uzanmış, İskitlerin Greklerle bu kez Ege’de karşılaşması ve yer adlarını miras bırakmaları bir yana, o dönemlerde Anadolu’ya gelen savaşçı kadınlar Amazonların İzmir’e isimlerini verecek kadar efsaneleşmelerine yol açacaktır. Diğer bir ilginç nokta ise, göçebe bir topluluk olan Kimmerlerin yerleşik oldukları nadir, bir görüşe göre tek, fakat her halükarda en son kent olan Antandros’un Roma’nın kuruluş efsanesindeki önemidir. Çünkü, Troia düştükten sonra kahraman Aeneas’ın yeni bir yurt kurmasına ilişkin geçen olaylar, Vergilius’un “Aeneis” destanında anlatılmış, Aeneas, Troia şehrini terk edip İda Dağı üzerinden Antandros’a gelmiş ve burada gemilerini yaptıktan sonra Anadolu’da ayrılmıştır.[32]
Çok sayıda limana uğrayan Aeneas, İtalya’daki Castro bölgesine ayak basmıştır; burada Roma İmparatorluğu’nun temelini atmıştır.[33]
Daha sonraki dönemde Anadolu’daki baskın unsur Roma olacaktır. Bu da, bir başka efsanenin doğuşu anlamına gelmektedir. Pontus Kralı Mithridates. Romalıların, İzmit’te ölen Kartacalı Hannibal ile birlikte en çekindikleri isim olan Mihridates’in Anadolu, Anadolu olduğu kadar Kırım’la da bağlantısı güçlüdür. Nitekim, son nefesini Kırım’da vermiştir.
Mithradates’in İÖ. 133 yılında Sinope’de doğduğu[34] kayıtlıdır. 5 İÖ. VII. yüzyılda Miletos’lular tarafından kurulan Sinope, kısa zamanda gelişip güçlenerek, İÖ. V. yüzyılın başından itibaren kendi sikkelerini basacak seviyeye ulaşmıştır. Daha sonra Doğu Karadeniz sahillerinde Kotyora (Ordu), Kerasos (Giresun) ve Trapezus (Trabzon) kolonilerini kurmuştur.[35]
Amisos (Samsun) limanı, Sinope kadar iyi olmasa da, Kappadokia’yla olan gelişmiş yol ağı sayesinde Pontos’un iç kısımlarıyla daha rahat bir ulaşım imkanına sahipti. Adeta Pontos ve Kappadokia’nın dünyaya açılan ticaret kapısı konumundaydı.[36]
Mithradates’in, Pontos ve Kolkhis Dağları’nda bulunan zengin demir, gümüş, bakır ve altın madenlerini aktif olarak işletmeye başlaması, onu kısa zamanda sadece Küçük Asya’nın değil, dünyanın en zengin krallarından biri yapmıştı. Dahası bir yandan Tanaïs (Don) ve Istros (Tuna) ırmakları arasındaki Skythia, Tauros, Bastarnai, Sarmatia ve Thrakia kabilelerinden Maiotis (Azak) Denizi’ne kadar bütün savaşçı kavimlerle ittifaklar kurmuş, müttefiklik anlaşması yapmış, diğer yandan da ülkesine komşu Armenia Kralı II. Tigranes’le kızı Kleopatra’yı evlendirmiş ve Parthia Kralı Arsakes’le bağlaşıklık anlaşması imzalamıştı.
Romalıların düşmanı Cimbri kabilesiyle anlaşma yapmak üzere elçilerini göndermiş; ayrıca Anadolu’nun savaşçı kavmi Galatları da kendisine bağlamıştı. Suriye ve Mısır krallarıyla; Hellas ve Africa kentleriyle ve hatta Italia’da Roma’ya karşı ayaklanan İtaliklerle yakın ilişkiler kurmuştu. Ayrıca, egemenliği altındaki Kolkhis Bölgesi, Mithradates’in denizlerde hakimiyet sağlayabilmesi için inşa etmesi gereken deniz filosuna doğal bir kaynak teşkil ediyordu.[37]
Bu durumda Roma ile kapışmak kaçınılmaz olacaktı. Mitridates defalarca üstün geldiği Roma karşısında, en nihayetinde oğlunun ihanetiyle kaybedecektir.
Kral Kırım’da, Kimmeria Bosporos’unun kıyısında yükselen ve o zamandan beri “Mithradates Dağı” olarak adlandırılan bir tepede, Romalılara teslim olmaktansa hayatına son vermeye karar vermişti. “Yaşlı kral Romalıların zafer alayında teşhir edilmektense ölmeyi tercih etti. Tuna Gallia’lılarından kurulu, Bituitos komutasındaki muhafız alayını yanından uzaklaştırdı. Karılarını gönderdi. O zamana kadar kendisini hiç yalnız bırakmayan iki kızıyla baş başa kaldı. Daima kılıcının kınında taşıdığı zehri çıkartarak hazırladı. Çocukluklarından itibaren birlikte büyümüş Kıbrıs ve Mısır krallarıyla nişanlı olan Mithradatis ve Nysa adlı kızları da onunla birlikte zehir içerek intihar etmek istediler. Kızlar zehri içince zehir hemen etkisini göstermiş ve yıldırım çarpmış gibi düşerek ölmüşlerdir. Mithradates ise, çok yüksek dozda ölümcül zehir almasına ve zehrin bir an önce kanına karışıp etkisini göstermesi için yürümesine ve hareket etmesine rağmen bir türlü ölememiş; canı bedeninden ayrılmak istememiştir. Kral kendisini öldürmek için elini kılıcına atmış; fakat bedeni uyuştuğu için kolunu rahat hareket ettirememiştir. Bu sırada isyancılar neredeyse kralı ele geçireceklerdi. Dışarıdan gelen sesler gittikçe yaklaşıyor, gürültü artıyordu. Bunun üzerine kral kendisini son ana kadar terk etmeyen özel koruması ἡγεμὼν Κελτῶν=Kelt komutan Bituitos’u 2136 yanına çağırdı. Düşmanlarına karşı onun sağ kolundan birçok kereler yararlandığını söyledi.
Gallia’lı komutandan, büyük bir imparatorluğu uzun yıllar tek başına yönetmiş olan kendisini öldürüp, onun Roma’daki zafer töreninde sergilenme tehlikesini de ortadan kaldırmasını istedi. Böylelikle kralına karşı son ve en büyük iyiliği yapmış olacağını ifade etti. Bituitos kralı iyi bir ücret karşılığı isyancılara teslim edebilecekken, kılıcını çekerek bir vuruşta kralı öldürmüştür. Pharnakes yanlıları o sırada içeri girmişler, yerde serili yatan ölünün kargıları ve bıçaklarıyla yüzünü ve vücudunu delik deşik ederek tanınmaz hale getirmişlerdir.”[38]
Mithridates’in zehire bağışıklığı çocukluğundan beri her türlü zehri vücuduna alarak etkisini ortadan kaldırmasına dayanıyordu. Zaten çoğu hastalığı tedavi edecek farmakoloji bilgisine sahipti ki, Roma ordusunu “deli bal” yemeğe yönlendirerek ilk “kimyasal savaşı” gerçekleştirecekti. Eupatorium (Koyunpıtrağı) Mithridates Eupator’a adanmıştır.[39]
Nitekim, kültür, sanat, askeri bilgi ve direnci ile efsane olmasına karşın yüzyıllar boyunca bitki bilimine hakimiyetiyle anılacaktı. Mithridates, 54 baharat ihtiva ettiği belirtilen “Mithridaticum” adlı bir antidot (panzehir) hazırlamıştır. Mithridaticum sözcüğü daha sonra kısaltılarak “Mithir” olmuştur. Yunanca veya Rumca‟da th, s gibi okunduğundan “Misir” şeklini almıştır. Zamanla “misir” sözcüğü Osmanlı Türkçesi’nde mesir sözcüğüyle aynı okunuşu alarak, anlam olarak da “mesir” e yani eğlence ve şenliğe dönüşmüştür.[40]
Mesir şenlikleri, Mithridates’in zehirlere karşı yaptığı macunun Venedik’te her yıl Mithridates için yapılan törenlerin değişik bir şekilde XVI. yüzyılda Mesir Bayramı olarak Anadolu’ya girmesidir.[41] Mithridaticum yüzyıllar boyunca Avrupa’da kullanılacaktır.
İran kökenli olduğu bilinen Mithridat ailesinin kurmuş olduğu Mithridat Krallığı[42], Trabzon ve çevre illeri ile Kırım’ı da içine alarak “Bosporus” adı ile M.S 343 yılına kadar varlığını sürdürmeye devam etmiştir.[43]
Kırım’ın Rusya’ya katılmasından sonra Gözleve/Kezlev, Evpatoria adını aldı.[44] Aslında Kerkinitis veya Kerkinitida adı milattan önce 2. Yüzyıl sonlarında VI. Mithridates Eupator’un lakabına atfen Eupatoria olarak değiştirilmişti.[45]
Evpator, milattan önce VI. Yüzyılda Pers İmparatorluğu’nu kurmuş olan Akamenes Kurus soyundan Pontus kralı İran asıllı Mihridat’ın “ünlü soylu” manasına gelen unvanıydı.[46] Etimolojik bir görüşe göre ise, Eupator “iyi baba” anlamını taşımaktadır.[47]
Bir başka Evpotaria ise Anadolu’dadır ve ismini yine Mithridates’ten alır. Nitekim, Pontos Kralı VI. Mithradates kendi ismine izafeten Eupatoria (Taşova/Amasya) adında bir kent kurmuştu.[48] Böylelikle, Sinop’ta doğup Anadolu’ya hükmeden Mithridat ismini Kimmerlerden alan Kırım’daki Kimmer (Kerç) Boğazında ölecek, ismi her iki coğrafyada da yaşayacak, Osmanlı’nın şehzadeler şehri Manisa’da her sene hatırlanacaktır.
Kırım’da, etnik/dini grup olarak, Rumlar M.Ö. VI. yüzyıldan itibaren, Ermeniler ve Yahudiler M.Ö. I- M.S. IV. yüzyıldan itibaren yaşamaya başlamışlardır.[49]
Museviliğin yayılmasında, Gotlar ve onları Kırım’da dağlık bölgeye süren Hunlardan sonra Kırım’a hakim olan Hazarların etkisi büyük olmuştur. Hazarların bağımsız devletlerini kurmaları ise Göktürklerin Volga civarındaki hakimiyetinin sona ermesinden sonra olmuştur.
630’lu yıllarda Hazarlar henüz Göktürk Devletini oluşturan Türk gruplarından birisidir. Onların bağımsız olarak teşkilatlanması 650’li yıllarda Göktürk Devletinin Çin hakimiyetine girmesinden sonra meydana gelmiştir. Karadeniz’in kuzeyi, Kafkasların Karadeniz sahilleri, Kuban nehri boyları ve Kırım, Hazarların eline geçmiştir. Bu bölgelerin Hazarların hakimiyetine alınması Bizans ile olan münasebetlerin artmasına neden olmuştur. 695 yılında Bizans İmparatoru II. İustinianos, imparatorlukta meydana gelen bir ayaklanma sonucunda tahttan indirilmiş ve Kırım’ın bir kenti olan Herson’a gönderilmiştir. 700-704 yılları arasında İustinianos, Herson’dan ayrılarak Kırım’ın bir diğer kenti olan Doros’a kaçtı ve Hazar Hakanı Bazir Yıbos’tan sığınma talebinde bulundu. Hazar hakanı hem onun talebini karşıladı hem de kızkardeşi ile evlenmesine müsaade etti. Hazar prensesi, 704 yılında İustinianos’la evlendikten sonra Hıristiyan olmuş ve vaftiz edilerek Teodora adını almıştır. Teodora ve İustinianos, bir süre için Kırım’da bulunan Tmutarakan’a yerleşmişler ve burada Tiberios adını verdikleri bir oğulları olmuştur.[50]
730 ve 732 yıllarında Bizans imparatoru III. Leon (717-741), Hazar hakanı Bihor’a elçiler göndererek oğlu Konstantinos ile hakanın kızı Çiçek’in evlenmeleri için teklifte bulundu. Hakanın teklifi kabul etmesi üzerine Çiçek ve Konstantin evlendiler. Evlendikten sonra Çiçek, İrina ismini almıştır. 750 yılında Konstantinos ve İrina’nın Leon adında bir oğulları oldu. III. Leon’un ölümü üzerine 741 yılında Hazar hakanın damadı olan V. Konstantinos (741-775) Bizans tahtına geçti. V. Konstantinos’un ve Çiçek’in oğlu olan IV. Leon (775-780) “Hazar Leon” adıyla Bizans imparatoru olmuştur.[51]
Doğu Roma İmparatorluğu, Karadeniz tarafından gelebilecek herhangi bir tehlikeye karşı başkenti Konstantinopolis’i korumak için Kırım’daki Kersonesos şehrini tahkim etmiştir.[52]
Aslında, Bizans imparatoru Birinci İustinianus (527-565) döneminde Kırım’ın Keriç yarımadası sahasında kendi göçebe hayatlarını sürdüren Hunların başı Grod Konstantinopolis’e giderek İustinianus tarafından vaftiz olunmuştu. İmparatordan çok sayıda hediye kabul ederek bizanslara kendi Hun ahalisinin arasında hristiyanlığı yaydırılmasını devam edeceğinden inandırıcı sözler vererek Grod Kırım’a dönmüştü. Amma Grod tarafından yapılan bu hareket Grod’un kavimin içerisinde iyi kabul edilmemişti. Hunlar kendilerine Grod tarafından eski dinlerini Hristiyanlık dinine değiştirmelerinin teklifi ne kendi cevapların yerine Grod’un kafasını kesmişlerdi ve Grod’un ağabeyi Mugelin komutanlığının altında Kerç ve Taman (Kafkas tarafında) yarımadalarındaki tüm Bizanslara ait olan kalelerini dağıtmışlardı.[53]
Birkaç yüzyıl boyunca Bizanslılar Kırım’daki stratejik bölgelerde Hıristiyan Ortodoks piskoposlukları kurdular. Doros’ta, Kerç’te, Sudak’ta ve Kerson’da bunların yanı sıra Tumutorokan ve Hazarya’nın başkenti İdil’de VIII. yüzyılda çeşitli piskoposluklar bulunmaktaydı. Bu piskoposların amaçlarından biri Bizans dinini Hazarlara, Bulgarlara ve hem Hazarya sınırları içerisinde hem de onun çevresinde yaşayan kabilelere yaymaktı.[54]
9. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Ruslar, Hazar ülkesinde özellikle ticari alanda etkili olmaya başlamışlardır. Rusların sahip olduğu bu rahatlık, Kiev Knezi I. İgor'un Kiev şehrini ele geçirerek buraya yerleşmesini sağlamıştır. Girdiği uzun mücadeleler sonucunda Dinyeper Nehri üzerinden Karadeniz'e inen büyük ticaret yolunu ele geçirerek, bazı Slav kabilelerini Hazar egemenliğinden almıştır. Ruslar, yine bu bölgede Hazar hâkimiyetine son vererek, dağınık bir halde yaşayan Slav kavimlerini bir daire altında toplayarak devlet haline getirmişlerdir. Ruslar, ilk defa 913'te Hazar ülkesine bir sefer düzenlemişlerdir.(…)
Svylatoslav 965 yılında, Don Nehri bölgesinde bulunan Sarkel kalesini işgal ederek Don Nehri’nin kontrolünü ele geçirmiştir. Sonrasında Kuban civarındaki Tamatarkan kalesini ele geçirdi. Buradan hareketle İtil kentine ulaşan Svyatoslav bu kenti de ele geçirerek Hazar Hakanlığı’na son vermiştir.[55]
Hazar ismi Hazar Denizi’nde yaşamakta, bakiyesi Karaylar[56] ise Kırım’da varlıklarını devam ettirmektedirler. Karaylar, Yahudiliği (belki Karai Mezhebini) kabul etmiş, Kırım’ın çeşitli bölgelerinde de yerleşmiş olan, VII.-X. yüzyıllar arasında yaşayan Hazar–Türk göçebe halkının torunlarıdır. Günümüzde bu görüş Karay liderleri arasında resmi ve hâkim görüş olarak kabul edilmektedir.[57]
17 Mayıs 1918’de çıkan büyük Hasköy yangınından sonra İstanbul’un çeşitli semtlerine dağılan Karayların bugün yoğunlukla yaşadıkları yerler Balıkpazarı, Balat, Edirnekapı, Galata civarı ve Karaköy’dür.[58] Hatta “Karaköy” adının Karayların topluca yaşadığı yer anlamına gelen “Karay Köy” den geldiği bile iddia edilmektedir. Kırım’da Karaylar’dan ayrı olarak Türk dilli bir başka topluluk olarak Kırımçakların varlığını da not edelim.[59]
Bizans’ın Kırım merkezli Hristiyan misyonerlik çalışmaları ise Rusların bu dine geçmeleri gibi tarihi bir sonuç doğuracaktır.[60]
Kiev Knezi Vladimir 987 yılında ordusuyla birlikte Kırım’daki Bizans şehirlerinin en önemlisi olan Hersones’in üzerine yürümüş ve şehri kuşatarak düşmesini sağlamıştır. Bu durum üzerine Bizans imparatoru II. Basileios Vladimir’le yeniden anlaşmak zorunda kalmış ve daha önceki anlaşmaya binaen Hıristiyanlığı kabul etmesi şartıyla kız kardeşi Anna’yı ona göndereceğine söz vermiştir.[61]
Anna’nın ruhbanlar eşliğinde Hersones’e gelmesinden sonra, Vladimir vaftiz olmuş ve onu müteakiben askerlerinin birçoğu da vaftiz olarak Hıristiyanlığa girmiştir.[62]
Hazarların tarih sahnesinden çekilmesinde rol oynayan Peçenekler Kırım’dan Kiev’e kadar olan alanda etkili olacak, Bizans ile yoğun askeri ilişkilerde bulunacaktır. Ardından gelen Kıpçaklar ise kuzeydeki sahaya “Deşt-i Kıpçak” adını verecek kadar yoğun bir demografik katkı sunacaktır. Hazar Devleti’nden hemen sonrasında ortaya çıkan Selçuklular ise Anadolu ve Kırım’da adından söz ettirmeye başlayacaktır. Selçukluların kurucusu Selçuk Bey’in babasının ismi Dukak’tır Tuğrul Bey’in Dîvân-ı İnşâ reisi olan İbn Hassûl’ün bir kaydından hareketle Dukak’ın Hazar hakanına tâbi olduğunu iddia edenler de vardır.[63]
Ayrıca, Trakya’daki arazilerini yağmalayan Peçenek, Kuman ve Uzları askerî güç kullanarak durduramayan Bizans yönetimi genellikle arazi, para ve değerli hediyeler karşılığında onları kendi hizmetine alma yoluna gitmiştir.[64]
Bu gelişmenin ilk sonuçlarından olarak, 1064’te Selçuklular Ani’yi aldıktan sonra, Ermenilerin önemli bir kısmı Güneybatı’ya ve Kırım’a göç ettiler.[65]
Bu ve daha sonraki dönemlerde Kırım’a sadece Ani bölgesinden değil Doğu Karadeniz havalisinden de önemli oranda Ermeni göçü olmuştur. Kırım’a o kadar büyük Ermeni göçü olmuştur ki, o dönemde Kırım için Armenia Magna veya Armenica Maritima[66] kavramları kullanılmıştır. Haçikyan, “Kırım Ermenileri’nin daha XVI.-XVII. yy.larda kitle halinde Kıpçakça konuşur olduklarını” söyler.[67]
Ermeniler, özellikle Bahçesaray, Karasu ve Kefe gibi şehirlerde yaşamışlardır. Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde Kilikya Ermeni Krallığı’na 1375’te Memluk Devleti tarafından son verilmesiyle bölgedeki Ermeniler Kırım’a doğru göç etmiştir. Anadolu’da yaşanan Celali isyanları da Ermenilerin Kırım’a göç etmelerinde etkili olmuştur. Bu olaylar neticesinde Kırım’da Ermenilerin sayıları artmıştır.[68]
Ermeniler, özellikle Bahçesaray, Karasu ve Kefe gibi şehirlerde yaşamışlardır.[69]
Gregoryen Kıpçaklar ismi verilen topluluk ise bu sürecin bakiyesidir.[70]
VII. yüzyılda Hazar Devleti’nin hâkimiyeti ile başlayan süreçte Kırım uluslararası bir ticarî alan haline getirilmişti. Hazar Devleti, dünya ticaretinin Karadeniz çevresindeki bu yeni merkezini kontrol altında tutarak ülkesine gelen yabancı tüccarlardan aldığı %10’luk gümrük vergisini genelleştirmiş, Ruslar ve İtil Bulgarlarından aldıkları malları diğer ülkelere satarak zenginleşmişti. Hazarlardan sonra Peçenekler buraya hâkim olarak Kırım’ın uluslararası ticaret sahası haline getirilmesinde pay sahibi oldular. Selçukluların Ortadoğu’da hâkim oldukları XI-XIII. yüzyıllarda Karadeniz’in kuzeyinde ve Kırım’da hâkimiyet kuran Kıpçak Türkleri bu politikayı devam ettirdiler. Kıpçaklar, Hazarların ekonomik politikalarını devam ettirerek tüccarlardan aldıkları %10 gümrük vergisi ile yetinip, İtil bölgesinden aldıkları malları üçüncü ülkelere satarak, aracı rolü üstlendiler. Selçuklu tacirlerinin oradaki ticaretlerinin engellenmesi üzerine Sultan Alâeddin Keykûbad Kastamonu beyi Hüsameddin Çoban’ı 1225’te Selçuklu donanması ile Kırım üzerine gönderdi ve Suğdak’ı ele geçirdi. Buradaki Selçuklu hâkimiyeti, 1229’da Moğolların orayı işgal ettikleri zamana kadar devam etti.[71]
Hüsameddin Çoban Bey Suğdak şehrinde dini teşkilatı kurdu. Orada bir cami inşa etti, kadı, imam ve müezzinler tayin etti. Selçuklu hâkimiyetini kabul eden Suğdak’a muhafızlar bırakarak Sinop’a ve Kastamonu’ya döndü. Onun beraberinde Kıpçak köleleri, Macar atları, Rus ketenleri, altın ve sair pek çok ganimet vardı; Sinop ve Kastamonu servetle doldu.[72]
1223-1227 yılları arasında Hüsâmeddin Çoban’ın komutasında Karadeniz’in kuzeyine yapılan Selçuklu denizaşırı seferi sayesinde kuzey ulaşım ve ticaret yolunun güvenliğinin sağlanması ile birlikte Kastamonu-Sinop-Kırım arasında köklü bir ticarî ve iktisadî bağın kurulmuş olmasının altını önemle çizmek gerekir.[73] Çünkü, Anadolu Ticaretinin Gelişmesi Bağlamında Selçukluların Kırım/Suğdak Politikası[74] oldukça önemli bir yer tutmuştur.
Ancak, Selçukluların Kırım ile bağlantısı 1229’da sona ermeyecektir. II. İzeddin Keykavus, 27 yaşında iken 1261 yılı kışında annesi, karısı, çocukları Gıyaseddin Mesud ve Rükneddin Geyûmers, Ali Bahadır ve Uğurlu gibi yakın adamları,[75] Hıristiyan dayıları Kir Haye ve Kir Kedid, bazı emirler ve maiyyeti ile birlikte Antalya'dan bir gemiye binerek İstanbul'a gitti. Mikhail, Dobruca'yı onlara malikane olarak verdiği gibi, II. İzeddin'e Selçuklu tahtım ele geçirebilmesi için yardım vaadinde de bulundu.[76]
Dönemin kaynakları başlangıçta İzzeddin ve ailesinin Bizans başkentinde çok rahat bir yaşam sürdüğünü aktarır. Ancak İzzeddin’in, İstanbul’daki huzuru bir müddet sonra bozulmuştur. Görünüşte İzzeddin’in, Bizans tahtına geçmek için siyasi hadiselere karıştığı anlaşılmaktadır. Bahsedilen bu sebepten dolayı ailesinin bir kısmı ile Enez Kalesi’ne hapsedilen İzzeddin ve maiyeti hakkındaki bu iddianın doğruluğu oldukça müphemdir. Muhtemelen Palaiologos, Altın Orda-Memlûk ittifakı karşısında İlhanlılar ile yakınlaşmak zorunda kalarak İzzeddin’in tahtında gözü olduğu iddiasını öne sürmüş, onu ve ailesini bahsi geçen kaleye hapsetmiştir.
Anadolu’da yaşadığı sıkıntılara, Bizans başkenti İstanbul’da yenileri eklenen İzzeddin Keykâvus, bir süre sonra Altın Orda Hükümdarı Berke Han’ın girişimleri ile hapsedildiği Enez Kalesi’nden kurtarılmış, ailesinin ve maiyetinin büyük çoğunluğu ile Deşt-i Kıpçak’a getirilmiştir. Burada Berke Han, kızını İzzeddin Keykâvus ile evlendirmiş, Kırım’da bulunan Sulhad ve Suğdak şehirlerini ona iktâ olarak vermiştir. İzzeddin Keykâvus, yaklaşık olarak 1264 yılında, 29 yaşında iken Deşt-i Kıpçak’a gelmiş, kendine iktâ olarak tahsis bölgelerde, 1279-80 yılındaki vefatına kadar yaşamıştır.[77]
Nihayetinde, oğlu Gıyaseddin Mesut Kastamonu Beyi Çobanoğlu Yavlak Arslan’ın desteği ve Moğollarla ilişkisi sayesinde kardeşleriyle mücadelesinden başarıyla çıkıp Selçuklu tahtına oturacaktır.[78]
İzzeddin Keykâvus’un Kırım’a geçişi meselesinin en mühim hadiselerinden biri kendisine binlerce adamıyla destek veren ve Yunus Emre’nin Yûnus’a Tapdug u Saltug u Barak’tandur nasib[79] diyerek kendisini tarikat silsilesine bağladığı Saru Saltuk’un kendisiyle birlikte İstanbul’dan Kırım’a geçmesidir.
Sarı Saltuk, Türk dünyasının önemli bir kısmında bilinen destanî bir Türk kahramanıdır. Selçuklular devrinde birçok fetihlere katıldığına dair rivayetler olan Sarı Saltuk, yaşadığı dönem içinde efsanevî bir kahraman haline gelmiştir. Anadolu ve Balkanların İslamlaşmasında önemli rol oynayan Sarı Saltuk, XIII. yüzyılda Altınorda Devletinin bir ulusu durumunda olan Kırım’da da uzun süre faaliyet göstermiştir. Sarı Saltuk’un Kırım’daki faaliyetleri, Saltuk-nâme’nin üç cildine de yayılmıştır. Yarı tarihî yarı efsanevî bir şahsiyet olan Sarı Saltuk’un Kırım’a gelişi ile ilgili tarihî bilgiler Saltuk-nâme’de farklı anlatılmaktadır. Bu bölgelerde İslâmiyetin yayılmasında diğer Türk dervişler gibi, Sarı Saltuk da önemli rol oynar. Bir Türk dervişi ve Bektaşi velisi olan Sarı Saltuk, dönemindeki pek çok derviş gibi, Buharalıdır.
Saltuk-nâme’ye göre, Sarı Saltuk henüz II. İzzeddin Keykavus Kırım’a gitmeden önce, Kastamonu’dan yetmiş pare iri ve ufak gemilerle ve on dört bin kişiyle deniz yoluyla İstanbul’a giderken, bir yıl süren deniz macerasıyla, Kırım’ın henüz kâfirlerin elinde olan Kefe şehrine gelir, burayı ve etrafındaki kaleleri fethedip Kafkasya tarafına yönelir. Birinci ve üçüncü ciltlerde, en çok adı geçen şehir Kefe’dir. Büyük bir ihtimalle tarihî belgelerde yer almasa bile, Sarı Saltuk ve gazilerinin yerleşim yeri Kefe olmalıdır.
Kırım’ın yerlilerinden olup Sarı Saltuk’la birlikte hareket eden dervişlerden en çok adı geçenler Kemal Ata, Kara Davut, Çoban Ata ve Şehit Baba’dır. Kemal Ata, Sarı Saltuk’un muhibbi ve mürididir ve yerli dervişlerin de lideridir. Kefe diyarından olan Kara Davut’un kabri Hacı Tarhan’dadır ve ölüsü diri gibidir, çürümemiştir. Gene, Kefe civarından Çoban Ata, Sarı Saltuk’un Kırım’ın yerlilerinden olan dervişlerindendir. Kırım’ın yerlilerinden olan Şehit Baba, her zaman şehit olacağını söylemektedir ve Sarı Saltuk’la beraber mücadele ederken şehit olmuştur.
Anadolu ve Dobruca bölgesinden gelen, Sarı Saltuk’un gaza arkadaşları olan dervişler, değişik coğrafi alanlarda İslâmiyeti yaymak için mücadele ettikleri gibi, Kırım’da da faaliyet göstermişlerdir; Sinoplu Emir Osman, Sivaslı Köle Yusuf, Hasan Abdal, Bostan Dede, Yalunuz Derviş, İlyas-ı Rumi vb. Bunlardan en çok adı geçen isimler Emir Osman ve Köle Yusuf’tur. Emir Osman, Tatar Hanı tarafından Kefe vilayetinin emiri tayin edilir ve burada şehit olur.
Saltuk-nâme’de, Saltuk’un diğer bölgelerde olduğu gibi, olağanüstü yetenekleri, kahramanlıkları yanında, Tatarların/Altın Orda’nın Ruslarla; Sarı Saltuk ve gazilerin Acemlerle savaşları anlatılmaktadır. Sarı Saltuk Ruslarla olan savaşlara doğrudan doğruya katılmaz, ancak Tatarlar çıkmaza düştüklerinde, olağanüstü yetenekleriyle Tatarlara yardım eder.
Altınorda devleti döneminde olduğu gibi, Kırım Hanlığı döneminde de devlet yönetiminde önemli yere sahip olan Şirin sülalesinin Altınorda döneminde kâfirlere karşı mücadelesi de eserde yer almaktadır.
Selçuklu Sultanı Keykavus’un Kırım’a yerleşmesi üzerine Kırım’a gelen Sarı Saltuk, Keykavus’un ölümünden sonra dervişleriyle birlikte Dobruca’ya döner ve Babadağ’a yerleşir.[80]
Sarı Saltuk’un Kırım’daki faaliyetleri ileriki dönemde Salgır Baba’nın habercisi olduğu kadar, Anadolu’dan Kırım’a yönelen demografik hareketlerin ilk örneklerindendir. Nitekim, denizin her iki kıyısında artan ilişkiler Kırım’ın güney sahillerinde dikkate değer bir Oğuz varlığı oluşmasına ve bu alanda Oğuzcanın baskın olarak kalmasında etkili olacaktır.
Aynı dönemin dikkat çekici tarihsel olaylarından biri, Altınorda Devletinin hanı olan Berke’nin, Memlük sultanı Baybars’la olan siyasi yakınlığı neticesinde Müslüman olan ilk Altınorda hanı olmasıdır.[81] Baybars, 620’de (1223) Kıpçak ülkesinde doğdu. Kıpçak kabilelerinden Borçoğlu veya Borlu kabilesine mensuptur.[82] Kıpçaklar Kırım topraklarından köle ticareti de yapmaktaydılar. Suğdak’tan yola çıkan köleler Mısır’a kadar gitmekteydiler. Hatta ünlü Memlük komutanı Baybars Kırım’dan Mısır’a gitmiştir.[83]
Sultan Baybars (1260-1277)[84] köle kökenli idi ve Sivas esir pazarından Halep’te yeniden satıldığı Kılıç Hanı’na uzanan hikâyesi ile hafızalarda önemli bir yer edinmişti.[85]
Sivas, Ayas’tan Tebriz’e ve Suriye ve Mezopotamya’dan Kırım’a seyahat eden tüccarlar tarafından takip edilen yolların ortasında bulunuyordu. Aslında Sivas tüccarlar için, Karadeniz’e ulaşmak amacıyla bir kervan oluşturma yeriydi. Ayas’tan ya da Kaffa’dan gelen Cenevizli tüccarların varlığı XIII. yüzyılda Sivas’ta tasdik ediliyordu: Dahası, şehirde bir Ceneviz konsülü kurulmuştur.[86]
Sivas, Venedikliler tarafından sık sık ziyaret edilmekteydi.[87]
Filhakika Sivas, bu devirde, Şimal ve Cenup kavimlerinin bir mübadele merkezi idi. Şimalden gelen köleler, cariyeler ve kürkler İslâm ülkelerine buradan dağılıyordu. Menşei Kıpçak ve Kafkas kavimlerinden olan Mısır Memlûk devleti orduları ve bir kısım Selçuk devlet adamları olan köleler hep Sivas'ta satılmış, Sivas'tan götürülmüştür. Bu münasebetle İlhanı hükümdarı Abaga han meşhur Mısır-Suriye Sultanı Baybars'a yazdığı bir mektupta "Sivas'ta satılmış bir köle" ifadesile onu tezyif etmişti. XIV cü asrın sonlarına kadar bu yol bu faaliyetini muhafaza ediyordu. Hattâ Kadı Burhaneddin Mısır Sultanı Berkuk ile bozuşunca onu Sivas'tan kendi memleketine köle sevkedilmesine mâni olmakla tehdit etmişti.[88]
Dahası, Moğolları ilk mağlup eden komutan olarak bilinen Kıpçak kökenli Baybars[89] Solhat (Eski Kırım)’ta bir Camii de yaptırmıştır. Memlük Sultanı Melik-en Nasr'ın (Baybars) yaptırdığı caminin sadece duvarları ayaktadır.[90]
Anadolu’da Moğol işgalinin olduğu ve Selçuklu’nun çözüldüğü bu yıllarda, İstanbul’da 1204’ten 1261’e kadar sürecek, fakat etkileri çok daha uzun süre hissedilecek Latin istilası[91] olmuştur.
Haçlı Seferi neticesinde İstanbul’un Latinlerce işgaliyle Anadolu’da iki Rum Devleti oluşacaktı. Bunlar, Theodoros Laskaris tarafından yönetilen Nicaea [İznik] İmparatorluğu ve Aleksios Kommenos’un yönettiği Trabzon İmparatorluğu’ydu. Trabzon İmparatorluğu’nun kurulması sorunundaki en önemli etkenlerden biri, Bizanslı Komnenosların Gürcistan kraliyet ailesi Bagratidler (Bagrationi) ile olan bağlantısıdır. Hep sıkı olan bu bağ, Gürcü hanedanının, Aleksios Komnenos’un başını çektiği Trabzon’u alma hareketine destek olmadaki özel ilgisini açıklamaktadır. Gürcü Bagratidler, Dukas ve Komnenos kraliyet aileleriyle Trabzon İmparatorluğu kurulmadan yüz yıldan daha fazla bir süre önce yakınlaşmışlardı.[92]
Aleksios Komnenos Trabzon İmparatorluğu’nu kurduğunda, Kırım’ı da dâhil etmişti. Trabzon imparatoru, hem Kırım Gothiassının hem de Kherson’un hükümdarı haline gelmiştir. Yaklaşık 1198 veya belki de 1192 ile 1198 arasında Kırım’daki Bizans’a ait yerler zaten imparatorun kontrolü dışındaydı ve Trabzon’a bağlıydı.[93]
Bu esnada, Kırım’da Bizans’ın son kalıntısı olan Theodoro Prensliği kurulmuştu. Prensliğin kuzeyindeki Altın Orda Devleti ile barışçıl ilişkileri vardı, yıllık haraç ödüyorlardı, ancak güneydeki Ceneviz Gazaria kolonileriyle kıyılara erişim ve Kırım limanlarından geçen ticaret konusunda sürekli bir mücadele içerisindeydiler. Batıda Yamboli'den (Balıklava) doğudaki Aluston'a (Aluşta) kadar uzanan kıyı arazisinin dar bir şeridi başlangıçta prensliğin bir parçasıyken kısa bir süre sonra Ceneviz kontrolü altına girdi. Yerel Rumlar bu bölgeye Parathalassia (Yunanca: Παραθαλασσια, "deniz kıyısı") diyorlarken Ceneviz hükümdarlığı altında Gothia Kaptanlığı olarak biliniyordu. Güney kıyısında limanları kaybettikten sonra Gothia, Çernaya Nehri'nin ağzına Avlita adlı yeni bir liman inşa etti ve Kalamita (günümüzde İnkerman) kalesiyle bu liman güçlendirdi.[94]
Yöneticilerinden Maria Paleologina, Prenses Mangupskaya, Moldavyalı yönetici III. Büyük Stephen'ın karısıydı, teyzesi Maria Gotha, bir başka Bizans parçasının son efendisi olan Trapezunda İmparatorluğu, David ile evlendi.[95]
Theodoro Prensliği'nin kökleri ve bazı Rus soylu aileleri vardır. Böylece, XIV yüzyılın sonunda, Gavrasov prens ailesinin bir kısmı Feodoro'dan Moskova'ya taşındı ve eski boyar Kovrin hanedanına yol açtı. Uzun süredir, Moskova devleti için en önemli saymanlık görevinden emanet edilen Kırım'ın ailesiydi. 16. yüzyıldan itibaren, Rus tarihinde önemli bir rol oynayan diğer iki önemli Rus ismi-Golovinler ve Tretyakovlar, Khovrin ailesinden gelmektedir.[96]
Ailenin Ermeni kökenli olduğu da iddia edilmektedir. Ancak, Gothia prensliğinin asıl önemi, II. Dünya Savaşı’nda Almanların Kırım’ı Gothland olarak adlandırarak işgale tarihsel temel bulma gayretinde yatmaktadır. Hunların 4. Yüzyılda Kırım dağlarına sürdüğü Gotların kendi dilleriyle ayakta kalabilmiş son kalıntılarına bir Alman seyyah tarafından on 6. yüzyılda, Kırım’da rastlanmıştır.[97]
1563 yılında Flaman diplomat Ogier Ghiselin de Busbeck, Kırım’a gelip yerli halkla konuşarak bir Gotça sözlük hazırlamıştır. Bu tarihlerden sonra Kırım Gotları da tarihten silinmiştir.[98]
Latin istilası esnasında yaşanan en önemli olay hiç şüphesiz Karadeniz’de Cenevizlilerin güçlenmesi olmuştur. Cenevizliler, Doğu Roma İmparatorluğu ile iyi ilişkiler kurarak Karadeniz Havzası’na açılmış ve 1201’de Kefe’de ilk kolonilerini kurmuşlardır. Ancak 1204’te Haçlılar Doğu Roma İmparatorluğu’na el koyunca Venedik, Cenevizlileri saf dışı bırakarak Karadeniz ticaretini tekeline almayı başarmıştır. İstanbul’daki Haçlı hâkimiyeti sona erdiğinde, Cenevizliler tekrar Karadeniz Havzası’na yayılmaya başlamışlardır.[99] Orta Çağda Kırım Çevresindeki Bazı Önemli Şehirler, Kerç, Azak, Suğdak ve Kefe idi.[100]
Suğdak ve Kefe XIII. yüzyılda Kırım Yarımadası’nın en meşhur şehirleri haline gelmiştir.[101]
Bunlardan Kefe Ceneviz döneminde ön plana çıkacaktır. Cenevizliler 1277’de, şehre asıl kimliğini kazandıracak olan kale ve limanı yaptıklarında, kafalarındaki tek düşüncenin daha fazla ve güvenli ticaret olduğuna şüphe yoktur. Osmanlı idaresine girmesinden sonra da şehir, geçmişten devraldığı mirasın temel karakteriyle mütenasip bir gelişim seyri takip etmiştir.[102]
Kefe’nin uluslar arası etkinliğini, uzakları yakın eden konumunu ortaya koyan olumsuz, fakat bir o kadar da çarpıcı vakadan bahsetmek açıklayıcı olacaktır: Veba Salgını.
İlk defa Çin’de başlayan veba salgını, ticaret kervanları ve bölgeye hâkim olan Moğol orduları vasıtasıyla hızla yayılıyordu. Kıpçak bozkırlarında (günümüzde Rusya toprakları içerisindedir) at koşturan Moğollar, gözünü Kırım’daki Kefe şehrine dikmişti. O tarihlerde önemli bir ticaret merkezi olan Kefe, Ceneviz kolonisiydi ve Avrupalı tüccarların uğrak noktasıydı. Altın Orda hükümdarı Canibeg Han, 1346’da Kefe’yi kuşattı ancak beraberinde veba mikrobunu da getirmişti. Kuşatma esnasında ordusunun yarısını vebadan kaybetti. O da savunmayı kırmak için tarihteki ilk biyolojik silahı kullandı: Vebadan ölen askerleri mancınıklarla şehre fırlattı.
Çok kolay bir şekilde bulaşan hastalık, Kefe’de de baş gösterdi. Şehirden kaçan on iki Ceneviz gemisi, yükleriyle birlikte Avrupa’ya doğru yelken açtı. 1347 Ekim’inde, felaketi de taşıdıklarından habersiz, Sicilya’nın Messina Limanı’na demirlediler.
Veba mikrobunun ana giriş kapıları, Avrupa’nın liman şehirleriydi. Gemilerin ahşap olması nedeniyle veba mikrobu buralarda barınacak ve üreyecek uygun ortamı buluyordu. Gemilerdeki mikrop, her limanı ziyaret ediyor, ticarî mal hareketleri ile Avrupa’nın içlerine doğru yayılıyordu. Veba sadece iki yılda İtalya’dan Fransa’ya, oradan İngiltere, İskandinavya, Almanya, Avusturya, İspanya, Baltıklar, Macaristan ve Rusya’ya kadar bütün Avrupa’ya yayıldı.[103]
Biyolojik silah kullanımının tarihçesine ilişkin birçok kaynakta 1346 yılında Kefe kuşatmasında Tatarların salgın oluşturmak için vebadan ölmüş insan cesetlerini mancınıkla şehrin içine attıkları geçmektedir.[104]
Bir başka görüşe göre ise, hastalık, Kefe’de mancınıkla atılmış ölü bedenler marifetiyle taşınmaktan ziyade, neredeyse kesin olarak 1347’de Azak Denizi’nin daha kuzeyinde bir liman olan Tana’dan gelen kirli tahıl sevkiyatları vasıtasıyla Karadeniz’in dört bir yanına bulaştırılmıştır.[105] Bu görüş dahi Vebanın Kırım ve Karadeniz orijinini reddetmemektedir.
Nihayetinde, Avrupa’yı kasıp kavuran veba salgını sonucunda; Papa IV. Clement’ın ölü sayıcılarının tahminlerine göre, 1348-1351 yılları arasında Kara Ölüm 23.840.000 insanı, Avrupa nüfusunun 1/3’ünü ortadan kaldırdı. Fransa nüfusunun yarısı, İngiltere nüfusunun üçte biri vebadan öldü. Bunun neticesinde, Kralın soylulara bahşettiği topraklarda karın tokluğuna çalışan köylülerin nüfusunun kaybı, ekonomiyi ve üretimi vururken, işgücüne talep çalışanların kıymete binmesine, maaşlı, çok daha iyi imkanlarla aranır olmalarına yol açtı.
Sonralarında bundan geri dönüş olmayacaktı. Böylelikle, bir yandan feodal sistem çatırdarken, toprağa dayalı olmayan işler, elbette ticaret ön plana çıkacaktı. Klasik tıp bilgilerinin yetersizliği bu alanda yeni arayışlara yol açarken, toprak temelli ekonomik yapıya dayanan kilise gücünü kaybederken, din adamlarının çare üretememesi bir taraftan onlara güveni azaltacak, diğer taraftan yeni tepkisel mezhepler ortaya çıkacaktı. Avrupa artık eski Avrupa değildi.
Tam bu noktada, yarımadadaki Grekler/Gotlar/Hunlar ile Cenevizliler/ Theodoro Prensliği/ Altın Orda siyasi bölünmenin 20. Yüzyılda Kırım Tatarcasının Yalıboyu/Dağ/Çöl diyalektleri arasındaki paralelliğe dikkat çekmek gerekmektedir.
Cenevizliler, Bizans ve Altın Orda’nın zayıflaması başta olmak üzere siyasi istikrarsızlıkları ustalıkla kullanarak güçlerini muhafaza etmişlerdi. 15. Yüzyılda Kırım’da yeni bir siyasi güç meydana geliyordu. Bu güç, Altın Orda’dan ayrılan Kırım Hanlığı idi.
Hanlığın kurucusu Hacı Giray’ın Litvanya büyük dukası Witold’un yardımı ile 1428’de Kırım’ı ele geçirdiği belirtildiği gibi Polonya Kralı IV. Kasimir’den gördüğü yardımla (Receb 853 / Eylül 1449) Kırım’a hâkim olduğu da kaydedilmektedir. Ancak Hacı Giray’ın 1420’de hanlığı ele geçirmiş olması mümkün değildir. Ayrıca 1429’da amcası Devlet Berdi’nin Kırım’da han olarak bulunduğu da bilinmektedir. Hacı Giray adına 845’te (1441) Solhat’ta (Eski Kırım), 847’de (1443) Kırkyer’de para basılması onun hanlığı geç tarihte ele geçirdiğini düşündürmektedir.[106]
Hacı Giray I’in dayandığı Şirin, Barın, Argın ve Kıpçak isimli 4 kabile mevcut olup bunlardan en büyüğü Şirinler idi. Kırım Hanlığı’nın kuruluşunda asli güç olan bu kabile güçlerine “Karaçi”, beylerine de “ Karaçi Beyleri” deniliyordu. Hanlığın askeri, idari ve içtimai yapısının teşekkülü bunlar sayesinde gerçekleşmişti.[107]
Kırım Hanlığı’nın bundan sonraki en büyük meselesi Cenevizlilerle mücadele olacaktır.[108] Hacı Giray, Altın Orda hanından gelebilecek herhangi bir tedip harekâtına karşı Moskova Knezliği, Cenevizli kolonilere karşı ise İstanbul’un fethinden sonra hem boğazlara hem de Karadeniz’e egemen duruma gelen Osmanlı Devleti ile anlaştı. Hatta 858/1454’te Osmanlı-Kırım askerî birlikleri ilk olarak müşterek hareket edip Kefe’yi muhasara etti. Kefe vergiye bağlandı.[109]
Fatih, 1453 tarihinde İstanbul’u fethetmiş, 1461 tarihinde Trabzon İmparatorluğu’na son vermişti. Fatih Sultan Mehmed, sadrazam Gedik Ahmet Paşa’yı Kefe ve Kırım sahillerini zapt etmesi için görevlendirdi. Cenevizlilere ait bütün liman şehirleri fethedildi. Ceneviz dostu Nur Devlet’in yerine Cenevizlilerin tutsak ettiği Mengli Giray’ın 880/1475’te tahta çıkması sağlandı. Osmanlı Devleti’nin kendisine arka çıkması ile hanlığı almaya muvaffak olan I. Mengli Giray, Gedik Ahmet Paşa’yla Osmanlı sultanının dostuna dost, düşmanına düşman olma yönünde bir anlaşma yaparak Osmanlı padişahının hâmîliğini kabul etti.[110] (İnalcık, 1992, s. 421 Böylece Kırım Hanlığı’nda Osmanlı devri başlamış oldu.[111]
Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u fethettiğinde, şehir nüfusunun arttırılması için Subaşı Süleyman Bey görevlendirilerek önce gönül rızası ile sonrasında ise zorunlu göçle şehre Anadolu’dan aileler getirildi ki bu yeni gelenler arasında Ermeniler de vardı.[112]
Fatih Sultan Mehmed döneminde Ermenilerin şehre ikinci toplu göçleri ise 1475‘deki Kırım’ın fethiyle birlikte gerçekleşti. Kefe’den getirilen ve daha çok ticaretle uğraşan Cenevizliler ve Ermeniler başlıca iki semte, Galata’ya ve Karagümrük’e yerleştirildiler. Böylece zaten yüksek olan Galata’daki Ermeni nüfusu daha da artmış ve karma mahallerin dışında Ermenilerin semt içinde kendilerine has mahalleleri de olabilmişti. Şehirdeki Ermeni nüfusu içinde en varlıklı ve en kültürlü zümreyi oluşturan Galata Ermenileri, genellikle Kırım kökenli oldukları için Ermenice isimlerinin yanı sıra, Orhan, Tanrıvermiş, Eyne Bey, Şadi Bey, Şirin Hatun ve Melek Hatun gibi Tatar kökenli Türk isimleri de kullanırlardı.[113]
Surp Krikor Lusavoriç Kilisesi (Ermenice: Սուրբ Գրիգոր Լուսավորիչ եկեղեցի), İstanbul'un Beyoğlu ilçesi Karaköy semtinde bulunan Ermeni kilisesi olup İstanbul'un fethinden önce İstanbul'a yerleşmiş olan Ermeniler ve Cenevizliler arasındaki iyi ilişkilerin bir sonucu olarak Cenevizliler kendilerine ait bir kutsal alanı Ermenilere satar. Kırım-Kefe kentinden İstanbul'a gelen Goms veya Gozma adlı bir hayırsever Ermeni tüccar, Cenevizlilerden alınmış olan bu arsa üzerine bir kilise inşa ettirir. Aved adlı bir demirci ustasının da kilisenin mihrabını tamamlayıp yanına Surp Haç Mabedi'ni inşa ettiği bilinmektedir.[114]
Doğu Ortodoks Kilisesi tarafından tanınmayan Türk Kilisesi, Bağımsız Türk Ortodoks Patrikhanesinin ana binası İstanbul Beyoğlu semtindeki Meryem Ana Kaffa İkonu Kilisesi'dir. 1583 yılında Tatar asıllı Trifon Karabeinikov önderliğinde Kırım Feodosia'sından (Kaffa) gelen göçmenler tarafından inşa edilmiştir.[115]
Ayrıca, günümüzde Edirnekapı’da Salmatomruk semtinde bulunan ve Kefeli Camii olarak adlandırılan yapı da, 1475 yılında Theotokos Petras Kilisesi ile birlikte Kırım’ın Kefe kentinden gelen Ermenilere ve Cenovalılara resmi olarak verilir ve 1627’ye kadar kilise olarak kullanılır. Günümüzde Edirnekapı Dervişali mahallesinde Odalar Camii olarak bilinen yapı ise 1475’te Fatih Sultan Mehmet tarafından Ermenilere ve Kırım seferinin ardından Kefe (Theodosia) kentinden getirilen Cenovalılara tahsis edilir.[116]
Kırım’ın Osmanlı hakimiyetine geçmesinden sonra, Hemen hemen iki bine ulaşan kovulan Ceneviz toplumu Edirne Kapı civarında yerleştirildi ve orada yerleşenlere Galata’daki Cenevizlilere uygulanan koşullarda kendi kendilerini organize etmelerine müsaade edildi. Bu bölge Temmuz 1919’da meydana gelen yangın tarafından yok olmasına kadar Kefe Mahallesi olarak bilinmekte idi. II. Mehmet terk edilmiş iki Bizans manastırının ve bu manastırların kiliselerinin Caffalılarla birlikte gelen Katolik din adamlarının kontrolüne verilmesini emretti.
Bu iki manastır St. Mary ve St. Nicholas’a ithaf edildi ve Dominikanlar tarafından hizmetleri görüldü. St. Mary, Kırım’dan sürülenlerle birlikte getirilen eşyaların en değerlisi olan Kefeli Madonna’ya (Madonna of Caffa) sahip idi. St. Nicholas ise hem Latin hem de Ermeni Katoliklerinin yeri oldu ve bunlar aynı binayı paylaştılar.[117]
Fatih tarafından Kırım’dan İstanbul’a getirilen Rumlar da bulunmaktadır. Tophane ile Karaköy arasındaki Ali Paşa Değirmeni sokağında olup 1475’de Kırım’daki Kaffa şehrinden gelen Rumlar tarafından inşa edildiği bilinen Panayia Kafatiani Kilisesi bu göçün anısını taşımaktadır.[118]
Bilindiği üzere, Romalı, Roma’ya mensup” anlamındaki Romaio isminin Arapça’ya geçmiş şekli olan Rûm kelimesi Arap-İslâm kaynaklarında Romalılar, Bizanslılar ve İslâm topraklarında yaşayan Rumlar için kullanılmıştır.[119]
1780’li yıllarda II. Katerina döneminde Kırım’dan Ukrayna’nın orta ve kuzey bölgelerine göç ettirilen ve daha sonra kendi istekleriyle Azak Denizi kıyılarına yerleşen Hristiyan toplulukların varlığından söz edilir. Rusça kaynaklarda resmî adı “Grek”, “Greko-Tatar” olarak geçen bu topluluklar, Urumlar ve Rumeyler olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Rumeyler, Helen veya Roma kalıntısı; Urumlar ise Türk asıllıdır.[120]
Ortodoksluğu kabul edip Urum adını alan bu halkın, Kıpçak asıllı olduğu 1974 yılındaki Bartold toplantılarında da ileri sürülmüştür.[121]
Anadolu’nun Doğu Karadeniz ve Kuzey Doğu Anadolu bölgeleri dışında özellikle orta Anadolu merkez olmak üzere Karamanlılar olarak adlandırılan Ortodoks Hıristiyan olup Türkçe konuşan Türkçe isimler taşıyan ve yine Urumlar gibi Greklerden farklı olduklarını sahip oldukları adet gelenek ve görenekleri ile gösteren bir başka Hıristiyan Türk topluluğunun bulunması konuyu daha ilgi çekici hale getirmektedir. Bu noktada Urumlarla Karamanlılar arasında bir bağ olup olmadığı da ortaya çıkarılması gereken bir diğer önemli konudur. İzzeddin Keykavus ile Kardeşi II. Kılıçaslan arasındaki taht kavgası İzzeddin Keykavus’un Bizans’a sığınması onu takip eden binlerce askerinin aileleri ile birlikte Bizans tarafından Balkanlara iskan edilmesi, içlerinden oğulları dahil olmak üzere, bazılarının Hıristiyanlığı kabul etmesi bunun dışında Bizans ordusunda görev almaları, daha sonra İzzeddin Keykavus’un hapsedilmesi ile Berke Hanı’ın olaya müdahale ederek İzzeddin Keykavus’u Kırım’a maiyetindeki bir çok askeri ile götürmesi gerçeklerinin de göz önünde bulundurulması önemli katkılar sağlayacaktır.[122]
Kırım’dan çıkarılan Urumların dışında, daha sonraki yıllarda 1821-1825 yıllarında Anadolu’nun Trabzon, Giresun, Erzurum ve Kars illerinden ve İran’dan Gürcistan’a göç edip daha sonra 1981-1986 yılları arasında Kırım, Donetsk ve Dniyepropetrovsk’a yerleşen iki üç bin civarında kendilerine Urum denilen kişilerin katıldığına dair de bilgiler mevcuttur. Anadolu kökenli bu Urum topluluğunun yeni yerleşim yerlerine Yedikilise, Aşkala, Çolan, Daşbaş gibi Anadolu’daki yerleşim yerlerinin adını vermiş olmaları dikkat çekicidir.[123]
Hristiyan taassubu yüzünden İstanbul’dan kovulan Karaylar, Fatih’in İstanbul’u fethinden sonra geri gelerek sürekli yerleşime geçebilmiştir. Fatih, Karaylara özel yerleşim yerleri tahsis etmiştir. Bir rivayete göre onlara tahsis edilen yerlerden biri Karaköy olmuş, yoğun Karay yerleşiminden dolayı semt “Karaîköy” adını almış, daha sonra da bu ad Karaköy’e dönüşmüştür.[124]
XIX. yüzyılda İstanbul Karay cemaati, kendi kendine yetemez hâle geldiğinde sürekli olarak Kırım’dan yardım almıştır. Dolayısıyla bugünkü İstanbul Karay cemaatinin önemli bir kısmını, XX. yüzyılın başından itibaren İstanbul’a göç eden Kırımlı göçmenler teşkil etmiş, diğer kısmını ise daha önceki dönemlerde yine Kırım’dan gelenlerin nesilleri oluşturmuştur.[125]
Genellikle tüccar ve zanaatkâr olan İstanbul Karayları, XX. yüzyılın başlarında daha çok Hasköy’de toplanmış, ancak zamanla Beyoğlu, Nişantaşı, Kadıköy, Bostancı, Fenerbahçe, Çiftehavuzlar gibi semtlere dağılmıştır. Böylece Karay cemaati zaten çok sınırlı olan cemaat hayatını da kaybetmiştir. Günümüzde İstanbul’un dışında Anadolu’da ve Trakya’da olduğu bildirilen Karay cemaatlerine dair herhangi bir ize rastlanmamaktadır.[126]
Fatih Sultan Mehmet’ten sonra tahta geçen II. Beyazıd’ın oğlu Şehzade Yavuz Sultan Selim, Hafsa Sultanla evlendi.[127]
Muhtemelen bu evlilik 1493 yılı sonlarında ya da 1494 yılının ilk iki ayı içinde gerçekleşmiş olmalıdır. Oğlu Şehzâde Süleyman, 6 Safer 900 (6 Kasım 1494)'de babası Trabzon sancak beyi iken bu şehirde doğdu[128] ve 15 yaşına kadar burada babasının yanında kaldı. Şehzâde Süleyman, 5 Ağustos 1509 (18 Rebi'ü'l-âhir 915) tarihinde (Batıdan doğuya Sarıkirman, İnkerman, Mengub, Şuma, Demirci, Uluüzen, Üsküt, Üzen, Arpadi, Ayayorin, Taşlı, Soğuksu, Otuzlar köylerinden Sarıgöl’e doğru uzanan hat Osmanlı-Kırım sınırlarını teşkil eden şeritte kurulan[129]) Kefe sancak beyliğine tayin edildi.[130]
Şehzâde Selim’in 10 Ekim 1510 tarihinden itibaren Kefe’dedir ve taht için yaptığı mücadeleye burada devam etti[131], nihayetinde Bu kararlılık karşısında II. Bayezid, 24 Nisan 1512 (7 Safer 918) tarihinde tahtı, oğlu Yavuz Sultan Selim’e bırakmak zorunda kaldı.[132]
Bu süreç içerisinde Kırım Hanı Mengli Giray’ın damadı Selim’in yanında yer aldığını göstermektedir. Kırım Hanı’nın Selim’in yanında olduğunu gösteren diğer bir husus da, oğlu Saadet Giray’ı, Şehzade Selim Rumeli’ye geçerken yanında göndermesidir.[133]
Kanuni döneminde Kırım ile ilişkiler sıkılaşacak, Osmanlı ordusunda Kırım Hanlığı’nın Ortadan Kalkmasından Sonraki Dönemde Geray Hânedânı Mensuplarının Osmanlı Devleti’nde Üstlendiği Askerî Rolleri[134] devam edecektir. Kanuni döneminde, Üsküdar Mihrimah Sultan Camii'nin daha az gelişmiş bir örneği ile Gözleve'deki Tatar Han Camiinde karşılaşırız. Kırım Hanı I. Devlet Giray Han (1551-1577) tarafından Gözleve (şimdi Yevpatoriya) kentinde yaptırılan cami 1552 yılına tarihlenir . Yani Üsküdar Mihrimah Sultan Camiinden sonra tasarlanıp inşa edilmiştir.[135]
Mimarı Sinan olan bu yapı, ilişkilerin bir sembolüdür.
Kanuni’den sonra tahta geçen II. Selim devrinde, Kıbrıs’a yapılan harekat, 2 Temmuz 1570 tarihinde Limasol Kalesi’nin fethiyle başlamış ve 6 Ağustos 1571’de Magosa Kalesi’nin fethedilmesiyle tamamlanmıştır.[136]
Rusya’nın güneyinde ve Karadeniz’in kuzeyinde yer alan Taman yarımadasındaki antik Phanagoria şehrinde kazı çalışmaları yürüten arkeologlar, Antik kentin kalıntıları arasında, çok uzaklarda, Kıbrıs’ın Gazimağusa şehrinde, 1570 yılında basılmış bir bakır sikke buldular. Osmanlı’nın 16. yüzyıldaki Kıbrıs fethine Tamanlıların da katıldığını öne sürüyor. Profesör Vladimir Kuznetsov liderliğindeki Rusya Bilimler Akademisi Arkeoloji Enstitüsü’nden arkeologlar da bu iddiayı destekliyorlar.[137]
Kıbrıs’ın fethine katılan Kırımlı bir askerin zafer hatırası olarak sakladığı bu sikke aslında Kırım-Kıbrıs bağlantısını gösteren örneklerden yalnızca birisidir. Çünkü, Lefkoşa sicilindeki bu tür bir örnekte Şerife Ümmügülsüm adlı küçük bir kızı cariye diye satmaya teşebbüs eden üç kadın farklı yerlere sürgüne gönderilirken esirci esnafından Kırımlı Ahmet Said ise Mağusa’ya sürgün edilmişti.[138]
Geray Hanedanının Osmanlı Devleti Topraklarında Kalan Maddi İzleri[139] pek çoktur. Nitekim, Kırım Hanlığı-Osmanlı Devleti Siyasi İlişkilerinde Rehin Usulü’nün[140] uygulanması ile kimi Kırım Hanlarının İstanbul’da tutulduğu, Akdeniz Adalarına Sürgün Edilen Kırım Hanları[141] olduğu bilinmektedir.
Geniş maiyetleri ile ikamete mecbur edilen Kırım hanları ve hanlık mensupları Rodos başta olmak üzere Limni, Midilli, Sakız, Bozcaada, Girit ve Kıbrıs Adalarına sürgün edildikleri tespit edilmiştir. Nitekim, Kıbrıs’a sürgün edilen Âdil Giray’ın 5 Ocak 1791’de affedildiği bilinmektedir. 1736’da azlolunarak Sakız Adası’nda ikamete memur edilmiş ve 1738’de burada vefat etmiş olan Kaplan Giray’ın vasiyeti üzerine cenazesi Çeşme’ye defnedilmiştir.[142]
Kendisinin de bir Kırım Tatarı olduğunu söyleyen KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’ın ailesinin Kıbrıs’a, Kıbrıs’ın fethinden sonraki erken dönemde intikali Kırım-Kıbrıs irtibatının güçlü göstergelerindendir. Bu tarihlerde, Kırım yarımadasının güneydoğu sahilindeki Kefe şehrinden olan[143] Mahmud Çelebiyyül Kefevi tarafından Sinop’ta, 1581 yılında İstanbul’daki aynı isimle anılan Kefevi Camii’nin[144] yapılması ise Kırım-Osmanlı ilişkilerinin coğrafi yaygınlığını ortaya koyması açısından dikkate şayandır.
17. yüzyılda ilginç bir olay da yaşanır. Roketle havalanan ilk insan olan Lagari Hasan Çelebi, Sultan Murad önce kendisine hediyeler ihsan eylese de, bir görüşe göre tehlikeli bulunarak, bir görüşe göre ise kendi isteğiyle Kırım’a Selamet Giray’ın yanına gider. Çünkü, ilk zamanlarda Lâgari Hasan Çelebi, Sultan IV. Murat’ın ilgisine mahzar olsa da sonrasında ulemanın baskısı ile yargılandığı ve Kırım’a sürgüne gönderildiği rivayet edilmektedir. Esas hikayemiz de burada başlar.
Dünyanın en önde gelen roket mühendisliği çalışmalarını yapan Ruslar, bu çalışmalarda başlangıç tarihi olarak 1650 yılını alır. Son yıllarda yapılan araştırmalar ortaya koyuyor ki Rusların bu bilime ilgi duymasını sağlayan en önemli etkenlerden birisi Lagari Hasan Çelebi ve öğrencilerinin burada sürdürdüğü çalışmalardır.
Prof. Dr. Arslan Terzioğlu, Lagari'nin Rus roket bilimine etkisini şöyle izah eder:
Evliya Çelebi'nin bu uçma denemeleri hakkında verdiği en mühim haberlerden biri de Lâgarî Hasan Çelebi'nin bu denemeden bir süre sonra Kırım'a Selâmet Giray Han'ın yanına gittiğini ve bilâhare orada vefat ettiğini belirtmesidir.
Rus roket tekniği âlimi S. N. Kuzmenko'nun yaptığı araştırmalara göre, ilk olarak Rusya'da Ukrayna bölgesinde XVII. yüzyıldan sonra roket tekniği ile ilgili çalışmalar başlamış olup, rokete ait ilk tarife Ukrayna'da 1650 yılında rastlanmaktadır.
Sonraları, Nikolojev ve K. I. Konstantinov (1818-1871) Rus roket tekniğinin bugünkü başarısını sağlayan çalışmalarını yine Ukrayna'da bu ilk çalışmalar üzerine kurdular. Ukrayna'daki ilk Rus roket tekniği çalışmalarının Lâgarî Hasan Çelebi'nin Kırım'da ikâmeti ve ölümünden hemen sonraya tesadüf etmesi, Rus roket tekniği alanındaki çalışmalarda Türk mühendisi Lâgarî Hasan Çelebi ile talebelerinin tesiri olabileceği görüşünü destekler mahiyettedir.
26 Ağustos 1971'de Moskova'daki XIII. Bilimler Tarihi Kongresi'nde bu tezi savunduğumuzda, Ukrayna'daki Rus roket çalışmaları hakkında bildiri veren Rus ilim adamı S. N. Kuzmenko bu hususta benimle hemfikir olduğunu ve kendisinin de bunu destekleyici mahiyette Rus arşivlerinde araştırmalar yaptığını belirtti[145]
Dünyada ilk roket Lagari’nin sürüldüğü Kırım’da yapıldı..
Bugün dünyada Lagari Hasan Çelebi roketin atası olarak kabul edilir.[146]
Osmanlı-Kırım Hanlığı ilişkileri, askeri olduğu kadar ticari mahiyette de devam edecek, Kırım Hanları’nın Osmanlı Hanedanı’nın yedeği olması[147] hususu yanında, Kırım Hanlığı İmtiyazlı Eyalet[148] olarak mümtaz bir yer edinecek, Osmanlı Döneminde Kırım Edebiyatı[149] birbirlerini besleyecek, Kırımlı Divan şairleri[150] yetişecek, Osmanlı Bürokrasisinde Görev almış Kırım Kökenli Devlet Adamları[151] bulunacak, kısacası ilişkiler çok boyutlu olarak devam edecektir. Araştırmacıların malumu olan, bu nedenle ayrıntılarına şu an girmeyeceğimiz süreç anahatlarıyla Rusya’nın Kırım’ı 1783 yılında ilhakına kadar sürecektir.
İrtibat, nitelik değiştirse de varlığını koruyacak, bu döneme Kırım’dan Osmanlı’ya göç damgasını vuracaktır. 1785’ten 1800 yılına kadar devam eden Türk göçleri sırasında yaklaşık 300.000 kişi Kırım’ı terk Anadolu ve Rumeli’ye yerleşmiştir.[152]
Rusya’nın uyguladığı politika sonucu 20. yüzyıl başlarına kadar 1.200.000 kişi Kırım’ı terk etmiştir.[153]
1783-1922 arasında 1,800,000 Kırım Tatarı’nın anayurtlarından çıkarıldığı tahmin edilmektedir. Bu hicretin, Tatarları, Kırım’da azınlık hâline getirdiği bilinmektedir.[154]
1783-1850 yılları arası Kırım’da Rus Kolonizasyonu dönemi olmuştur.[155]
Görüldüğü üzere, Kırım jeopolitik konumu dolayısıyla Sibirya’nın Karadeniz’e açılan kapısı olmasının yanı sıra Kafkasya ile Avrupa’yı bağlayan bir merkez durumundadır. Bölge bu öneminden dolayı tarih boyunca birçok devletin ve milletin uğruna mücadele ettiği yerlerden biri olmuştur.[156]
Bu hususta deniz ticaretinin rolü büyüktür. Ancak, özellikle Anadolu-Kırım bağlamında karayollarının rolü de inkar edilemez.
Karadeniz kıyılarındaki Amasra, Sinop, Samsun, Trabzon ve Batum gibi büyük liman şehirleriyle Kefe arasında yaygın deniz ticareti vardı. Kefe’nin güney-kuzey istikametindeki ticarî ağına bakıldığında kuzeyde Akkirman, güneyde ise Karadeniz sahil şeridindeki Sinop, Samsun ve Trabzon limanlarıyla irtibatının olduğu görülür. Orta Anadolu şehirlerini Sinop ve Samsun’a bağlayan kadim ticaret hatları, buradan denizyoluyla Kefe’ye bağlanırdı. Trabzon ise geleneksel ipek yolu güzergâhının denizde nihayete erdiği yer olması hasebiyle, doğudan gelen ürünlerin çıkış noktasıydı.[157]
Doğuda İran üzerinden gelip Trabzon’a ulaşan yolun istikameti Erzurum, Bayburt, Zigana geçidi ve Trabzon iken, Samsun’dan başlayarak Ladik, Amasya güzergahını takip ederek Turhal’a kadar uzanır. Turhal’da iki kola ayrılan yollardan birinin kolu Kırşehir’den Konya’ya ulaşırken diğer kol Tokat’ı takip edip, doğudan ve güneyden gelen yollarla Sivas’ta birleşmektedir.[158]
Bir çalışmaya göre Kırım’a Trabzon, Rize, Kastamonu, Tosya, Bolu gibi Karadeniz bölgesinden gelen tüccarların oranı %27,5 olarak tespit edilmiştir. İstanbullu tüccarın oranı ise %10’dur. Diyarbakır, Erzurum, Kayseri, Tokat gibi Anadolu’nun farklı yerlerinden gelenler ise %26’lık bir oranla ikinci sıradadır. İran ve Nahçıvan’dan gelenler %6, Rumeli’den gelenler %5, Rodos ve Sakız adalarından gelenler %5, Akkerman ve Boğdan’dan gelenler ise %3’lük bir orana sahipti. Kırım’a gelen tüccarların %50’si Bahçesaray’da, %22’si Karasu’da %14’ü de Gözleve’de ticaret yapıyordu.[159]
Örneğin, Tokat, Irak’tan başlayıp güney-kuzey istikametinde devam ederek Samsun, Sinop limanlarından Anadolu’yu Kırım’a bağlayan kervan yolu üzerinde bulunmaktaydı. Haliyle bu yol sayesinde Tokat’ın Kırım ile bağları Osmanlı döneminden önce başlamıştı. Bu bağlar Kırım, Osmanlı hâkimiyetine girdikten ve Karadeniz bir Türk gölüne dönüştükten sonra daha da artmıştır. 16. yüzyılın ikinci yarısında Tokat hem nüfusunun artması hem de önemli bir ticaret nakil ve imal bölgesi hâline geldi.[160]
Sadece Kefe yolu ile Kırım Hanlığına (yani Kırım yarımadası, Deşt denilen Kuzey Karadeniz step bölgesi ve Çerkezistan) güneyden gönderilen pamuklular, 1750’lerde yaklaşık birbuçuk milyon guruş bir toplam değer tutmaktadır. Anadolu, bu bölgelerin çeşitli giyim ve döşemelik ihtiyaçlarında kullandığı tekstil mallarının büyük bir bölümünü sağlamaktadır. Bu bölgede yünlü ve keten dokumalara bakarak pamuklu ithalâtı çok daha önemli bir düzeydedir. Peyssonel, büyük miktarda kullanılan bogasinin, bu pazarda Fransız yünlü tüketimini kısıtlayan başlıca faktör olduğunu kabul etmektedir. Dış giyimini en ucuza sağlamaya çalışan halk kitlesi, Anadolu bogasisini seçiyordu. Açıkça Hollanda ve Hint pamukluları bu pazarda ucuz Anadolu pamukluları ile fiyat bakımından rekabet edemiyordu. Bununla beraber, İstanbul pazarında olduğu gibi ince pamuklularda (dülbend ve mermerler) Kefe’de de Hint malları hakimdir. Genellikle 15. Yüzyıl sonlarında Kefe gümrük defterlerinde gördüğümüz durum pek değişmemiştir. Ucuz pamuklular, kuzey-güney ticaretinin temel maddesi olmakta devam etmiştir. Orta-kuzey Anadolu, Kastamonu’dan Tokat’a kadar uzayan bölge, 15. Yüzyılda olduğu gibi 18. Yüzyılda da kuzey bölgesinin pamuklu gereksinimini karşılayan temel üretim bölgesidir.
Özellikle, çok harcanan kaba pamuklularda yalnız şehir-kasabaların değil kırsal bölgelerin de bu sınai üretime katıldığı anlaşılmaktadır. Bölgede, Kastamonu, Amasya, Merzifon, Tokat, Çorum gibi dokuma ve boyacılık el-sanayii merkezlerinin, Sinop, Samsun, İnebolu gibi ihraç limanlarının ekonomik yaşantısı ve refahı bu ekonomik bağlantıya, özellikle pamuklu ihracatına dayanıyordu. Kuzey Karadeniz bölgesinde Rus işgalinden (1783) sonra da, bütün güçlüklere rağmen, bu bağlantı bir süre devam etmiştir.[161]
Esasında, Kırım Hanlığı Hanlarından Giray Han’ın Anadolu’daki tek konağı olan “Girayhan Konağı”’nın Tokat Valiliği Koruma ve Uygulama Bürosu (KUDEB) desteği ile, Zile Ticaret ve Sanayi Odası tarafından restore edilecek[162] olması bu manada tesadüf değildir.
Anadolu’nun birçok sancağından pek çok kişi türlü vesilelerle Kırım’a gelmekte, bir kısmı yerleşip kalmaktadır. Bunlar Kastamonu, Bolu, Safranbolu, Tire sancaklarındandır. Ayrıca bugün Anadolu coğrafyası içerisinde yer alan, o dönemin eyâlet ya da sancakları Çankırı, Trabzon, Sivas, Tokat, Amasya, Van, Diyarbakır, Erzurum, Malatya ve Urfa’dan gelenler vardır.[163]
Kırım’da önemli bir ticari merkez olan Karasu’nun bulunduğu dağlık kesimde baştan beri Türk nüfusu yoğundur. Bununla birlikte, şehrin ticarî faaliyetleri geliştikçe buraya bu amaçla gelip yerleşenler ve kuzeyden getirilen esirler gayri müslimlerin sayısını kendi içerisinde arttırmıştır. Ermeniler, özellikle Acem (İranlı) kökenli olanlar ekseriyeti teşkil ederler. Nitekim müslim/gayri müslim Acemler için kurulmuş bir mahalle (Acem Mahallesi) ve sadece Acem zımmîlerin ticâret yaptıkları Sefer Gazi Ağa Hanı dikkati çeker. Yahudiler içinde de Hazar Türklerinin bakiyesi Karaimler ile Türkleşmiş Yahudiler olan Kırımçaklar yoğunluktadır.[164]
Bu itibarla, Anadolu Kırım yoluyla Fransa ve Orta Avrupa’ya, Kuzey Avrupa’ya, hatta Çin’e kadar uzanmaktadır. XVIII. yüzyılın sonlarına doğru İstanbul’a göç eden Buharalılar ve Kırım Tatarları (günümüzde yaygın olarak tüketilen) çay kültürünün burada yaygınlaşmasına katkıda bulunmuşlardı. Birçok İstanbullu çay içmeyi bunlardan öğrenmiş ve İstanbul’daki ilk çay ticaretini de bu topluluklar gerçekleştirmişlerdi.[165]
Kırım ise, Erzurum’dan Anadolu’ya giren ticaret yolları vasıtasıyla Kırım, Diyarbakır, Antalya ve Ankara’ya kolaylıkla ulaşmaktadır. Nitekim, Dünyanın en genç Profesörü, Türk Einstein olarak tanınan Oktay Sinanoğlu’na göre, Eski Ankaralılar Kırım ve Tatar kökenlidir.[166]
Yapılan ticarete, insan (köle) da konu olmaktaydı. Karadeniz’de köle ticareti Osmanlı Devleti’nden önce de yapılmakta idi. Daha Roma ve Bizans döneminde kuzeyin pontic stepleri olarak adlandırılan bölgelerinden getirilen köleler gemilerde ve maden ocaklarında istihdam ediliyorlardı.[167]
Osmanlı Devleti’nin köle ihtiyacının büyük çoğunluğu Kafkasya, Macaristan, Çerkezistan, Polonya ve Rusya gibi yerlerden kaçırılarak getirilen kölelerden oluşuyordu.[168]
Ticareti yapılan mallar çok geniş bir yelpaze meydana getiriyordu, fakat belki de altı çizilmesi gereken, ikibin yılı aşkın bir süredir önemi kaybetmeyen emtianın Kırım’dan gelen tahıl olduğunu belirtmeliyiz.
Özellikle Kırım’da yer alan Çadır Dağlarının antik isminin Trabzon olması nedeniyle Kırım ile bağlantısının tarihsel derinliğe sahip olduğundan bahsettiğimiz Trabzon, Kefe ile birlikte önemli bir limandır. Bunun neticesinde, Kırım’ın 1783 yılında Rusya tarafından ilhakından yaklaşık 70 sene sonra çıkan Kırım Savaşı’nın Trabzon Eyaleti’ne Toplumsal Etkileri[169] daha yoğun olmuştur. Yani, ilklerin savaşı[170] olan Kırım Savaşı, dünyaya, ismini Kırım’daki bir yerleşimden balaklava adlı kar maskesi yahut bu savaş için sevk edilecek Osmanlı askerlerine yemek yapmak üzere gelip beğenilince orada kalarak Kalkanoğlu pilavını miras bırakmakla kalmayacaktır. Zaten, 1830’dan itibaren ise Rusya'ya Osmanlı İşçi Göçü[171] artmıştır. Bu göçlerden şüphesiz en ilgi çekici olanı Hemşinlilerin göçüdür. Hemşinlilerin göçünün en önemli sebebi ekonomiktir.[172]
Hemşinliler daha önce ekonomik sebeplerden ve savaşlardan ötürü Kırım Harbi zamanında Rusya’ya göç etmiş ve bu bölgede pastacılık ile fırıncılığı öğrenmişlerdir. Rusya’da bu meslek dallarında önemli yerlere gelen Hemşinliler Sovyet Devrimi’nin ardından mal varlıklarını Anadolu’ya taşımış; ancak bu mal varlıklarının bir kısmına da Rusya tarafından el konulmuştur.[173]
Rusya sınırlarında kalan Hemşinlilerin Kırım Tatarları’yla birlikte Stalin tarafından Orta Asya içlerine sürülmüşlerdir.[174]
Hemşin’de yaşlıların dilinde, gurbetin adı Kırım’dır. Çünkü, eskiden Hemşin’in erkeği genellikle Batum’a ve Kırım’ın muhtelif şehirlerine giderdi.[175]
Trabzon’un fethinden sonra Konya havalisinden getirilerek Rize Cimil’e yerleştirilen Deniz Gezmiş’in dedeleri de Kırım’da fırıncılık, pastacılık yapanlardandır.[176] Hatta, ailenin bu nedenle Gezmişoğlu olarak anıldığı, daha sonra Gezmiş ve Gezmişoğlu soyadları aldığı belirtilmektedir.
1917 Ekim Devrimi’nin ve sosyalist rejimin kurulmasından sonra bazı Hemşinliler, yeni eşleriyle birlikte köye döner. Köydeki eşin üzerine kumanın geldiği bu yeni ilişki biçiminde zamanla büyük konaklar yapılır. Bir anlamda sembolik sermaye de olan bu konakların altın kapı kolları, özel boyalarla bezenen yapısı gurbetin köydeki karşılığına denk gelir. Edindikleri servetle köyde daha büyük konaklar yaptıran ve yeni eşle dönen Hemşinliler için “Kerumli-Kırımlı” modası başlar. Köyüne döndüğünde dışarıdan getirilen gelinler için Kerumli ifadesi kullanılır.
Yıllarca erkekler Rusya’da çalışırken, eşleri Hemşin’de çocuk bakıp, hayvancılık, çiftçilik yaparak yaşamışlar. Sonra erkekler para kazanıp köylerine dönmüşler ve Rusya’daki konaklar gibi konakları, ulaşımı çok zor olan dağ köylerine yaptırmışlar ve aileleriyle orada yaşamış, altını ahır üstünü yaşam alanı olarak kullanmışlar.
Erkeklerin Rusya’da senelerce gurbetlik yaşadıkları dönemlerde eşlerinden ve çocuklarından ayrı kalırlarken Rus kadınlarıyla ilişkileri olmuş, hatta bazı erkekler Rus kadınlarla evlenmişler fakat gurbetlik bitip evlerine dönenler eşleri ve çocuklarıyla yazları Hemşin’de kışlarıysa yine para kazanabilecekleri büyük şehirlerde yaşamışlar. Temel uğraşları da pastane veya fırın işletmek olmuş.
Propp “Cadılar genellikle kadındır ve genellikle renkli gözlüdürler. Cadıların kıralı Kırım’lı. Karadeniz’in Ukrayna tarafı” diyerek masallardaki cadı karakterinin nereden geldiğini açıklar. Cadılar, Rusya’ya giden çalışan erkeklerin eşleri tarafından sarışın Rus kadınlarına, aynı zamanda mavi gözlü Laz kadınlarına benzetilir. Bir fiksiyonun dışa vurumu cadı karakterizasyonunda görülür. Cadı mavi gözlüdür ve kötüdür. Kötüdense korkulur. Ondan her tür tehlike gelebilir.[177]
Mesut Yılmaz’ın dedesi Kop Ahmet de çalışmak için gittiği Kırım’dan Sonya isimli bir “Kırımlı Gelin”le dönmüştür. Yılmaz’ın babaannesi olan Sonya Ayşe ismini almıştır.[178]
Uğur Biryol’un Gurbet Pastası[179] isimli eserinde ayrıntılı olarak anlatıldığı üzere, ülkeye dönen Hemşinliler, İzmir, Ankara, Erzurum, Eskişehir, Ordu dahil olmak üzere Türkiye’nin dört bir yanına fırıncılık ve pastacılığı taşımışlardır. Ankara’da Funda, Meram gibi üç kuşaktır devam eden pastaneler ile Serender, İzmir’de Reyhan, Sevinç, Efes, İstanbul’da Pelit, Beşyıldız pastaneleri, Bursa’da Nazar, Çekirge Rıhtım, Uzay, Çınar Un-Pa, İzmir’de Şölen, Çınar, Seda, Hemşin Ekmek Fırını, Menekşe, Nokta, Dolunay, Meram, Doğu Pasta Fırını, Kadıoğlu Fırını, Yalı Unlu Mamulleri, Samsun’da Efes pastanesi, Zonguldak’ta İstanbul pastanesi, Isparta’da Asya pastanesi, Balıkesir’de Viva Bella, Marmaris’te Hemşin Pastanesi, Fethiye’de Rıhtım, Antalya’da Çınar, Bergama’da Arzu Ekmek Fabrikası, Eskişehir’de Hemşin Ekmek ve Unlu Mamüller, 1995 yılında UNESCO'dan hoşgörü ödülü almasıyla bilinen, Erzurum'daki Hemşin Pastanesi, Ordu’da bir Pastaneden fazlası olarak anılan Buket Pastanesi bunlar arasındadır.
İzmir’deki Sevinç Pastanesinin kurucuları Şaban, Osman ve Kenan Pelit kardeşlerin ataları çok yıllar önce Rize Çamlıhemşin'den Kırım'a göç ederek yerleşir, Soçi, Yalta ve Sivastopol'da pastacılık yaparlar, fırıncılık zanaatını öğrenirler, Bolşevik ihtilali sonrasında bu defa Anadolu'ya dönerler ve ilk pastanelerini Kıbrıs Şehitleri Caddesi'nde açarlar. Kiraladıkları iki katlı bina sahibinin "Sevinç" isimli küçük bir kızı vardır.
Üç kardeşin bu kıza olan sevgileri pastanenin "Sevinç" adını almasına neden olur. Erkin Usman’ın deyimiyle, artık “İzmir’in üç simgesi vardır: Bir: Saat Kulesi, İki: Kadife Kalesi, Üç: Sevinç Pastanesi” Otobüs Durağına ismini veren işte bu "Sevinç'in mini öyküsü" Çamlıhemşin'de başlar, Kırım'a uzanır, oradan da İzmir'de noktalanır.[180]
Çamlıhemşin ilçesinin Konaklar Mahallesi'nden (Makrevis Köyü), bugünkü soyadları Tarakçı olan Ailenin Ankara'da işletmekte olduğu pastanelerden birisi olan Funda Pastanesi'nin internet sitesindeki bilgilerde aileden İsmail, Yunus, Tevfik ve Mehmet Ali Tarakçı kardeşlerin Yalta şehrinde Vatan ve Dilber adlı işletmelerin sahibi oldukları belirtilmektedir. Aileden İsmail Tarakçı büyük zorluklardan sonra Rusya’dan ayrılmış, Samsun’a yerleşerek Ulus Pastanesi’ni açmıştır. Pastane Samsun’da, Atatürk heykelinin önündeki caddede Kefeli Apartmanı’ndan istasyon yönüne doğru giderken sağ ilerde köşededir.[181]
Dikkat çekici olan bir diğer husus, tarifte adıgeçen, Hakkı Kefeli tarafından yaptırıldığı anlaşılan ve ismini Kırım’ın Kefe şehrinden alan Kefeli Apartmanının Samsun’un ilk apartmanı olmasıdır.[182]
Yine, Konaklar Mahallesi (Makrevis Köyü) Çelina mevkiindeki Gülapoğlu ailesinin Kırım Aluşta’da Kemer adlı pastanesinin bulunduğu anlaşılmaktadır.[183]
Rize simidiyle ilgili olarak görüşülen kaynak kişiler, en eski simit fırınının Çamlıhemşin’de bulunduğunu ve dört nesildir simitçilik yapan bir aileye ait olduğunu söylemiştir. Aile savaş yıllarında Rusya’ya göç etmiş ve orada fırıncılığı öğrenmiştir. Geri döndüklerinde de mesleği Rize’ye taşımışlardır. Simidin Rusya’daki ismi “bubrik”tir.[184]
Bir akademik çalışmada, “Kırım-Tatar ve Giresun yörelerinin kültürel birlikteliklerinde tarihsel süreçte birçok kez aynı coğrafyayı paylaşmalarından dolayı etkileşim, ortaklık ve benzerlikler görülmektedir. Özellikle bu kültür benzerlikleri Kırım halk oyunları ve müzik kültürü ile Giresun halk oyunları ve müzik kültürlerinde daha çok ön plana çıkmaktadır.”[185] tespitine yer verilmiştir.
Gerçekten de, binlerce yıldır çok yönlü olarak yürüyen Kırım-Anadolu etkileşimin halk oyunlarını yahut gastronomik anlamda sadece Hemşinlilerle sınırlı olmadığını öngörmek gerekir. Bu çerçevede, örneğin, Erzurum’daki Kırım Baklavası, Tatar Çorbası, Cağ Kebabındaki Tatari’yi; Evliya Çelebi’nin Kırım Tatarları’nın yatay şişte hazırladıkları ve özellikle konukseverliği göstermek için misafirlerine ikram ettikleri kebap olarak tarif ettiği[186] Döner Kebabının ilk yapıldığı yerin Kastamonu olarak iddia edilmesini, hatta İzmir’deki İzmir Kebabını; Karadeniz’de 19. Yüzyılda özgün kimlik kazanan yerel pideciliğin Kuzey Karadeniz ile bir ilgisinin olup olamayacağı hususları ayrı incelemeyi hak etmektedir.
Kırım-Anadolu ilişkileri elbette Kırım Savaşı ile son bulmamıştır. Osmanlı’nın 1877-1878 Rus Savaşı, Balkan Savaşları, İkinci Dünya Savaşı’nı yaşadığı, Kırım’ın da tabii olarak bunlardan doğrudan etkilendiği süreçte, Kırım’da İsmail Gaspıralı tarafından yürütülen Usul-ü Ceditcilik hareketi[187] oluşmuş, bu dönemde çok sayıda Kırım aydını İstanbul’da eğitim almış, Kırım’da 1917-1918 yılları arasında kısa süreli var olan Ahali Cumhuriyeti’nin[188] ardından, 1921-1922 yıllarında Kırım’da ve İdil-Ural Bölgesinde Açlık ve Türkiye’den Giden Yardım[189] belirgin kilometre taşlarını teşkil etmiş, özellikle İstiklal Harbi’nde Rusya üzerinden gelen silah ve mühimmatın ana güzergahı Kırım ve Anadolu’nun Karadeniz olmuştur. Cumhuriyet döneminde ise, “Aktopraklar”da yaşayan Kırım Tatarları ileri tarım teknikleriyle başlattıkları katkıyı, sanayi, kültür-sanat, siyaset, bürokrasi dahil olmak üzere geniş bir sahaya taşıyarak etkili olmuşlardır, olmaya devam etmektedirler.
Sonuç itibariyle, yazımızın sınırları dahilinde kritik kişi ve olaylar üzerinden yaptığımız çalışmada; Gıyaseddin’in Kırım’dan giderek Selçuklu, Yavuz Sultan Selim’in Osmanlı tahtına çıkması, hatta Hazar Hakanı’nın torunu Leon’un Bizans tahtına sahip olması gibi siyasi; arkasında Kırım Karaylarını bırakan Hazarların Kırım’daki etkinlikleri yanında Rusların Hristiyanlığa Kırım’da geçmesi ile Batu sonrasında Kırım’ın Müslümanlığın önemli merkezi olması gibi dini; ticari ve demografik hareketlerin yoğunluyla oluşan yoğun sosyo-ekonomik ilişkiler nedeniyle Kırım’la Anadolu’nun “etle tırnak” gibi bir bütün oluşturduğu ortaya çıkmaktadır. Bunu doğal karşılamak gerekir. Her ikisi de eski dünyanın merkezinde yer alan, medeniyetin beşiği Anadolu ile Avrupa’nın ilk daimi sakinlerinin 37.000 yıl öncesinden yerleştiği [190] Kırım’ın içiçeliği beklenmelidir.
Nihai tahlilde, Kırım mevzubahis olduğunda, konuyu tarihsel bir derinlikte, geniş perspektifte ele almak zorunluluk olarak karşımızda durmaktadır.
.
Rıdvan Aras, dikGAZETE.com
Karadeniz Limanları
Amazonlar
Mithridates
Kimmeryalı Conan
Ceneviz-Theodoro Prensliği dönemi Kırım
Karadeniz’de Yunan Kolonileri
[166] Şahin Korkmaz, Türk Aynştaynı Oktay Sinanoğlu (Kitap Özeti), 13.03.2016. https://www.sahipkiran.org.tr/turk-aynstayni/ ; Emine Çaykara, Oktay Sinanoğlu, Türk Aynştaynı, Söyleşi-Kitap, Alfa Yayınları, 2018.