Ne hekimler varmış değil mi? Ne hatunlar varmış!..

Ne hekimler varmış değil mi? Ne hatunlar varmış!..

Yağmur Mirzayeva, sosyal medya üzerinden paylaştığı yazılarla takipçilerine bilgiler verirken, çeşitli konularda açıklamalarla örnekler de getirerek toplumsal yaralar ve sorunlara işaret ediyor.

İşte, "bir kadın"a dair, ibretlik “tedavi yöntemi” örneği ile eski bir hadiseyi aktararak başladığı, sonra da o eski rivayetle bugünü kıyaslayıp önemli tesbit ve eleştiriler sıraladığı yazısı

:

Horasan saray erkânından olan ve sultanın sofrasını hazırlayan bir kadın, sofraya yemek koyarken eğilir ve bir daha doğrulamaz.

Bunun üzerine sultanın hekimleri kadına bugünün tabiriyle "eklemlerinde romatizmal şişme" tanısı koyarlar. 

Sultan, derhal kadının iyileştirilmesini emreder. Hekimler, uzun uğraşlar sonucu tedavi olarak; "Tedbir-i Nefsani" yani "Psikoterapi"ye başvururlar.

Kadına:

"-Bize önce peçeni aç, sonra da eteğini kaldır!" derler.

Bu emir karşısında ne yapacağını şaşıran kadın, söylenilenleri yapar.

Yüzü ve bacakları bir anda açıkta kalıverir. 

Bu durumdan öyle utanır, öyle utanır ki bedeninde yüksek derecede bir ısınma vuku bulur.

Aniden yükselen bu ısı, eklemlerinde bulunan romatizmal sıvıyı çözecek kadar şiddetli olur.

Netice olarak kadıncağızın eklemlerinde oluşan şişme, beden ısısının tesiri ile aniden iyileşir ve beli doğrulur.

İbn Sina'nın Kitabul Mebde'sinde anlattığı bu rivayeti okuyunca, kapattım gözlerimi ve uzun uzun düşünmeye başladım.

Ne hekimler varmış değil mi?

"Nasıl da çözmüşler işi" diyesim geldi bir an. Ama böyle değil işte efendim, bu işler böyle değil..

"Ne hatunlar varmış" demeliyim.

Ne hatunlar varmış ki; tedavi niyetiyle bile olsa, örtüsü açılınca eklemlerindeki sıvılar çözülecek kadar edebe ve utanca sahiplermiş.

*

Şimdi örtü mü kaldı ardına saklanacak? 

Haya nerede arayıp bulacak?

Bütün genç kızlarımız, daha evlenmeden rahimlerinde miyomlarkistler taşıyorlar. 

Bunun tek müsebbibi yedikleri içtikleri değil ki!

Neneleri kuşaksız gezmezken, bugün kızlarımızın göbeklerini örtemiyoruz.

Yaz olsun, kış olsun bu ne beladır Ya Rabbi, ümmetimin gencecik kızları düçar oldu!

Bakın büyük Muhaddis İmam NeveviEfendimiz’in "Giyinik çıplaklar" hadisini görünce nutku tutuldu, tek kelime şerh edemedi!

Bilemedi, anlayamadı..

"Giyinik çıplak" nasıl olurdu ki?

Tasvir edemedi bir Müslüman kadının hem giyinmiş hem de çıplak oluşunu..

"Allah'ın bir mucizesidir herhalde" notu düşebildi sadece..

*

Şimdi bir çıkalım sokağa, görür müyüz Efendimiz’in “Kıyamet alametleri" olarak bildirdiği bu hadiste tarif ettiklerini?

Benim aklım almıyor, bir insan hem bu dine inanıp, hem de giyindikleri sebebiyle "yürüyen kıyamet alameti" olmayı nasıl göze alır?

Neyi kazanırken, neyi kaybediyoruz? 

Muhasebe edelim..

Avrupa'dan gelen sapıkça bir akımla herşeyi, her giysiyi reva görüyoruz kendimize..

Beli, göbeği örtmeyen kıyafetlerle evvela edep gidiyor, giderken sağlığı da götürüyor.

Hem bedenen, hem de ruhen.

Allah'ı inciten bir gönül, mutlu olur mu sandınız?

Rasul'ünun emirlerini çiğneyen hangi kul, saadeti bulmuş ki siz bulacaksınız?

Bu sentetik kıyafetler ile kadınlığınızı kaybediyorsunuz.

Parfümler ile troidlerinizi yitiriyor, beyin ve kalp arasında tek vasıta olan troidden mahrum kalınca da ruhen mecnun olup türlü bunalımlar yaşıyorsunuz.

Bunların neticesinde de daha başka türlü hastalıklar geliyor bedene..

Ve biz yine bu durumu, kendi ellerimiz ile yaptıklarımızdan bilmeyip suçu utanmadan Allah'a atıyoruz.

"-Rabbim'den geldi bu hastalık, n’apalım sabredeceğiz…"

Hayır, yalan söylüyorsun! 

Allah ve Rasulü seni uyardı, sana kitap verdi, sana akıl verdi, sana misaller getirdi!

Merhume Aidin hanım:

"-Hastalıkların yüzde 95'i insanların yaptıkları sebebiyle gelir!.." derdi.

Midesine, nefsine hakim olamayan insan, evvela edebini sonra sağlığını yitirir! Ötesi yok.

İlk babamızı hatırlasanıza..

Adem Aleyhisselam'ın yani "ilk insan"ın imtihanı da midesi değil miydi?

Ne oldu yasak olanı yedikten sonra?

-Örtüleri düştü ve çırılçıplak kaldılar.

*

Burada durup düşünülesi çok şey yok mu? 

Bunları Rabbimiz, hoş bir anı olarak mı anlattı bizlere?

Bugün biz bunları evlatlarımızın dimağına kazıyamazsak, en güzel yiyecekleri yedirsek, ardımızdan köşkler saraylar bıraksak, zerrece kıymeti yoktur.

Çünkü,

edep ve haya, bir kere yitirildiği zaman, asla geri gelmiyor.

Sonra mal da mülk te beladan başka birşeye dönüşmüyor.

*

Yine eski alimlerin bildirdiğine göre; talebelerin önüne bir kağıt atılır, nasıl eğilip aldıkları gözlemlenirmiş.

Edebe riayet ederek dizleri üzerine çömelir alırlarmış..

Bu misal de bize öğretiyor ki; Edep öyle bir haslettir ki, "bel fıtığı" olmaya bile engeldir.

Şimdi tekrar sorarım sizlere:

-Biz neleri yitirdik de bunca hastalığı musallat ettik ömrümüze?

Cevabı artık hepiniz biliyorsunuz.

Ancak yazının en can alıcı ve en kahredici kısmına şimdi geliyorum..

Yazının başında verdiğim misalin, İngiliz Kraliyet Tıp Fakültesinde hoca olan Edward G. Browne'nin kaleme aldığı "İslam Tıbbı" kitabında geçtiğini gördüm.

Biz bilmezken, ingilizler biliyor evet!

Adam; önce Türkçe, Farsça, Arapça, Hintçe öğrenip bizim can damarımızı okuyor!

Nasıl da manidar değil mi?

Bizim kendi değerlerimizden haberimiz dahi yokken; onların sundukları moda ve kimyasallar ile hem edebimizi ve hem de sağlığımızı yitiriyorken, evlatlarımızı tek tek şeytani hizmetlere kurban ediyorken onların nasıl sistematik çalıştıklarını görüp bir kere daha kahroldum..

*

Sen, yine de affet Rabbim..

Uyandır bu uykusu çok gözleri..

Yağmur Mirzayeva, Facebook sayfası -19 Ekim 2016-

.

Yazıda siyahlaştırmalar, bazı paragraf atlatmalar ve az sayıda tashih bize aittir.

dikGAZETE.com

Yağmur Mirzayeva, sosyal medya üzerinden paylaştığı yazılarla takipçilerine bilgiler verirken, çeşitli konularda açıklamalarla örnekler de getirerek toplumsal yaralar ve sorunlara işaret ediyor.

İşte, "bir kadın"a dair, ibretlik “tedavi yöntemi” örneği ile eski bir hadiseyi aktararak başladığı, sonra da o eski rivayetle bugünü kıyaslayıp önemli tesbit ve eleştiriler sıraladığı yazısı

:

Horasan saray erkânından olan ve sultanın sofrasını hazırlayan bir kadın, sofraya yemek koyarken eğilir ve bir daha doğrulamaz.

Bunun üzerine sultanın hekimleri kadına bugünün tabiriyle "eklemlerinde romatizmal şişme" tanısı koyarlar. 

Sultan, derhal kadının iyileştirilmesini emreder. Hekimler, uzun uğraşlar sonucu tedavi olarak; "Tedbir-i Nefsani" yani "Psikoterapi"ye başvururlar.

Kadına:

"-Bize önce peçeni aç, sonra da eteğini kaldır!" derler.

Bu emir karşısında ne yapacağını şaşıran kadın, söylenilenleri yapar.

Yüzü ve bacakları bir anda açıkta kalıverir. 

Bu durumdan öyle utanır, öyle utanır ki bedeninde yüksek derecede bir ısınma vuku bulur.

Aniden yükselen bu ısı, eklemlerinde bulunan romatizmal sıvıyı çözecek kadar şiddetli olur.

Netice olarak kadıncağızın eklemlerinde oluşan şişme, beden ısısının tesiri ile aniden iyileşir ve beli doğrulur.

İbn Sina'nın Kitabul Mebde'sinde anlattığı bu rivayeti okuyunca, kapattım gözlerimi ve uzun uzun düşünmeye başladım.

Ne hekimler varmış değil mi?

"Nasıl da çözmüşler işi" diyesim geldi bir an. Ama böyle değil işte efendim, bu işler böyle değil..

"Ne hatunlar varmış" demeliyim.

Ne hatunlar varmış ki; tedavi niyetiyle bile olsa, örtüsü açılınca eklemlerindeki sıvılar çözülecek kadar edebe ve utanca sahiplermiş.

*

Şimdi örtü mü kaldı ardına saklanacak? 

Haya nerede arayıp bulacak?

Bütün genç kızlarımız, daha evlenmeden rahimlerinde miyomlarkistler taşıyorlar. 

Bunun tek müsebbibi yedikleri içtikleri değil ki!

Neneleri kuşaksız gezmezken, bugün kızlarımızın göbeklerini örtemiyoruz.

Yaz olsun, kış olsun bu ne beladır Ya Rabbi, ümmetimin gencecik kızları düçar oldu!

Bakın büyük Muhaddis İmam NeveviEfendimiz’in "Giyinik çıplaklar" hadisini görünce nutku tutuldu, tek kelime şerh edemedi!

Bilemedi, anlayamadı..

"Giyinik çıplak" nasıl olurdu ki?

Tasvir edemedi bir Müslüman kadının hem giyinmiş hem de çıplak oluşunu..

"Allah'ın bir mucizesidir herhalde" notu düşebildi sadece..

*

Şimdi bir çıkalım sokağa, görür müyüz Efendimiz’in “Kıyamet alametleri" olarak bildirdiği bu hadiste tarif ettiklerini?

Benim aklım almıyor, bir insan hem bu dine inanıp, hem de giyindikleri sebebiyle "yürüyen kıyamet alameti" olmayı nasıl göze alır?

Neyi kazanırken, neyi kaybediyoruz? 

Muhasebe edelim..

Avrupa'dan gelen sapıkça bir akımla herşeyi, her giysiyi reva görüyoruz kendimize..

Beli, göbeği örtmeyen kıyafetlerle evvela edep gidiyor, giderken sağlığı da götürüyor.

Hem bedenen, hem de ruhen.

Allah'ı inciten bir gönül, mutlu olur mu sandınız?

Rasul'ünun emirlerini çiğneyen hangi kul, saadeti bulmuş ki siz bulacaksınız?

Bu sentetik kıyafetler ile kadınlığınızı kaybediyorsunuz.

Parfümler ile troidlerinizi yitiriyor, beyin ve kalp arasında tek vasıta olan troidden mahrum kalınca da ruhen mecnun olup türlü bunalımlar yaşıyorsunuz.

Bunların neticesinde de daha başka türlü hastalıklar geliyor bedene..

Ve biz yine bu durumu, kendi ellerimiz ile yaptıklarımızdan bilmeyip suçu utanmadan Allah'a atıyoruz.

"-Rabbim'den geldi bu hastalık, n’apalım sabredeceğiz…"

Hayır, yalan söylüyorsun! 

Allah ve Rasulü seni uyardı, sana kitap verdi, sana akıl verdi, sana misaller getirdi!

Merhume Aidin hanım:

"-Hastalıkların yüzde 95'i insanların yaptıkları sebebiyle gelir!.." derdi.

Midesine, nefsine hakim olamayan insan, evvela edebini sonra sağlığını yitirir! Ötesi yok.

İlk babamızı hatırlasanıza..

Adem Aleyhisselam'ın yani "ilk insan"ın imtihanı da midesi değil miydi?

Ne oldu yasak olanı yedikten sonra?

-Örtüleri düştü ve çırılçıplak kaldılar.

*

Burada durup düşünülesi çok şey yok mu? 

Bunları Rabbimiz, hoş bir anı olarak mı anlattı bizlere?

Bugün biz bunları evlatlarımızın dimağına kazıyamazsak, en güzel yiyecekleri yedirsek, ardımızdan köşkler saraylar bıraksak, zerrece kıymeti yoktur.

Çünkü,

edep ve haya, bir kere yitirildiği zaman, asla geri gelmiyor.

Sonra mal da mülk te beladan başka birşeye dönüşmüyor.

*

Yine eski alimlerin bildirdiğine göre; talebelerin önüne bir kağıt atılır, nasıl eğilip aldıkları gözlemlenirmiş.

Edebe riayet ederek dizleri üzerine çömelir alırlarmış..

Bu misal de bize öğretiyor ki; Edep öyle bir haslettir ki, "bel fıtığı" olmaya bile engeldir.

Şimdi tekrar sorarım sizlere:

-Biz neleri yitirdik de bunca hastalığı musallat ettik ömrümüze?

Cevabı artık hepiniz biliyorsunuz.

Ancak yazının en can alıcı ve en kahredici kısmına şimdi geliyorum..

Yazının başında verdiğim misalin, İngiliz Kraliyet Tıp Fakültesinde hoca olan Edward G. Browne'nin kaleme aldığı "İslam Tıbbı" kitabında geçtiğini gördüm.

Biz bilmezken, ingilizler biliyor evet!

Adam; önce Türkçe, Farsça, Arapça, Hintçe öğrenip bizim can damarımızı okuyor!

Nasıl da manidar değil mi?

Bizim kendi değerlerimizden haberimiz dahi yokken; onların sundukları moda ve kimyasallar ile hem edebimizi ve hem de sağlığımızı yitiriyorken, evlatlarımızı tek tek şeytani hizmetlere kurban ediyorken onların nasıl sistematik çalıştıklarını görüp bir kere daha kahroldum..

*

Sen, yine de affet Rabbim..

Uyandır bu uykusu çok gözleri..

Yağmur Mirzayeva, Facebook sayfası -19 Ekim 2016-

.

Yazıda siyahlaştırmalar, bazı paragraf atlatmalar ve az sayıda tashih bize aittir.

dikGAZETE.com