- 15-11-2023 06:49
- 9653
‘İsrail – HAMAS savaşı’, ‘29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’ ve ‘10 Kasım Atatürk’ü Anma Günü’ sebebiyle geçtiğimiz günler oldukça yoğundu. Özellikle sosyal medyada bu yoğunluk çok daha fazlaydı. Bunun sebebi ya da neden böyle olduğu ile ilgilenmiyoruz. Çok düşündüm ama bu yazıda sanırım ‘Siyaset ve Politika Bataklığına’ girmeden kelimeler çıkmayacak. Zorladım, çabaladım. Ancak nafile… İlle bir yerden yakalanıyorsunuz…
Önce İsrail – HAMAS krizi patlak verdi ve neredeyse 40 günü geçti. Alandaki, ilgili bölgedeki savaş dışında sosyal medyada da bir savaş başladı. Ancak İsrail ve HAMAS arasında değildi bu. Onlar yiğitçe meydandaydı. Öyle ya da böyle, dost da belliydi orada düşman da.
Ancak sosyal medya farklıydı. Kim dosttu, kim düşman, kim aslan, kim köpek belli değildi.
Ve bunu anlayabilmek / fark edebilmek hiç de kolay değildi. Bu yüzden takıldık bir hengâmenin peşine sürüklendik geldik bu günlere…
Önce ‘İsrail Karşıtı’ protestolar başladı. Ancak bizim alt yapımızda; ‘İsyan – Asice bir tavır ve hatta protesto’ kültürü olmadığı için kaş yapalım derken göz çıkardık.
Gittik, parasını verip gazlı içecek aldık ve onu alıp logar kapaklarından aşağıya döktük… Çünkü protesto nasıl yapılır bilmiyorduk. Parasını ödediğimiz, ücretini ödeyerek satın aldığımız yani sözüm ona düşmana para kazandırmamak için para harcayıp yaptığımız bir ‘protesto’ydu bu!.. Komikti.
Sonra afiş afiş, boy boy İsrail menşei ürünler ifşa edildi. İsrail’e mal gönderen firmalar reklam edildi.
Lanet okudular önce kahvecilere, sonra af dilediler aynı kahvecilerden. Biliyorsunuz onların kimler olduğunu… Ancak hiç limanlarımıza bakmadık… Çünkü asıl İsrail ile ithalat & ihracat orada oluyordu. Tüm eğlence oradaydı…
Çamaşır deterjanı, hijyenik ped ve bebe maması almayarak ‘Siyonist İsrail’e’ büyük bir darbe vurduk. Ama limanlarımızda binlerce ton mal gitti, geldi. Dert değildi, içinde gazlı içecek yoksa sorun değildi bizim için…
“Karınca ve ateş” bahsini sakın buraya getirmeyin çünkü konu, ne ateş, ne karınca ne de peygamber…
Hemen akabinde başka bir şekilde (!) nasıl olduğunu anlamadığımız bir anda ‘HAMAS’ı terörist ilan ettik. Terörist ilan etmeyenler hemen terörist ilan edenlere cephe aldı. Namlularını doğrultu. Olay ‘Müslüman & Anti Müslüman’ savaşına döndü.
HAMAS’ı desteklemeyenler anında ‘Kâfir, Terörist ve Din Düşmanı’ ilan edildi.
Savaş karşıtları? Yeşilciler? Alkol karşıtları? Çiçek Çocuklar? Rockerlar? Özgürlükçüler? Vejetaryenler? Heavy Metalciler? Sosyalist ve Marksistler? Koltuk altını almayanlar? ‘Yurtta Sulh, Cihanda Sulh’u savunanlar? Paganistler? Parmak arası terliğe karşı olanlar? Tengriciler? Feministler? Ateistler? Lezbiyenler? Teistler? Gayler? Sosyal Demokratlar? Biseksüeller? Rapçiler? Barbie’ciler, Oppenheimarcılar? Devrimci Filistin yanlıları?
Ne demek?
Zinhar!
Hepsinin köküne kibrit suyu…
‘Ya bizdensin ya düşman’ mottosunun altına girildikçe girildi. Kahveler döküldü. Alış-veriş poşetleri yırtıldı. O kahveyi dökünce ‘Tüm Galaksiyi yaratan, her şeye kadir olan Allah’ eminim ki ondan çok razı oldu. Çünkü onun, öyle bir gücü yoktu!..
O kahve döküldü ya, yüce yaradan da derin bir ‘Ohh’ çekti sanki. Ve cennetle müjdeli o kahveyi döken, vatansever – muhafazakâr – Müslümanı…
Hemen ardından 29 Ekim geldi. Geldi ve çattı. Evet, çattı. Çünkü bayram mı kutladık, birbirimizi mi çaysız bardakta mı kıtladık belli değildi.
Tabii, hemen ve anında yine bölündük. En sevdiğimiz ve en iyi olduğumuz iş bu bizim… Kimseye de pabuç bırakmayız bu kulvarda… Zaten pek rekabet edeceğimiz millet de kalmadı. ‘Bizonu okla mı vuralım yoksa mızrakla mı vuralım? Tanrılar hangisinde daha mutlu olur?’ diye ateş dansı yapanlar hariç… ‘Filistin’de Müslüman kanı akarken ne kutlaması bu?’ diyenler sağ tarafa geçti, ‘Cumhuriyetin 100. Yılı kardeşim! Şimdi değilse ne zaman?’ diyenler sola geçti.
Nerede?
Cumhuriyet Bayramı’nda… Kutlanılması gereken bir bayramda… Bölündük.
Ve 10 Kasım… İşte asıl dananın kuyruğu orada koptu.
Yobazın biri de bir, bini de bir; Mustafa Kemal’e çok benzeyen bir sosyal medya fenomeni de vardı o gün. 10 Kasım saat 09:05’de milyon liralar alan var ya o… Hatta benzer bir görüntü, bir restoranda çekilmişti.
Maraşel Mustafa Kemal, üniforması içinde bir aktör geliyor ve herkesi selamlıyor… Alkış kıyamet… Rakı kadehleri kalkıyor. Mustafa Kemal de onları üniforması içinde selamlıyor… Bu ilgili işletmenin zekice bir kazanç payı sayılabilir ama yanlıştır!
Bu muydu yani? Bu kadar mıydı? Rakı içen herkes, Mustafa Kemal yanlısı mıydı? Onun fikirleri, düşünceleri, idealleri? Rakı mı yani sadece? Bu kadar mı sığ ve cahilsiniz? Yobaz ve bağnazsınız? Ne farkınız var diğerinden?
Konuya dönelim; yine çatır çatır, tam göbeğimizden ayrıldık. Cuma hutbesinde Atatürk’e rahmet okuyan imamlar da protesto edildi, okumayanlar da… Yahu affedersiniz ama Mustafa Kemal’in çok da umurundaydı sizin ona rahmet okuyup, okumamanız.
Neyse…
Her iki grup orada bir ayrıştı. Dediğim gibi en iyi yaptığımız işti bu!
Protesto edenler ters kelepçe ile paket…
Hoba!..
Bu sefer o böldü bizi… ‘Vay efendim bu adam ne suç işledi?’ Haklılardı.
Ülkede uyuşturucu kaçıranlar, çete kuranlar, vergi hırsızları, kara para aklayanlar, dönemin bir bakanı ile hep fotoğrafı olan illegal şahıslar serbestçe gezerken, ölüp gideli 85 yıl olmuş birinin arkasından kopan kızılca kıyamet yüzünden tutuklanmalar pek mantıklı durmuyordu.
Ki o adam, nasıl bir adamsa artık ölüp gideli 85 yıl olmuş ama hala böğürtüyor (bazı) insanları?
Ve hemen akabinde 5816 Sayılı ‘Atatürk Aleyhinde İşlenen Suçlar Hakkında Kanun’ tartışmaya açıldı. ‘Vay efendim buna ne gerek var?’, ‘Korkulacak bir şey yoksa bu kanun neden var?’ hatta adamın cinsel hayatı dahi masa üzerine yatırılıp ameliyat edildi. Çocuk evliliklerini savunanlar, tarikatlarda çocuklara badeleme yapanlar, Atatürk’ü ‘Pedofili’ hastası olmakla suçladı. Bunların kimler olduğunu yine sizler çok iyi biliyorsunuz…
Efendiler, burası önemli, dikkat ediniz; bu kanun 25 Temmuz 1951 yılında Adnan Menderes’in başında olduğu Demokrat Parti hükümetiyle gelmiştir. Okumayanlar için özet geçeyim. Ya da neden özet geçeyim hepi-topu zaten dört maddelik bir kanundur bu; Aynen kopyalayıp, yapıştırıyorum;
“Madde 1 – Atatürk'ün hatırasına alenen hakaret eden veya söven kimse bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Atatürk'ü temsil eden heykel, büst ve abideleri veyahut Atatürk'ün kabrini tahrip eden, kıran, bozan veya kirleten kimseye bir yıldan beş yıla kadar ağır hapis cezası verilir. Yukar ki fıkralarda yazılı suçları işlemeye başkalarını teşvik eden kimse asıl fail gibi cezalandırılır.
Madde 2 – Birinci maddede yazılı suçlar; iki veya daha fazla kimseler tarafından toplu olarak veya umumi veya umuma açık mahallerde yahut basın vasıtasiyle işlenirse hükmolunacak ceza yarı nispetinde artırılır. Birinci maddenin ikinci fıkrasında yazılı suçlar zor kullanılarak işlenir veya bu suretle işlenmesine teşebbüs olunursa verilecek ceza bir misli artırılır.
Madde 3 – Bu kanunda yazılı suçlardan dolayı Cumhuriyet savcılıklarınca re'sen takibat yapılır.
Madde 4 – Bu kanun yayımı tarihinde yürürlüğe girer.
Madde 5 – Bu kanunu Adalet Bakanı yürütür.”
Bakın buraya, kanun net… ‘Atatürk’ü eleştiremezsin, Yasak hemşerim’ demiyor. ‘Onu araştırmazsın, onunla ilgili fikir beyan edemezsin’ demiyor. ‘Onun yaptıklarını yanlış bulduğunu açıkça ilan edemezsin’ demiyor. ‘Onunla ilgili hoşlanmadığın şeyleri yazamazsın’ demiyor. Sadece ‘hatırasına alenen hakaret etme ve sövme’ diyor.
Yahu tamam da aynı şeyi senin-benim-onun için de diyor TCK! Ben bir komşuma ‘şişko’ dedim diye hala mahkemelerde uğraşıyorum. Sen neler diyorsun Atatürk’e? Daha doğrusu, neler demek istiyorsun da diyemiyorsun ve bu kanunu bahane ediyorsun. Kanun ise ‘hakaret edip, sövme’ diyor. Demek ki sen ‘hakaret edip, sövmek istiyorsun da’ bunu yapamadığın için ‘5816 Sayılı Kanun Kalksın’ diyorsun.
Bırak Atatürk’ü sen kalkıp mahalleniz meczubuna sövsen bile TCK 125 direk diyor ki; ‘Hakaret suçunun cezası 3 ay ile 2 yıla kadar hapis cezasıdır.’ Bu sövdüğün, Atatürk olsa ne, Muhammed olsa ne, Ali olsa ne, Fevzi Çakmak – İnönü – Özal ya da Sayın Erdoğan veyahut Sayın Kılıçdaroğlu olsa ne…
TCK 125 belli…
O zaman sen yarın öbür gün buna da karşı çıkacaksın; ‘Ya bizim mahallede biri var, Gevurun teki… Affedersiniz ama soyu (…şu…) Sövmek istiyorum ama TCK 125 buna engel! Kaldırın bu yasayı…’
5816 Sayılı Atatürk’ü Koruma Yasasının sonu da başı da işte yukarıda yazdığım kadar…
Sen onu eleştirmek istiyorsan işte meydan, onu yanlış buluyorsan işte kürsü, onu sevmiyorsan işte mikrofon sövmeden – hakaret etmeden bunu dile getirebilirsen bu suç değil ki. Kanun belli. Ama bunu yapmak için biraz zekâ gerekir onun da sende olduğunu hiç sanmıyorum Sevgili Kardeşim…
Kaldı ki, sen ille de ‘ben Atatürk’e söveceğim kardeşim, ona hakaret edeceğim, ellemeyin lan’ dersen kanun ona da ‘Yasak, edemezsin’ demiyor. ‘Edebilirsin tabii ama karşılığında cezan bu…’ diyor. Ha yemiyorsa o zaman yapmayacaksın… Kanunların amacı budur zaten.
Hürriyeti, özgürlüğü kısıtlamak değil düzen getirmek. Hiçbir kanun yoktur ki; ‘Adam öldürmek yasaktır’ desin. ‘Adam öldürenlerin cezası budur…’ der. Yani olay, yemek ve yememekle ilgiliyse ve seninki yemiyorsa burada gitmen gereken yer, kanunun karşısı değil kendi yüreğin olmalı…
Hem söveyim – hakaret edeyim hem de suç olmasın diyorsan eğer… Bilemedim, ilkokul birinci sınıftan tekrar başlatmak lazım seni… Ki ‘5816 Sayılı Kanun Kalksın’ diyorsan zaten o sınıfları da tam olarak sindire sindire okumadığın da bellidir. Beynin yerine başka organlarını kullandığın da nettir. Keşke o organlarını hak ettiği gibi kullansan da fikirlerin pis kokulu ve iğrenç olmasa… Ama belli ki senin çıkardıkların, fikirlerin değil bildiğin gıda artıkların…
Efendiler, hiç şüphe etmeyin ki, belli günlerde, belli bir amaç ve fayda uğruna bir topluluk bir araya gelmişse, o gün – orada – o ortamda her kim ki; hayatın normal akışkan kuralların aksine topluluğu ‘Bölmek – kızıştırmak – ayrıştırmak ve hatta ilgili topluluğu sokağa davet ederek, vandallığa çağırıyorsa’ biliniz ki o şahıs ya da şahıslar, bazı ‘hasım’ zümreler tarafından bir şekilde satın alınmış ve kendisinden fayda beklenen kişilerdir.
Aldıklarının bedelini ödemek için, aldıklarının amaçlarına göre, toplumu bölerek o emir aldığı makamlara güzellenmek adına kendini çırıl çıplak soyup, önlerine yatmış kişilerdir. Kıbleleri yoktur, ne Müslüman Filistin’dir davaları, ne 5816 Sayılı Kanun, ne de cumhuriyet…
Nemalandıkları – kazanç ve çıkar sağladıklarına ‘hizmet’tir. Zaten ‘Hizmet’in ne olduğunu en iyi onlar bilir. Biraz kazıyın altını mutlaka ‘Hizmet’e hizmet’ çıkacaktır. ‘Maklube’ çıkacaktır. ‘Abiler – Ablalar’, ‘Işık Evleri’ çıkacaktır.
Bunun için uzman olmaya ihtiyaç da yoktur. Biraz deşeleyin dibini, çıkar vardır, kazanç vardır. Şeref – onur ve bağımsızlıktan öte kendi lüksleri vardır. Bira içip, lüks rezidanslarda ‘muhafazakâr’ sevgilileri ile yaptıkları – yapacakları partiler vardır. Ne ‘Filistinli kardeşlerinin dinleri’ umurundadır ne de sizin neye inandığınız.
Şöyle düşünün; ‘Tam Bağımsız, Özgür ve Atatürk ilke – İnkılaplarına bağlı’ olan bir Türkiye’yi kim istemez?
Kim ‘Dogmalarla ve tartışmasız, biat eden topluluklarla dolmuş bir ülke’ ister.
Kim ‘Düşünmeyen – Sorgulamayan’ bir ülke ister?
Kim ‘Bilim ve mantık yerine kaderciliği savunan bir ülke’ ister?
Kim ‘Özgürlükten’ yana olan halkı istemez?
Her kim ‘Demokrasi yerine Şeriatla yönetilen’ bir ülke ister? Oysa Mustafa Kemal bizim adımıza bunların tam tersini istedi ve uyguladı… Ama birileri bunları yıkıp eski Osmanlı gibi ‘kullanışlı – primitif ve uygun bir aparat’ olarak eski halimizi istiyor.
Peki, kimdir bunu, bunları isteyenler?
İşte bunları savunan adamların, modern ve akıl karşıtı uygulamaları iddia edenlerin biat ettikleri kıbleler de tam oralardır, onlardır. Bunlar, ruhları – bedenleri – kelime ve düşünceleri satın alınmış, hepimizi çatır çatır ortadan ikiye bölmek isteyen ‘Sosyal İstihbarat Uzmanları’dır, ‘Etki Ajanları’dır. Bunların kimler olduğunu siz de şimdi bildiniz değil mi ben böyle yazınca?
Düşmanınız bunların secde ettikleri değildir, olmamalı. Onlar savaşın kuralına göre oynuyor. Ve siyasi – politik – ideolojik savaş tam da böyle bir şey işte! Bunda bir beis yok… Kural bu…
Oysa sizin düşmanınız işte bu insanların söyledikleri ve iddia ettikleri fikirlerdir. Bunların karşısında durmalı, bunlarla savaşmalısınız… Arap çöllerinde olmayacak bir hülya arkasında değil… Çünkü asıl düşman içimizdedir.
Buradadır. Kuzeyde – Güneyde, Doğuda – Batıda değil tam buradadır.
.
Serkan Yıldız, dikGAZETE.com