"Hiç"likte yüzmek, sanırım asıl gereksinim.
Ulaşabileceğimiz en aşkın nokta.
Bölüp parça parça hiçliği, nesneler yaratıyoruz aksine.
Nesnelere duyduğumuz sahiplenme duygusu, hırsa dönüşüp bizi ağırlaştırıyor.
Aradığımız hazzı, mutluluk ve huzuru bulduğumuza inandığımız bulutun içinden geçiyor ve yeni bir gerçeklik peşine düşüyoruz. Oysa hiçliği anlamak; herşeye sahip olabilme potansiyelinin farkındalığı ile yükselip, aslında bu erimin huzur ve mutluluk ifade etmediğini farketmek…
Bir başka deyişle, nesneler dünyası ile aramızdaki hırsla örülü duygusal bağı kesip arınmak.
Geçmişte hiçliğin idraki ve hırstan çıkış yetisinin uzun bir sürece yayıldığını sanıyorum.
Günümüzdeyse nesnelerle olan bağımızda belli korkuları aştık; her şeyin yerine yenisini koyma imkanımız yüksek.
Hiç bir şeyin vazgeçilmez olmadığını anladığımızda aslında her şeyin mümkün olduğunu da görüyoruz.
Eğer her şey mümkünse, hırstan çıkarak hiçlik evreninin huzuruna bırakabiliriz kendimizi...
Bu tatlı uyanışlar, sosyal hayatta da yaşanıyor.
İki insanın yollarının kesişmesinin ihtişamı, kompakt bir şekilde ve süratle açığa çıkıyor.
Her karşılaşmanın, iyi ya da kötü bir deneyim de olsa, farkındalık seviyemizi artırdığı da bir gerçek.
Bu karşılaşmaların sıklığı arttıkça daha çabuk ‘upgrade’ oluyoruz.
21. yüzyıl, dimağlarda gerçeklik perdesini aralıyor.
Hızlı hayatlarımızda küçük molalarla iç sesimizi dinleyebilirsek sanırım herkes farkedecektir.
Hakikat evreni yani hiçlik; bakirliği, anlaşılmazlığı ve tuhaf huzuruyla karşımızda.
Şu an için gidilmemiş bir gezegenin kıyısında oturup, bir sonrakini izlemek gibi.
Şaka değil uyanıyoruz…
Bu bir çıkış, bir uyanış.