Türk-Osmanlı tesbih sanatı ile…

Türk-Osmanlı tesbih sanatı ile…

Türk-Osmanlı tesbih sanatı ile… Türk-Osmanlı tesbih sanatı ile…

TÜRK-OSMANLI TESBİH SANATI 

İşçi elleriyle çalışır, zanaatkâr elleri ve kafasıyla çalışır, sanatçı ise elleri, kafası ve kalbiyle çalışır” diye bir söz vardır.

Tesbih üretimi sabrı, yaratıcılığı ve sanatçının ruhundan bir parçayı içerir; gerçek ustalar için tesbihler, boncukları bir araya getirmekten çok daha fazlasını ifade eder.

Osmanlı’da tesbih sanatı, 16. yüzyılın sonlarından itibaren kendini göstermeye başlar; bu başlangıç, çeşitli gravür, minyatür gibi görsele dayalı sanatlarda da belirgin bir ayrıntı olarak ortaya çıkmaktadır.

İstanbul, İslam dünyasında Tesbihçiliğin merkezindeydi. Özellikle 17. yüzyılın başlarında İstanbul'da yapılan tesbihler, İslam dünyasında da ün kazanmaya başlamıştı.

Osmanlı ustalarının yaptığı tesbihler, Hac mevsiminde de Hicaz'a götürülüp satılırmış. Aynı zamanda “Eser-i İstanbul” olarak ünlenen bu tesbihlerin ticaretini yapmak için Müslüman diyarların çeşitli yerlerinden Kapalıçarşı'ya çok sayıda tüccarın geldiğini de biliyoruz.

Bazen bir tesbihin yapımı bir yıl sürebilmekteydi. Tesbih malzemesi seçerken aklın ve nefsin dizginlenmesiyle ve hemen ardından boncukların ince iplikten sabırla geçirilmesiyle birlikte, tesbih zinciri, ‘İmame’ tarafından tamamlanırdı.

İnce düşünce ve marifet gerektiren bu el işçiliği, tesbih zanaatkarının ruhunun manevi bir iklime kavuşmasını sağlardı. Dolayısıyla Tasavvufta tesbih, bir nevi insan ile Allah arasındaki rabıta görevini üstlenirdi.

Klasik tesbihlerin her birinde Allah'ın 99 ismini temsil eden 99 adet ‘boncuk’ bulunur, yalnızca 33 boncuklu olanların türlü türlü çeşitleri de halk arasında yaygın olarak kullanılırdı.

500 veya 1000 boncuktan oluşan tesbihler de kullanımlarda o dönemler oldukça yaygındı.

Osmanlı döneminde imame, geniş ve daha kısa tasarlanırken, günümüzde ise tesbih sanatçıları, imameyi daha ince ve daha uzun kesim olarak tasarlamaktadırlar.

İmamelerin tepesinde bulunan ‘kamçı’ yani narin süslemeli kırbaç, tesbih zincirin estetik ucunu oluşturmaktadır.

Zira bu dönemde, herhangi bir ustanın elinden çıkmış bir tesbih eseri, onun imzası olarak kabul edilir; hiçbir usta diğerinin tesbih çalışmasının aynısını yapmazdı. Bu anlayış çerçevesinde her tesbih sanatın anlamı açısından “biricik” olma özelliğini de doğal olarak kanıtlıyordu.

Osmanlı’da tesbih, elde sallanmaz, onunla meşk edilirdi. Bu nedenle Türk-Osmanlı erkeğinin çok sevdiği-saydığı bir aksesuar olan tesbihin maddi ve manevi konumu çok yüksekti. 

Binaenaleyh, Osmanlı zamanında farklı meslek gruplarının kendilerine has tesbihleri olduğu da bilinmektedir.

Örneğin; Kuka tesbihini hekimler kullanıyordu. Kuka, antiseptik ve antibakteriyel olduğundan, Osmanlı zamanında mikrop kırıcı olarak kullanılmaktaydı. Hatta eski bir Osmanlı fermanında elinde kuka tesbihi olmayan hekimlerin, saraya ve hasta odasına girmesine kati surette izin verilmemiştir.

Özetle; bir zamanlar bu ülkede, her mesleğin kendine has tesbihleri, tespih kültürleri vardı.

Tesbih, Osmanlı zamanında bir nevi “kimlik” olarak da öne çıkardı.

Parmakları arasında tuttuğu tesbih ile o tesbihin ipi, taneleri, püskülü arasında kurulan bağ, kişinin hal ve hareketleri ile kendini nerede konumlandırdığının da bir göstergesiydi aynı zamanda.

Elindeki tesbih ile bir kişinin ne iş yaptığını veya tasavvufta hangi kol, meşrep, tekke veya dergâha mensup olduğunu anlamak mümkündü.

.

Hülya Ayhan, dikGAZETE.com

TÜRK-OSMANLI TESBİH SANATI 

İşçi elleriyle çalışır, zanaatkâr elleri ve kafasıyla çalışır, sanatçı ise elleri, kafası ve kalbiyle çalışır” diye bir söz vardır.

Tesbih üretimi sabrı, yaratıcılığı ve sanatçının ruhundan bir parçayı içerir; gerçek ustalar için tesbihler, boncukları bir araya getirmekten çok daha fazlasını ifade eder.

Osmanlı’da tesbih sanatı, 16. yüzyılın sonlarından itibaren kendini göstermeye başlar; bu başlangıç, çeşitli gravür, minyatür gibi görsele dayalı sanatlarda da belirgin bir ayrıntı olarak ortaya çıkmaktadır.

İstanbul, İslam dünyasında Tesbihçiliğin merkezindeydi. Özellikle 17. yüzyılın başlarında İstanbul'da yapılan tesbihler, İslam dünyasında da ün kazanmaya başlamıştı.

Osmanlı ustalarının yaptığı tesbihler, Hac mevsiminde de Hicaz'a götürülüp satılırmış. Aynı zamanda “Eser-i İstanbul” olarak ünlenen bu tesbihlerin ticaretini yapmak için Müslüman diyarların çeşitli yerlerinden Kapalıçarşı'ya çok sayıda tüccarın geldiğini de biliyoruz.

Bazen bir tesbihin yapımı bir yıl sürebilmekteydi. Tesbih malzemesi seçerken aklın ve nefsin dizginlenmesiyle ve hemen ardından boncukların ince iplikten sabırla geçirilmesiyle birlikte, tesbih zinciri, ‘İmame’ tarafından tamamlanırdı.

İnce düşünce ve marifet gerektiren bu el işçiliği, tesbih zanaatkarının ruhunun manevi bir iklime kavuşmasını sağlardı. Dolayısıyla Tasavvufta tesbih, bir nevi insan ile Allah arasındaki rabıta görevini üstlenirdi.

Klasik tesbihlerin her birinde Allah'ın 99 ismini temsil eden 99 adet ‘boncuk’ bulunur, yalnızca 33 boncuklu olanların türlü türlü çeşitleri de halk arasında yaygın olarak kullanılırdı.

500 veya 1000 boncuktan oluşan tesbihler de kullanımlarda o dönemler oldukça yaygındı.

Osmanlı döneminde imame, geniş ve daha kısa tasarlanırken, günümüzde ise tesbih sanatçıları, imameyi daha ince ve daha uzun kesim olarak tasarlamaktadırlar.

İmamelerin tepesinde bulunan ‘kamçı’ yani narin süslemeli kırbaç, tesbih zincirin estetik ucunu oluşturmaktadır.

Zira bu dönemde, herhangi bir ustanın elinden çıkmış bir tesbih eseri, onun imzası olarak kabul edilir; hiçbir usta diğerinin tesbih çalışmasının aynısını yapmazdı. Bu anlayış çerçevesinde her tesbih sanatın anlamı açısından “biricik” olma özelliğini de doğal olarak kanıtlıyordu.

Osmanlı’da tesbih, elde sallanmaz, onunla meşk edilirdi. Bu nedenle Türk-Osmanlı erkeğinin çok sevdiği-saydığı bir aksesuar olan tesbihin maddi ve manevi konumu çok yüksekti. 

Binaenaleyh, Osmanlı zamanında farklı meslek gruplarının kendilerine has tesbihleri olduğu da bilinmektedir.

Örneğin; Kuka tesbihini hekimler kullanıyordu. Kuka, antiseptik ve antibakteriyel olduğundan, Osmanlı zamanında mikrop kırıcı olarak kullanılmaktaydı. Hatta eski bir Osmanlı fermanında elinde kuka tesbihi olmayan hekimlerin, saraya ve hasta odasına girmesine kati surette izin verilmemiştir.

Özetle; bir zamanlar bu ülkede, her mesleğin kendine has tesbihleri, tespih kültürleri vardı.

Tesbih, Osmanlı zamanında bir nevi “kimlik” olarak da öne çıkardı.

Parmakları arasında tuttuğu tesbih ile o tesbihin ipi, taneleri, püskülü arasında kurulan bağ, kişinin hal ve hareketleri ile kendini nerede konumlandırdığının da bir göstergesiydi aynı zamanda.

Elindeki tesbih ile bir kişinin ne iş yaptığını veya tasavvufta hangi kol, meşrep, tekke veya dergâha mensup olduğunu anlamak mümkündü.

.

Hülya Ayhan, dikGAZETE.com