Dertler paylaşınca azalır

Dertler paylaşınca azalır

Dertler paylaşınca azalır

Bugüne kadar sadece düşüncelerimi ifade ettiğim için başıma gelmeyen kalmadı. Hiçbirini kamuoyu ile paylaşmadım. Özellikle, çok önemli bir gündemin kamuoyunu meşgul ettiği şu günlerde bunu yapmak bana daha da zor geliyor. Ancak, artık zaruret haline geldi, beni affedin.

İsnat edilen suç, bir grup kadın gazetecinin çektirdiği fotoğraf…

Dün, hakkımda “terör örgütüne üye olmak”la itham edildiğim bir dava açıldığı tebliğini aldım. 2024 Ekim ayı içinde, bu ithamla ifade vermeye çağrılmıştım, avukatlarımla ifade verdik. Sorulan sorulara dosdoğru cevap verdim ve dolayısı ile dava açılma ihtimali olduğunu düşünmedim, ama öyle olmadı. Terör örgütü üyesi olmak çok ağır bir itham ve mukabilinde ağır cezayı gerektiriyor. Nitekim, bu ithamla Ağır Ceza Mahkemesinde yargılanacağım. Şimdiden yurt dışına çıkma yasağı konmuş. Yurt dışına çıkmaya ne niyetim var ne de mevcut ekonomik koşullarda buna yetecek param var. Örgüt üyesi olmadığımı ve olamayacağımı izah etmek gereği duymuyorum. Dahası, isnat edilensuç”, 2014 tarihli, söz konusu olay benim de aralarında olduğum bir grup kadın gazetecinin Suriye’de Kürtlerin kontrolünde olan bölgede çekilmiş bir fotoğraf.

“Gizli faaliyet” denilen olayın haberi o dönem medyada yer almış, nitekim biz de ifade esnasında bu bilgiyi paylaştık. 2013 yılında başlayan “Barış Süreci”nde ben de pek çok gazeteci gibi, PKK mensupları ile görüşmeler yaptım, bunları kamuoyu ile paylaştım. Nitekim, yine bu gerekçe ile açılan bir soruşturmadan, “Barış süreci kapsamında” olduğuna işaret eden beraat kararı çıktı.  

Akıl ve mantığa uymayan gerekçeler, itham edilmeye engel değil…

Geçen on yıldan fazla sürede, kamuoyu önünde olan biriyim; yaşantım, yazıp çizdiğim belli. Bu koşullar altında “terör örgütü üyesi” olup olmadığım herkesin malumu olmak gerekir. Biliyorum, artık akıl ve mantığa sığmayacak şeyler, itham edilmek için bir engel oluşturmuyor. Ben yine de söylemiş olayım.

Bugüne kadar başıma gelmedik iş kalmadı” dedim; hepsini sayıp dökmeyi zul sayıyorum, ama dertleşmek babından biraz bahsetmeden geçemeyeceğim. Doksanlı yıllarda, başörtüsü, din ve vicdan özgürlüğünü savunduğum için, hiçbir üniversitede iş bulamadım, akademik kariyerime, on üç sene gibi uzun bir zaman ara vermek zorunda kaldım. Üniversiteye dönmem, AK Parti’nin iktidar olması sonrası mümkün oldu. Ardından mevcut iktidara muhalefet ettiğim için zor duruma düştüm. Anaakım medyada köşe yazarlığı ve TV yorumculuğum son buldu.

FETÖ ile mücadele” sürecinde, Ankara Savcılığı tarafından, sonradan FETÖ olarak adlandırılan yapı marifeti ile telefonumun dinlendiği ve soruşturma açıldığını öğrendim ve bu kez onlara karşı ifade vermek üzere davet edildim. Ardından, Barış Dilekçesi’ne imza atmış olduğum için, pek çok diğer akademisyen gibi Ağır Ceza’da yargılandım, verilen hapis cezası ertelendi, bu esnada benzer yargılamalara beraat verildiği için, beraat etmiş sayıldım. Ancak, üniversiteye dönme müracaatım, emsal dönüşler olmasına rağmen kabul edilmedi. Bu arada, başka bir soruşturma açıldı ama takipsizlik kararı verildi. Dün itibarıyla, kabus geri dönmüş oldu.

Ne “Ergenekonculuğum” ne de “yetmez ama evetçiliğim” kaldı…

Tüm bu zaman zarfında, laik çevre tarafından “İslamcı”, sonra Ergenekon davasında haksızlıklara işaret ettiğim için, liberal entelektüeller tarafından “darbeci” ve “Ergenekoncu” olarak hakkımda yazılmadık şey, söylenmedik laf kalmadı.

2010 yılı referandumunda “hayır” oyu vermek ötesinde, bu yönde panel ve konferanslara katkı yaptığım halde, adım “yetmez ama evetçi” ye çıktı. Bu arada, kısa bir süre köşe yazısı yazdığım Cumhuriyet gazetesinden “Atatürk ilkelerine karşı çıkmak” gerekçesi ile atıldım. Yazı yazdığım süre içinde, bazı Cumhuriyet okurlarından işitmediğim hakaret kalmadı, oturduğum semtte alışveriş yaptığım işyerlerinden, yemek yediğim lokantalara pek çok yerde, bu çevrenin tarizlerine maruz kaldım. Daha dün, öğrenci gösterilerini izlerken, sokakta karşıma çıkıp, “AK Parti’ye destek verdiniz, bunlar oldu Nuray Hanım” diyen biri ile tartışmak durumunda kaldım.

Doğruyu söyleyeni dokuz köyden kovuyorlarmış…

Eş dost arasında beni teselli mahiyetinde, “doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar” sözünü çok duydum. Ben bu sözü hiç sevmem ve üzerime alınmam. Bana göre, bu iddiada olmak da bir kibir işaretidir. Zira, “doğru”nun tek tanımı yoktur. Açık yalan, iftira ve tahrif dışında, insanların kendilerine göre doğru olanı söylediklerine inanırım. Ben de öyle yapmaya çalıştım. Ama doğru olduğuna inandığım ilkeler ve değerleri, eğip bükmeye veya sessiz kalmaya yanaşmadım. Suçumun bundan ibaret olduğunu düşünüyorum.

Dertler paylaşınca azalır derler. O nedenle, bu kez sizlerle paylaşma ihtiyacı duydum, sonuçta zayıf varlıklarız ve sabrımın tükendiğini hissediyorum.

.

Nuray Mert, dikGAZETE.com

 

 

...