Dünya bir yana…

Dünya bir yana…

Dünya bir yana… Dünya bir yana…

Bir sözü yet-miş-ti…

Bal tadından, kan kırmızısı şahadete sürülen hayatın içinde sessizliği kılıf gibi bürünerek, çocuk cesetleri arasından sıyrılarak ve baka-kalarak göğün devinimindeki renk-ahengin katranına…

Yaralı bir savaşçının, yaralarını görmemesi, bir şeyler yapmak isteyip yapamaması gibi değil.

Nallarında kıvılcım çakan atlıların, soluk soluğa koşması ile düşmana karşı…

Ezelden ebede giden yolun, dünya durağında süren…

Nuruyla karanlığı aydınlatan ‘tarık’a…

Gör ki; geceler ve sessizlikte ne manalar var.

Hengamelerden sıyrılamadıkça daha da yoruyor ya hayat, ta başından gitti gider o da.

Sağanaklarla gelen bereketin, afete dönüşmesine izin vermemeli, temizlenmeli; temizlemeye güç yetirilemezse gelen tertemiz rahmete tutunmalı.

Hasretindir seni güçlü tutan, görsen de görmesen de o rahmeti.

Dervişin yürüyüşünde, gözleri gökte değil yerdedir, göğe bakması da o yerdendir.

Ne sevdadır muradın; ay doğar hep amma ay batmaz, görünmez olur göze sade. Güneşse batacak o günde elbet, ayı da dünyayı da yanına katarak.

Yetmiş yedi kerre yedinin yedisine ve yedinin üçüne denk doğmuş bir ay ki; parıltısıyla devasa bir tepsi içre, gökyüzünden ışıl ışıl gösterdiğinden çok, içten içe başka başka doğuşları sürmüş 7 gecelerle 7 günlere… 

Sümmestevâ iles-semâ…” derken, “dileyerek ya da dilemeyerek gelin” diyene “dileyerek geldik” diyenlerden ve sonra “Yedi kat göğe”, göğe hükmedene, onları dizayn edene…

Aya ve güneşe değil sade, sıyrılıp yeryüzünden, gökyüzüne bakana; “Şi’ra’nın da Rabbi O’dur” diyene, hamd-ü sena ve salavat ile…

Onikinin onbirine, aralıktan ve ayazdan sebata savrulana…

Karşılıklı gidip-gelen kelimelerden, etrafın da bir şeyler arayıp, o kelimelere katılması, şarkı gibi eşlik etmesi…

Merhametle sarılan yaralara şifa sunan, saklamaya adalı kılınan rüyalarda demişti:

-Senin için süzüp süzüp ıslatarak büyüttüğüm o sabrın meyvelerini sensiz nasıl yiyebilirim…

De sen de;

-Kulağa sızansa ney sesi ile bendir sesi…

Daha ötesi;

Bereketli hülyalarla gelen hallerle, hayatı saklamaya adalı kılmak gibisi.

Kimselere söyleyemeyip kendi kendine olan sesli konuşmalarınla, ağlamaklı hallerinden tutasın da tebessümle sarıldığın boşluğa kadar, hayal mi gerçek mi diye bakıp; “gerçekse neden hayal gibi yaşanıyor, hayalse neden bu denli gerçek gibi geliyor” dediğin anlarda kızıl kıyamet, yere kapanan bedenlerle…

Bir nokta imiş her şeyin başı, sonda da gene o aynı nokta.

Dünya bir yana, kumru yuva yapmış kuytuya.

.

Yunus Fırat, dikGAZETE.com

.

Cisminde cânındır çü cân, cânında kimdir cân olan

Cânında cânı bulmayan, bî-cân gelir bî-cân gider

-Şeyh Abdurrahmân Sâmî Saruhânî-

Bir sözü yet-miş-ti…

Bal tadından, kan kırmızısı şahadete sürülen hayatın içinde sessizliği kılıf gibi bürünerek, çocuk cesetleri arasından sıyrılarak ve baka-kalarak göğün devinimindeki renk-ahengin katranına…

Yaralı bir savaşçının, yaralarını görmemesi, bir şeyler yapmak isteyip yapamaması gibi değil.

Nallarında kıvılcım çakan atlıların, soluk soluğa koşması ile düşmana karşı…

Ezelden ebede giden yolun, dünya durağında süren…

Nuruyla karanlığı aydınlatan ‘tarık’a…

Gör ki; geceler ve sessizlikte ne manalar var.

Hengamelerden sıyrılamadıkça daha da yoruyor ya hayat, ta başından gitti gider o da.

Sağanaklarla gelen bereketin, afete dönüşmesine izin vermemeli, temizlenmeli; temizlemeye güç yetirilemezse gelen tertemiz rahmete tutunmalı.

Hasretindir seni güçlü tutan, görsen de görmesen de o rahmeti.

Dervişin yürüyüşünde, gözleri gökte değil yerdedir, göğe bakması da o yerdendir.

Ne sevdadır muradın; ay doğar hep amma ay batmaz, görünmez olur göze sade. Güneşse batacak o günde elbet, ayı da dünyayı da yanına katarak.

Yetmiş yedi kerre yedinin yedisine ve yedinin üçüne denk doğmuş bir ay ki; parıltısıyla devasa bir tepsi içre, gökyüzünden ışıl ışıl gösterdiğinden çok, içten içe başka başka doğuşları sürmüş 7 gecelerle 7 günlere… 

Sümmestevâ iles-semâ…” derken, “dileyerek ya da dilemeyerek gelin” diyene “dileyerek geldik” diyenlerden ve sonra “Yedi kat göğe”, göğe hükmedene, onları dizayn edene…

Aya ve güneşe değil sade, sıyrılıp yeryüzünden, gökyüzüne bakana; “Şi’ra’nın da Rabbi O’dur” diyene, hamd-ü sena ve salavat ile…

Onikinin onbirine, aralıktan ve ayazdan sebata savrulana…

Karşılıklı gidip-gelen kelimelerden, etrafın da bir şeyler arayıp, o kelimelere katılması, şarkı gibi eşlik etmesi…

Merhametle sarılan yaralara şifa sunan, saklamaya adalı kılınan rüyalarda demişti:

-Senin için süzüp süzüp ıslatarak büyüttüğüm o sabrın meyvelerini sensiz nasıl yiyebilirim…

De sen de;

-Kulağa sızansa ney sesi ile bendir sesi…

Daha ötesi;

Bereketli hülyalarla gelen hallerle, hayatı saklamaya adalı kılmak gibisi.

Kimselere söyleyemeyip kendi kendine olan sesli konuşmalarınla, ağlamaklı hallerinden tutasın da tebessümle sarıldığın boşluğa kadar, hayal mi gerçek mi diye bakıp; “gerçekse neden hayal gibi yaşanıyor, hayalse neden bu denli gerçek gibi geliyor” dediğin anlarda kızıl kıyamet, yere kapanan bedenlerle…

Bir nokta imiş her şeyin başı, sonda da gene o aynı nokta.

Dünya bir yana, kumru yuva yapmış kuytuya.

.

Yunus Fırat, dikGAZETE.com

.

Cisminde cânındır çü cân, cânında kimdir cân olan

Cânında cânı bulmayan, bî-cân gelir bî-cân gider

-Şeyh Abdurrahmân Sâmî Saruhânî-