Sıra kimde?

SESSİZ GEMİ

Artık demir alma günü gelmişse zamandan,

Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.

Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol,

Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol

-Yahya Kemal Beyatlı-

*

Bir tabutun cenaze evinden kalkışını anlatır bu şiir ve ilk dörtlüğünü aldım buraya.

Daha kaç defa Yahya Kemal Beyatlı’nın “Sessiz Gemi”si demir alacak bu topraklardan?

Daha kaç ailenin yüreği dağlanacak?

Bir can demek, bir beden değildir. Bir can demek, bir dünya demektir. Öldürdüğünüz bir can değil, dünyadır dünya. Bir canı öldürmüyorsunuz, bir ağaç misali.

Şimdi sıra kimde?

Kadın cinayetlerinden bahsediyorum. 

Ateş düştüğü yeri yakıyor. 

Yanan sadece yürekler değil, yarınlarımız yanıyor. Bir ormanın içinde başlayan yangın gibi, tedbir almazsak bütün orman yanacak. Bütün insanlık yanacak.

Aslında cinayet anı, bir eşiktir. Yoksa o eşiğin arkasında o eşiğe doğru yavaş yavaş ilerleyen başka canlar da var. 

Bir yemek yapıyorsunuz, sonra tadına bakıyorsunuz ki tuzu az. Biraz daha tuz atıyorsunuz ve tekrar bakıyorsunuz tadına; ta ki tadı yerinde olana kadar. Canilere verilen cezalar, amaca hizmet etmiyorsa tuz misalinde olduğu gibi dozajı arttırmalıyız.

Katilleri yakalayıp hapse koymanın önemi de yok. Bu sadece havada uçarken avladığımız sivrisineklere benzer. Havadaki sinekleri yok etmekle o sorunu çözemeyiz. Bataklığı kurutmak için tedbirler almak gerekir.

Ne demiştim, cinayet anı, cinnet anı bir eşiktir. Kimin öldüğünün de önemi yok, erkek ya da kadın. Ölen bir insandır. Allah’ın verdiği canı, sadece Allah almalıdır.

Bunun önüne sadece eğitimle geçebiliriz. Bu tür olaylara karışanların eğitim durumuna bakarsak en aşağıdan en yukarıya kadar sözde her eğitim almış insan bu işe karışabiliyor. 

Eğitim” deyince, sadece Milli Eğitim ya da “YÖK”ün müfredatına göre uygulanan dersler değildir. Eğitim, hayatımıza yön veren bütün argümanlardır. 

Eğitim, aileden başlar, okullarda devam eder ve bütün yaşama alanlarımızda ise olgunlaşır.

Bu tür cinayetler ile ilgili bütün veriler, devletin ve özel kurumların ellerinde mevcut. Yani teşhis için bütün veriler devletin elinde. 

Sıra nerede, sıra tedavide. 

Tedaviyi kim yapacak? Devlet yapacak. Ne ile yapacak? Eğitimiyle, yaptırımlarıyla.

Biz insanlar, ruhumuza hitap edenleri kabul ederiz. Özentilerimiz var, bir de hayatın gerçekleri var.

Asıl eğitmenlerimiz televizyonlar ve o ekranlarda Türk Milletine servis edilen mesajlardır. Dünyanın hiçbir toplumunda olamayacak bir yaşantıyı, reyting uğruna dayatmak toplumun temeline dinamit koymaktır.

Toplu ulaşım vardır. Herkes o taşıtlara biner ve insanların en çok gittikleri yere giderler.

Bir de toplu iletişim vardır. Bu ‘iletişim’ sözünün içine, sinemaları, televizyonları ve sosyal medya mecralarını katabiliriz. Kadını bir madde gibi görmenin ve ona göre davranmanın sonucudur kadın cinayetleri. 

Bu cinayetleri işleyenlerin cezaevlerinden ve caydırıcı cezalardan çekinmediklerini bilmek gerekir. Ancak izlediği dizide cezaevine düşen birinin kahraman olduğunu zanneden zavallı zihniyetin mahsulüdür kanlı gözyaşları.

Yurt dışında şahit olduğum bir olayı buraya yazmak istiyorum. 

Bir Avrupa ülkesinin başkentinde akşamüzeri evime dönüyorken bir barın önünde yanlarında eşi ya da kız arkadaşı olan iki erkeğin çok yakın mesafede birbirlerine hakaret ettiklerini, yumruklarını karşısındakinin yüzüne kadar yaklaştırdığı halde o yüze vuramadığını gördüm. Ancak bu arada edilen hakaret, yenilir ve yutulur tarzda da değil. 

Ülkemizde olsa cinayet sebebidir! 

Her iki erkek de yumruklarını getiriyorlar ancak karşısındaki erkeğin yüzüne vurmuyor.

Çok etkilendim…

Hemen yakındaki bir Türk marketine girip sordum bu durumu: “Neden bu iki kişi, birbirlerine yumruk atamıyor?” diye. 

Aldığım cevap mükemmeldi. Türk marketi çalışanı; birazdan oraya polisin geleceğini, o tartışmada ilk yumruğu atan kişinin polis merkezinde en az üç hafta ifadesi bile alınmadan bekletileceğini, onun için kendilerine hakim olduklarını, ilk hamleyi karşıdakinden beklediklerini söyledi. 

Yani, herkesin kafasına kazınmış. 

Atılacak bir yumruğun bedelinin, ifade alınmadan en az üç hafta, dört duvarın arasında kalacağını çok iyi idrak etmiş.

Buradan hareketle, bize evimizde izlettirilen dizilerde, cezaevinin “yıldızsız otel” olduğu anlatılıyor. Hatta oradan “kahraman” olarak çıkılacağına inanılıyor. Onun için, dışarıda istediğini yapma özgürlüğünü kendisinde görüyor benim cahil beyinli insanım.

Kayıtlara geçen son bilgilere göre, bir yılda dört yüze yakın kadın katledilmiş bu ülkede.

Bir düşünür, “Bir erkeği ne kadar eğitirseniz eğitin mükemmel bir vatandaş yaparsınız. Ancak aynı eğitimi bir kıza verirseniz bir nesli kurtarırsınız” demiş. 

Her katilin bir annesi de var aslında. Ancak aileden alınmayan, okullarda öğretmenlerin eğitemedikleri konular, televizyon dizilerinde yanlış formatlanıyor beyinlere. 

Sonra da suç makinesi oluyor insanlarımız.

Demiştim ya, “cinayet bir eşiktir” eşiğin arkasında sırasını bekleyen kaç bin tane daha kadın var? 

Cinayet eşiğinde bekliyorken yaşadığı stresin neticesi olarak, vücutta meydana gelen diğer hastalıklar da bilinmeyen bir buzdağıdır.

Kadın, sığınmacı değildir.

Kimse kimsenin kölesi de değildir.

Kadın, bir milletin çekirdeğidir. 

Kadın da erkek de sınırlarını bilecek. Sevgi ve saygı sınırının dışına çıkmayacak.

Anne olan bir kadın, kendisini o evin esiri olarak görmemeli; “Gitsem nereye gideceğim, kime gideyim iki-üç çocukla?”.

İşte burada, sosyal devlet devreye girmelidir. Bir kadın, arkasında devletin olduğunu bilmeli, inanmalı ve ona göre güçlü olmalıdır.

Kadın hakları kâğıtlarda kalmamalıdır. Bu haklar, kadını sınırlarını aşan birey yapmayacaktır.

Bir elin beş parmağı da aynı değildir.

Çiftler evlenmeden önce bir eğitime alınmalıdır. Hayallerin tozpembe olduğu, gerçeklerin ise acı biber olduğu anlatılmalıdır.

Ağdalı sözlerle, gönül hırsızlığı içeren sözlerle oturulan nikâh masasında sadece mutsuz bir geleceğin imzası atılır.

Ağdalı sözler ve gönül hırsızlığı içeren sözlerle bir araya gelen çiftler, gerçeklerle yüzleştikleri zaman önce aile içi şiddet başlar, sonra boşanma ya da ölümle sonuçlanan neticelere evrilir. 

Bu süreç, kısa bir zaman alabileceği gibi bir ömür boyu da sürebilir. Ve bu aileden olan çocuklar,serbest bırakılmış su” misali, sosyal hayatın içinde sorumsuz davranışlar sergileyen birer suç makinesi olmaya aday bireyler haline geliyor.

Çözüm eğitimde, ancak eğitim sadece okulda değil. RTÜK’ün de bu ülkeye borcudur bütün yaş gruplarının eğitimlerine dair yaptırım ve planlamalar. 

Devletin hem gücü var, hem de teşhisleri. 

Yapılması gereken ise tedavi. Tedavi gücü de devletimizdedir. Bu gücümüz vardır. Dünya bu sorunla nasıl baş etmiş ise biz de tecrübeye bedel ödemeden kendimizde güncellemeliyiz o tedbirleri.

Kadın cinayetini sunan haber spikeri bayanın sesi titriyor haberi sunarken. Bilemiyorum belki, o spiker kızımız da aynı akıbetten korkuyordur. Ne hazin değil mi?

Caniler güçlerini nereden alıyorlarsa, azmettiricileri kimler ise asıl cezalar onlara kesilmeli devlet tarafından.

Bu konudaki radikal tedbirler bir gün alınacaktır. 

İlla bu ülkenin yönetiminden sorumlu birilerinin de yüreğinin yanması mı gerekiyor? 

Her şey zamanında anlamlıdır. 

Kadınlar, geleceğimizi şekillendiren mimarlardır.

Kadın, bir binanın çimentosudur, demiridir. Onları ne kadar güçlü kılarsak, hiçbir dış etki ya da deprem yuvamızı yıkamaz.

Kadınlar, kapitalist dünyanın biraz daha para kazanmak adına yılda üç dört defa adına gün tahsis edilen yaratıklar değildir.

Bindiğimiz dalı kesmeyelim, eğer bindiğimiz dalı kesersek yere önce biz düşeriz, sonra da o kestiğimiz dal başımızı yarar.

Netice olarak; “Sessiz Gemi”, hiçbir limandan böyle bir demir almasın. Olur mu sayın yetkililer? Öz evladınızın bedeli ne kadardır?

Devletimizin elinde her türlü veri var. Yani un var, su var, kaşık var, ateş var, tava var, şeker de var. 

Sadece bu malzemelerden ‘helva’ yapabilecek yetenekli bir aşçıya, pardon, yöneticimize ihtiyaç vardır. Yoksa gerçek anlamda her Sessiz Gemi’nin ardında kalanlar o helvayı yiyor, gözyaşlarını da katık yaparak.

Düşünebilmek güzeldir.

.

Seyfi Turan, dikGAZETE.com

...