İki hastalıktan muzdaribiz!.. Özümüzü kaybettik, farkında değiliz...

İki hastalıktan muzdaribiz!.. Özümüzü kaybettik, farkında değiliz...

Sabırların sineden taştığı, sinirlerin harabiyetinin insanın iletişim içinde olduğu her kanala huzursuzluk olarak aksettiği, bir birimizi anlamak için dinlemenin zûl geldiği bir zaman sürecinden geçiyoruz...

İnsanların bağlı bulundukları ideolojileri, dil, din, etnisite, parti, grup, fikir ve hiziplerde "yaşam felsefesi" ne olursa olsun, içinde bulunduğumuz dönem, vatan-millet endişesi barındıranlarda ortak bir yılgınlığa dönüşmüş durumda..

Devletin ve sisteme hakim kişilerin en çok eleştirdiğimiz ve en çok kulak tıkadıkları...

Liyakatsizlikehliyetsizlikakrabaeş-dost istilası ile makamların işgal altında olması, önü alınmaz bir hırs savaşına dönüşmüş ne yazık ki!

"Bir şeyler yanlış gidiyor" diye ne kadar tenkit etsek de “bir şeyler yapmak için" ne kadar çırpınsak da milletin muzdaripliğini görmezden gelen bir anlayış ile karşı karşıya kalmanın beyhudeliği artıkça, bu cendereden çıkılmasına dair inancımız da gittikçe azalıyor..

Peki bunun sorumlusu yahut sorumluları kim?

Bu kokuşmuşluğu tespit etmek için hastalığın köküne inmek gerekir..

İnsanların yaşama biçimleri üzerinden söylem geliştiren ve yine bu değerler üzerinden çeşitli vaadler sıralayarak kitleler ile arasında organik bir bağ oluşturmayı başaran siyasi parti, cemaat, STK, vakıf, dernek vs. birçok oluşum, önce, mağdur bir kitle seçiyor; onların mağduriyetleri üzerinden “avukatlık" rölü üstlenerek meşru bir zemin elde ediyor!

Peşinden sürüklediği kesimin inancını da kazandıktan sonra, uyuşturma teknikleri aracılığıyla yaptığı mühendislik yöntemleriyle, artık tek bir sözü ile istediğini yaptırabilecek küçük ya da büyük bir orduya sahip olabiliyorlar..

Türk Milleti'nin hassasiyetleri ve değerlerini, çekinmeden hiç bir hicap, biraz ar duymadan, söylem bazında siyasi ve politik varoluş amaçlı kullananlar, eylem bazında keyfe keder yönetim anlayışları ile meydan okumaya devam etmenin acziyetinin farkında olacaklar mı acaba..

Türk Milleti’nin tarih sahnesindeki yolculuğunu, sadece “köklerimiz" üzerinden duyar kasmak olarak zannedenlerin, aynayı geç olmadan kendilerine çevirdiklerini görebilecek miyiz?

Ülkeyi yönetmeye talip olanlar, halka hizmeti, hakka hizmet addetip, bu düstur ile yola çıkanlar ellerinde tuttukları güç ile zehirlenmeye başladıklarının farkında değiller mi?

"Makam sarhoşluğu"ndan ayılabilecekler mi?

Pespaye kişilerce kendi hırs ve hevesleri için kullanılan devletin imkanları, daha ne kadar bu ellerde israf olmaya devam edecek..

Milletin sırtına yapışmış bu "embesil sürüsü”, daha ne kadar kanınızı emecek!

Merkezi yönetimden, yerel yönetimlere kadar hangi siyasi partiden olursa olsun makama zebun olmuş anlayış mı açabilecek bu milletin önünü..

Tarihimize daha ne kadar sırt dönerek varolacağız!..

Bizim hastalığımız burada başlıyor işte.

Tarihimizi ve töremizi bilmeyişimizden…

Kendi medeniyetimize ve özümüze ait gerçekliği göremeyişimizden…

Kendi tarihine bu kadar düşman… 

Özüne bu kadar yabancı… 

Kimliğinden bu kadar uzağa düşmüş...

Kökleri ile bağı koparılmış ve garip düşmüş, düşürülmüş bir milletiz.

Bin yıllardır insanlığa yön veren medeniyetleri arşivlerden taşan, dünyaya töresi ile imzasını atan Türk Milleti, ne yazık ki geçmişini unutturma tuzağına düşürülmüş ve yine acı olan bir şey daha var ki birbirinden koparılan, coğrafyası, târihi, dîni ve târihi arka planı talan edilen o ülke ve millet biziz!

Dünyada tarihi hafızası asimile edilmiş tek milletiz..

Varlığımızı son 100 yıl üzerinden pazarlayanlar batıya ram olmuş ve istedikleri gibi şekillendirebilecekleri bir millet oluşturmayı hedeflediler ve başarılı da oldular.

Köklerimizi kurutmadan, yeşertmeliyiz bir an evvel..

Seçim dönemlerinde halk olduğunu hatırlayanların oy devşirmek için şekilden şekile giren palavracı malûm siyasetçilerin asıl hatırlaması gerekenler bunlar..

Özümüze dönmeleri..

Eğer özümüze layıkıyla sahip çıkmış olsaydık, geçmişimizin kandilinden aydınlansaydık, bugün siyasetçi olduğunu iddia eden ekran soytarılarının hiç biri, vatanımızı soyamayacak, hazinelerimizi peşkeş çekemeyecek gözümüzün içine baka baka bizimle alay edemeyeceklerdi.

Işığını özünden almayı bıraktığından beri, kanla ve gözyaşı ile yoğrulu bu coğrafyanın kalbi mühürlü, gözleri kör! 

Ahmet Yesevi’den, Mevlana’dan, Yunus’tan Anadolu Erenleri’nden gelen ışığa kapılarımızı kapattık.

Şu halimize bir bakın!

Akaidimize enjekte edilen mikrobun viralleştiği ölümcül bir hastalık ile karşı karşıyayız..

Devlet bünyesinde mikrop üreten bir sistem oluştu..

FETÖ ve diğerleri gibi..

Bütün partiler çürümüş..

Şu belediyelerde makam ile efsunlanmayan, gözünü hırs bürümemiş, millete hakkı ile hizmet eden bir başkan var mı?

Her biri "ali baba ve kırk haramileri" gibi ..

Tarihi dezenformasyon, özümüzdeki bozulmanın iyileşmesi düzelmediği sürece, bu tımarhanelik cinnet devam edecektir.

*

Kıssadan hisse:

Behlül Dâna, bir gün Hârûn Reşîd'in taht odasını boş buldu ve çıkıp tahta oturuverdi.

Bunu gören askerler, onu kamçı ile dövmeye başladılar.

Askerler vurdukça o: “Vah Hârûn Reşîd. Vah Hârûn Reşîd!” diyordu.

O esnâda halîfe geldi ve manzara karşısında donup kaldı.

Askerleri uzaklaştırdıktan sonra: 

Ey Behlül! Bu ne hâl?” diye sordu Hârûn Reşîd

"Hadi bana saygın yok, makama da mı saygın yok; tahta çıkıp oturmuşsun, cezayı hak etmişsin, üstelik ah-vah ederek ağlıyorsun?"

Behlül:

“Senin için ağlıyorum. Burada tahtı boş bulup bir an oturdum. Bu kadar kırbaç yedim. Sen ise senelerdir bu tahtın üzerinde oturuyorsun. Hâlin ne olur diye düşündüm... Senin haline ağlıyorum!.." der.

Marifet, Harun Reşid’in  makamında oturmak değil..

Marifet, makamın hakkını vermek!

Eee bir de Behlül Dâna gibi, yardımcıların yerine eş dost akraba ya da embesil sürüsü beslerseniz etrafınızda..

"Klavuzu karga…" misali....

Daha çok ülkece bedel ödemeye devam ederiz.

Vesselam

.

Elif Rana, dikGAZETE.com

Twitter'da bizi takip edin: @ElfRana_ , @dikgazete

Sabırların sineden taştığı, sinirlerin harabiyetinin insanın iletişim içinde olduğu her kanala huzursuzluk olarak aksettiği, bir birimizi anlamak için dinlemenin zûl geldiği bir zaman sürecinden geçiyoruz...

İnsanların bağlı bulundukları ideolojileri, dil, din, etnisite, parti, grup, fikir ve hiziplerde "yaşam felsefesi" ne olursa olsun, içinde bulunduğumuz dönem, vatan-millet endişesi barındıranlarda ortak bir yılgınlığa dönüşmüş durumda..

Devletin ve sisteme hakim kişilerin en çok eleştirdiğimiz ve en çok kulak tıkadıkları...

Liyakatsizlikehliyetsizlikakrabaeş-dost istilası ile makamların işgal altında olması, önü alınmaz bir hırs savaşına dönüşmüş ne yazık ki!

"Bir şeyler yanlış gidiyor" diye ne kadar tenkit etsek de “bir şeyler yapmak için" ne kadar çırpınsak da milletin muzdaripliğini görmezden gelen bir anlayış ile karşı karşıya kalmanın beyhudeliği artıkça, bu cendereden çıkılmasına dair inancımız da gittikçe azalıyor..

Peki bunun sorumlusu yahut sorumluları kim?

Bu kokuşmuşluğu tespit etmek için hastalığın köküne inmek gerekir..

İnsanların yaşama biçimleri üzerinden söylem geliştiren ve yine bu değerler üzerinden çeşitli vaadler sıralayarak kitleler ile arasında organik bir bağ oluşturmayı başaran siyasi parti, cemaat, STK, vakıf, dernek vs. birçok oluşum, önce, mağdur bir kitle seçiyor; onların mağduriyetleri üzerinden “avukatlık" rölü üstlenerek meşru bir zemin elde ediyor!

Peşinden sürüklediği kesimin inancını da kazandıktan sonra, uyuşturma teknikleri aracılığıyla yaptığı mühendislik yöntemleriyle, artık tek bir sözü ile istediğini yaptırabilecek küçük ya da büyük bir orduya sahip olabiliyorlar..

Türk Milleti'nin hassasiyetleri ve değerlerini, çekinmeden hiç bir hicap, biraz ar duymadan, söylem bazında siyasi ve politik varoluş amaçlı kullananlar, eylem bazında keyfe keder yönetim anlayışları ile meydan okumaya devam etmenin acziyetinin farkında olacaklar mı acaba..

Türk Milleti’nin tarih sahnesindeki yolculuğunu, sadece “köklerimiz" üzerinden duyar kasmak olarak zannedenlerin, aynayı geç olmadan kendilerine çevirdiklerini görebilecek miyiz?

Ülkeyi yönetmeye talip olanlar, halka hizmeti, hakka hizmet addetip, bu düstur ile yola çıkanlar ellerinde tuttukları güç ile zehirlenmeye başladıklarının farkında değiller mi?

"Makam sarhoşluğu"ndan ayılabilecekler mi?

Pespaye kişilerce kendi hırs ve hevesleri için kullanılan devletin imkanları, daha ne kadar bu ellerde israf olmaya devam edecek..

Milletin sırtına yapışmış bu "embesil sürüsü”, daha ne kadar kanınızı emecek!

Merkezi yönetimden, yerel yönetimlere kadar hangi siyasi partiden olursa olsun makama zebun olmuş anlayış mı açabilecek bu milletin önünü..

Tarihimize daha ne kadar sırt dönerek varolacağız!..

Bizim hastalığımız burada başlıyor işte.

Tarihimizi ve töremizi bilmeyişimizden…

Kendi medeniyetimize ve özümüze ait gerçekliği göremeyişimizden…

Kendi tarihine bu kadar düşman… 

Özüne bu kadar yabancı… 

Kimliğinden bu kadar uzağa düşmüş...

Kökleri ile bağı koparılmış ve garip düşmüş, düşürülmüş bir milletiz.

Bin yıllardır insanlığa yön veren medeniyetleri arşivlerden taşan, dünyaya töresi ile imzasını atan Türk Milleti, ne yazık ki geçmişini unutturma tuzağına düşürülmüş ve yine acı olan bir şey daha var ki birbirinden koparılan, coğrafyası, târihi, dîni ve târihi arka planı talan edilen o ülke ve millet biziz!

Dünyada tarihi hafızası asimile edilmiş tek milletiz..

Varlığımızı son 100 yıl üzerinden pazarlayanlar batıya ram olmuş ve istedikleri gibi şekillendirebilecekleri bir millet oluşturmayı hedeflediler ve başarılı da oldular.

Köklerimizi kurutmadan, yeşertmeliyiz bir an evvel..

Seçim dönemlerinde halk olduğunu hatırlayanların oy devşirmek için şekilden şekile giren palavracı malûm siyasetçilerin asıl hatırlaması gerekenler bunlar..

Özümüze dönmeleri..

Eğer özümüze layıkıyla sahip çıkmış olsaydık, geçmişimizin kandilinden aydınlansaydık, bugün siyasetçi olduğunu iddia eden ekran soytarılarının hiç biri, vatanımızı soyamayacak, hazinelerimizi peşkeş çekemeyecek gözümüzün içine baka baka bizimle alay edemeyeceklerdi.

Işığını özünden almayı bıraktığından beri, kanla ve gözyaşı ile yoğrulu bu coğrafyanın kalbi mühürlü, gözleri kör! 

Ahmet Yesevi’den, Mevlana’dan, Yunus’tan Anadolu Erenleri’nden gelen ışığa kapılarımızı kapattık.

Şu halimize bir bakın!

Akaidimize enjekte edilen mikrobun viralleştiği ölümcül bir hastalık ile karşı karşıyayız..

Devlet bünyesinde mikrop üreten bir sistem oluştu..

FETÖ ve diğerleri gibi..

Bütün partiler çürümüş..

Şu belediyelerde makam ile efsunlanmayan, gözünü hırs bürümemiş, millete hakkı ile hizmet eden bir başkan var mı?

Her biri "ali baba ve kırk haramileri" gibi ..

Tarihi dezenformasyon, özümüzdeki bozulmanın iyileşmesi düzelmediği sürece, bu tımarhanelik cinnet devam edecektir.

*

Kıssadan hisse:

Behlül Dâna, bir gün Hârûn Reşîd'in taht odasını boş buldu ve çıkıp tahta oturuverdi.

Bunu gören askerler, onu kamçı ile dövmeye başladılar.

Askerler vurdukça o: “Vah Hârûn Reşîd. Vah Hârûn Reşîd!” diyordu.

O esnâda halîfe geldi ve manzara karşısında donup kaldı.

Askerleri uzaklaştırdıktan sonra: 

Ey Behlül! Bu ne hâl?” diye sordu Hârûn Reşîd

"Hadi bana saygın yok, makama da mı saygın yok; tahta çıkıp oturmuşsun, cezayı hak etmişsin, üstelik ah-vah ederek ağlıyorsun?"

Behlül:

“Senin için ağlıyorum. Burada tahtı boş bulup bir an oturdum. Bu kadar kırbaç yedim. Sen ise senelerdir bu tahtın üzerinde oturuyorsun. Hâlin ne olur diye düşündüm... Senin haline ağlıyorum!.." der.

Marifet, Harun Reşid’in  makamında oturmak değil..

Marifet, makamın hakkını vermek!

Eee bir de Behlül Dâna gibi, yardımcıların yerine eş dost akraba ya da embesil sürüsü beslerseniz etrafınızda..

"Klavuzu karga…" misali....

Daha çok ülkece bedel ödemeye devam ederiz.

Vesselam

.

Elif Rana, dikGAZETE.com

Twitter'da bizi takip edin: @ElfRana_ , @dikgazete