İstanbul’u da yıkıp yağmalayacaklar -mı-!

İstanbul’u da yıkıp yağmalayacaklar -mı-!

Batı’yı "Hitler"le korkuttular sürekli; ama Batı, zaten Hitler’in öz benliğiydi.

Ara ara her fırsatta ortalığı Hitler’le korkutmalarının sebebi de Batı’nın Hitler’in zaten ta kendisi olmasından.

Hitler masum değildi.

Batı da ondan aşağı kalır değil.

-Sadece Almanya’da 1800’lerde katoliklerle protestanların birbirini kesmesinden 18 milyon insan 10 yıl gibi bir sürede katledildi. Katliam öylesine büyük ve akılalmaz boyutlardaydı ki kasaplarda insan eti satılıyordu…-

Batı, cinayetlerinin üstünü örtmek için Hitler adında bir “Korku tüneli” üretip, kitleleri o tünele hapsetti.

O karanlığa en başta giren de kendisi oldu.

Elbet kendisini “Yegane Uygarlık” olarak tanıtıp, bütün dünyayı ayakları altına alan, türettiği o menfeze de en başta kendisi girecekti.

Adına “20. Yüzyıl” denilen “çağ”, öylesine bir “tek imparatorluk" histerisi ile hareket ederek, önüne çıkan ne varsa yakıp yıkmakla meşguldü ki içinde bulunduğu karanlıklardan da başka karanlıklar üreterek kurtulabileceğini keşfetti en sonunda.

Batı’nın en büyük keşfi de budur bir bakıma.

Ürettiği teknoloji vesaire de hep o karanlık korkusunun ve girdiği tünelde rahatlık arzusunun eseri.

Ne “Aydınlanma”sı!..

Ne "Rönesans”ı!.. 

Başta en görüneni Endülüs’te de dünyanın her yerinde pek çok beldede de akıttığı kanın yanında, yakıp yıktığı, kül ettiği de devasa medeniyetlerdi hep.

Her nereye girip bulaştıysa, kitaplar, kütüphaneler ve yığınla eserle birlikte, koca bir tarih ve birikim de yakıldı; kütüphanelerin talan edilmesi ne ki...

İz bırakmamacasına bütün mekânlar da viran edildi, dönüştürülmeye çalışıldı…

Şu ana kadar da fasılalarla başka yaptığı bir şey yok.

Göz göre göre ve gözlerimize sokula sokula yapıldı her şey şu son zamanlarda da.

Bağdat diye bir eski şehir vardı; o kadim medeniyet şimdi yok. 

Kahire’yi için için bir kurt kemirdi-kemiriyor hep. 

Fas’ın Tunus’un Libya’nın Yemen’in şehirleri, böylece önce isimlendirildi, birbiri ile bağlantısı kesildi, güya bağımsızlaştırıldı ve yok etme noktasına getirildi sonunda.

Biladı Şâm-ı Şerif’te, herbiri başlıbaşına bir heybet abidesi; Şam’dı, Halep’ti, Kerbela ve Necef’ti…

Yok edildiler.

Bu yok ediş, öyle haritadan silip atmak, yerlerini değiştirmek, içini boşaltmaktan öte, altında kaldığı varlıkların üzerini, kendi korku ve eziklikleri ile türettiği çılgınlıklarla kaplamaktı.

Ve o kadim şehirlerin her biri, her şeyleri ile bir bir yağmalandı da…

Gelinen bugünkü son noktada, en güzel kuzunun sona saklanması gibi kala kala bir İstanbul kaldıysa, bakalım onu da “Haarp Projesi” üretimi tepeden bir bulut ya da bir sarsıntı ile mi sarsıp-sallayıp yıkacaklar, yoksa başka yıkım senaryolarını mı tartışmadalar hala.

Örnekler ve yapılanlar dahasıyla apaçık ortada.

Londra’yı, Paris’i, Washington’u değil.

Hiroşima, Nagazaki, Berlin, sırasını savdı; şimdi ise tarihin en önemli başkenti İstanbul’u nasıl yakıp-yıkıp yağmalamanın derdinde oldukları ortada.

-13 Kasım 1918 ve 16 Mart 1920'de iki kere işgal edilen başkent İstanbul ve 1940 yılında İkinci Dünya Savaşı sırasındaki tatbikatta Ayasofya’nın minaresine konuşlandırılan askerler…-

Birinci İşgal döneminde, kalıcı olduklarını zannederek pek bir şeye dokunmadılar amma bu sefer nasıl yapılacağını, nasıl olacağını kendileri de tam kestiremiyor gibi.

Bir de bir salgının yalanıyla vuruyorlar ki her bir yanı, içten içe kaynattıklarıyla ardını arkasını planladıklarının da ötesinde, daha neler gelişecek belli değil gibi gösteriliyor ya!..

Uluorta salgılanan korku ile üstü örtülenin ardından bir şeylerin eşiğine gelindiği apaçık ortada.

Önce içten içe kaynatır, sonra uzanıp emellerine ulaşmaya çalışırlarsa, kıyıları boğulan şu şehrin denizi de bitmedi ya!

Buyursunlar bakalım!..

Her şey hazır mı!..

"Olaylar hızla gelişme aşamasında!.."

Kimi, “ha oldu-olacak” diye tırsmasıyla, kimi “Allah” deyip denizin dalgasına bakarak tedbir ve tevekkülle beklemesiyle bilinecek nasılsa.

Şehr-i İstanbul da dünyanın durduğu aynı yerde, bir dönümün kapı aralığında şimdi.

.

Yunus Fırat, dikGAZETE.com

Batı’yı "Hitler"le korkuttular sürekli; ama Batı, zaten Hitler’in öz benliğiydi.

Ara ara her fırsatta ortalığı Hitler’le korkutmalarının sebebi de Batı’nın Hitler’in zaten ta kendisi olmasından.

Hitler masum değildi.

Batı da ondan aşağı kalır değil.

-Sadece Almanya’da 1800’lerde katoliklerle protestanların birbirini kesmesinden 18 milyon insan 10 yıl gibi bir sürede katledildi. Katliam öylesine büyük ve akılalmaz boyutlardaydı ki kasaplarda insan eti satılıyordu…-

Batı, cinayetlerinin üstünü örtmek için Hitler adında bir “Korku tüneli” üretip, kitleleri o tünele hapsetti.

O karanlığa en başta giren de kendisi oldu.

Elbet kendisini “Yegane Uygarlık” olarak tanıtıp, bütün dünyayı ayakları altına alan, türettiği o menfeze de en başta kendisi girecekti.

Adına “20. Yüzyıl” denilen “çağ”, öylesine bir “tek imparatorluk" histerisi ile hareket ederek, önüne çıkan ne varsa yakıp yıkmakla meşguldü ki içinde bulunduğu karanlıklardan da başka karanlıklar üreterek kurtulabileceğini keşfetti en sonunda.

Batı’nın en büyük keşfi de budur bir bakıma.

Ürettiği teknoloji vesaire de hep o karanlık korkusunun ve girdiği tünelde rahatlık arzusunun eseri.

Ne “Aydınlanma”sı!..

Ne "Rönesans”ı!.. 

Başta en görüneni Endülüs’te de dünyanın her yerinde pek çok beldede de akıttığı kanın yanında, yakıp yıktığı, kül ettiği de devasa medeniyetlerdi hep.

Her nereye girip bulaştıysa, kitaplar, kütüphaneler ve yığınla eserle birlikte, koca bir tarih ve birikim de yakıldı; kütüphanelerin talan edilmesi ne ki...

İz bırakmamacasına bütün mekânlar da viran edildi, dönüştürülmeye çalışıldı…

Şu ana kadar da fasılalarla başka yaptığı bir şey yok.

Göz göre göre ve gözlerimize sokula sokula yapıldı her şey şu son zamanlarda da.

Bağdat diye bir eski şehir vardı; o kadim medeniyet şimdi yok. 

Kahire’yi için için bir kurt kemirdi-kemiriyor hep. 

Fas’ın Tunus’un Libya’nın Yemen’in şehirleri, böylece önce isimlendirildi, birbiri ile bağlantısı kesildi, güya bağımsızlaştırıldı ve yok etme noktasına getirildi sonunda.

Biladı Şâm-ı Şerif’te, herbiri başlıbaşına bir heybet abidesi; Şam’dı, Halep’ti, Kerbela ve Necef’ti…

Yok edildiler.

Bu yok ediş, öyle haritadan silip atmak, yerlerini değiştirmek, içini boşaltmaktan öte, altında kaldığı varlıkların üzerini, kendi korku ve eziklikleri ile türettiği çılgınlıklarla kaplamaktı.

Ve o kadim şehirlerin her biri, her şeyleri ile bir bir yağmalandı da…

Gelinen bugünkü son noktada, en güzel kuzunun sona saklanması gibi kala kala bir İstanbul kaldıysa, bakalım onu da “Haarp Projesi” üretimi tepeden bir bulut ya da bir sarsıntı ile mi sarsıp-sallayıp yıkacaklar, yoksa başka yıkım senaryolarını mı tartışmadalar hala.

Örnekler ve yapılanlar dahasıyla apaçık ortada.

Londra’yı, Paris’i, Washington’u değil.

Hiroşima, Nagazaki, Berlin, sırasını savdı; şimdi ise tarihin en önemli başkenti İstanbul’u nasıl yakıp-yıkıp yağmalamanın derdinde oldukları ortada.

-13 Kasım 1918 ve 16 Mart 1920'de iki kere işgal edilen başkent İstanbul ve 1940 yılında İkinci Dünya Savaşı sırasındaki tatbikatta Ayasofya’nın minaresine konuşlandırılan askerler…-

Birinci İşgal döneminde, kalıcı olduklarını zannederek pek bir şeye dokunmadılar amma bu sefer nasıl yapılacağını, nasıl olacağını kendileri de tam kestiremiyor gibi.

Bir de bir salgının yalanıyla vuruyorlar ki her bir yanı, içten içe kaynattıklarıyla ardını arkasını planladıklarının da ötesinde, daha neler gelişecek belli değil gibi gösteriliyor ya!..

Uluorta salgılanan korku ile üstü örtülenin ardından bir şeylerin eşiğine gelindiği apaçık ortada.

Önce içten içe kaynatır, sonra uzanıp emellerine ulaşmaya çalışırlarsa, kıyıları boğulan şu şehrin denizi de bitmedi ya!

Buyursunlar bakalım!..

Her şey hazır mı!..

"Olaylar hızla gelişme aşamasında!.."

Kimi, “ha oldu-olacak” diye tırsmasıyla, kimi “Allah” deyip denizin dalgasına bakarak tedbir ve tevekkülle beklemesiyle bilinecek nasılsa.

Şehr-i İstanbul da dünyanın durduğu aynı yerde, bir dönümün kapı aralığında şimdi.

.

Yunus Fırat, dikGAZETE.com