- 16-01-2023 12:21
- 8718
İslamofobinin Modern Dönüşü...
Çağdaş Alman filozofu Karl Jaspers, kabaca M. Ö. VIII’den III. asra kadarki devri kapsayan çağı “Mihver Çağ” (Axial Age) olarak adlandırmıştır.
Çağımızın önde gelen dünya tarihçisi M. G. S. Hodgson da, The Venture of Islam: Conscience and History in a World Civilization ((1974) adlı abidevî eserinde “Mihver Çağ”a damga vuran medeniyetlerin mücadelesiyle karakterize dünya tarihinde İslâm’ın oynadığı merkezî rolü ortaya koymuştur.
Hilal-Haç mücadelesi, “Mihver Çağ”da Avrasya veya dünya politikasının eksenini oluşturmuştur.
Avrupa’da 1648 Westphalia Muahedesi ile kurulan ulusal devletler sisteminde uluslararası politikanın sekülerleşmesiyle zahiren Hilal-Haç mücadelesi de son bulmuş, dinî mücadele siyasî mücadeleye, reelpolitike yerini bırakmıştır.
Ancak 1815 Viyana Kongresi ile ulusal devletler sisteminde kozmpolitanizm denen megali idea’ların dirilişiyle ezelî Hilal-Haç mücadelesi ve ona bağlı İslamofobi de seküler bir kılığa büründü.
Bu kılık değiştirmiş Hilal-Haç mücadelesine bağlı İslamofobi de çağdaş dünya politikasının eksenini oluşturdu.
Çağımızda hakkında yerli-yabancı sayısız inceleme yapılmasına rağmen İslamofobi, halen künhüne varılamaz bir olgu olarak tartışılmaya devam etmektedir.
Bir kitap çalışmasının mukaddimesi kabilinden yazılan bu yazımızda ilk kez eski ile yeni (kadim ile modern), maddî ile manevî (sıcak ile soğuk) türlerini ayırarak İslamofobi hakkında analitik bir çerçeve sunduk.
Dünyada ve Türkiye’de yükselen İslamofobinin nihaî hedefi, İslâm’ın Peygamberidir (s.a.v.).
Türkiye, 2022 Aralık ayının ilk haftasına Peygamberimize saldırı skandalıyla girdi.
Yıldız Teknik Üniversitesi öğretim görevlisi Uğur Kutay, öğrenciler tarafından 5 Aralık 2022 tarihli dersinde dinimize, peygamberimize ve mukaddesatımıza hakaret ettiği iddiasıyla şikâyet edildikten sonra tepkiler çığ gibi büyüdü. Ancak çoğu zaman olduğu gibi insanlar, güncelin tozu-dumanı arasında kaldı, bu vak’anın derin arkaplanına inmek yerine öfke boşaltmakla, anlamak yerine kızmakla yetindi.
Aslında Peygamberimize saldırılara eşlik eden Kur'ân’a, şeriata, hadise saldırılar, İslâm’a karşı yürütülen asırlık savaşın gelinen son safhasıydı.
Siyonizmin nihaî hedefi, soğuk savaş (oryantalizm-ilahiyat) ve sıcak savaş (medya-terör) yoluyla İslâm’ı bozmak ve bitirmekti:
- Mucizesiz Peygamber
- Peygambersiz İslâm
- İslâmsız Dünya
Müslüman Korkusundan İslâm Nefretine…
Lâfzen “İslâm korkusu” mânâsına gelen İslamofobinin mahiyeti, ancak “Din, İslâm nedir” sorusuna karşılık olarak İslâm’ın mahiyetine nüfuzla anlaşılabilir.
“Muhakkak Allah nezdinde din, İslâm’dır.” âyetinin gösterdiği gibi, İslâm, vahy edilmiş, “hak din” demektir; din, eam, İslâm ehastır.
Din, Allah’ın nizamı, şeriat, Allah’ın emridir.
İslâm’da kullanılan “din-i ilahî, şeriat-ı Muhammediye” tabirlerinde dinin Allah’a, şeriatın peygambere izafe edildiği görülür.
Zira rubûbiyetin Hakka bakan yüzü, din (velayet), Halka bakan yüzü, şeriattır (nübüvvet).
Peygamberin ilahî misyonu, Allah’ın emrini halka iletmek ve uygulatmaktır.
Asırlardır kız istemek için kullanılan “Allah’ın emri, Peygamberin kavli” deyimi, tam da “şeriat-ı Muhammediye”nin tarifidir.
Peygamber, Allah’ın emri olarak şeriatı, halka kavliyle (Hadis) tebliğ, fiiliyle (Sünnet) tebyin eder.
Bu yüzden Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm’a, peygamberlerine izafeten Musevîlik, Îsevîlik, Muhammedîlik, Batılı dilde İslâm’a “Mohammedanism” denir.
Buna göre vahyî din, peygamberli din; deistik din, peygambersiz dindir.
Modern Hilal-Haç, İslâm-Batı kavgasının özünde, Batı’da vahyî-peygamberli dinin deistik-peygambersiz dine dönüştürülmesinden sonra İslâm’ın da aynı akıbete uğratılması, peygambersiz dine dönüştürülmesi mücadelesi yatar.
Batı dünyasında Hz. İsa'nın havarîlerinden Pavlus, Hıristiyanlığı şeriatsız ahlaka indirgedi, Yuhanna, hâşâ peygamberi (Hz. İsa) tanrılaştırdı. Böylece Hıristiyanlık, deistik (peygambersiz-şeriatsız) dine dönüştürüldü.
Batı’da sekülerleşme denen vahyî-peygamberli dinin deistik-peygambersiz dine dönüştürülmesi sürecinin XIX. asırda zirveye çıkmasıyla İslamofobinin rengi de değişti.
İslamofobi, peygamberli İslâm’a karşı Haçlı savaşlarının yürütüldüğü kadim çağlarda Katolik Hıristiyanların gözünde “Müslüman korkusu”, modern Avrupa’nın gözünde “Türk korkusu” (Turkophobia) demekti. Ancak 1815 Viyana Kongresi ile ulusal devletler sisteminde kozmpolitanizm denen megali idea’ların dirilişiyle ezelî Hilal-Haç mücadelesi ve ona bağlı İslamofobi de kılık değiştirdi.
“Şark Meselesi”nin kadim hedefi, Osmanlı’yı durdurmak idi, modern hedefi, Osmanlı’yı paylaşmak ve gömmek oldu.
Avrupa’nın Rus korkusu, Rus Çarı I. Nikola (1796–1855) ile zirveye çıkmıştı.
I. Nikola, İngiliz büyükelçi Hamilton Seymour’a “hasta adam” dediği Osmanlı’nın taksimi üzerinde İngiltere ile Rusya’nın anlaşması zamanının geldiğine iknaya çalıştı.
Akademisyen ve gazeteci Goldwin Smith (1823–1910) (1863: 235) gibi İngiliz aydınlar ise Osmanlı devletini hasta değil, ölü olarak görüyorlar, kokusu Avrupa’yı saran ölü bir cesedi yaşatmak için boşuna uğraştıklarını düşünüyorlardı (“The man is not “sick,” but morally and politically dead. We are keeping a corpse unburied, and the whole atmosphere of Europe is tainted with its corruption”).
Böylece Rönesans ile başlayan uzun modernleşme ve sekülerleşme sürecinin sonunda Batı’nın “ben” idrakiyle birlikte “öteki” idraki de, İslamofobi de değişti.
Protestan İngiltere’nin Batılı modernleşme ve sekülerleşmenin galibi olarak çıktığı ve Hıristiyanlığın tamamen deizme dönüştürüldüğü XIX. asırda “Türk korkusu”nun (Turkophobia) yerini “Rus korkusu” (Russophobia) alırken, “Müslüman korkusu” da “İslâm nefreti”ne, daha doğrusu “Muhammed nefreti”ne dönüştü.
Batı’da modernleşmenin özel adı, medenîleşme idi. Medeniyet kavramının kadim mânâsı, medenîlik-barbarlık ayırımıyla, modern mânâsı, terakkî ve medenîleşme kelimeleriyle anlatıldı.
Protestan İngiltere’nin başını çektiği Batı tarafından Türklerin medeniyet karşıtlığı olarak barbarlıkla ithamı, “Müslüman korkusu” olarak kadim İslamofobinin, İslâm’ın terakkî karşıtlığı olarak yobazlıkla ithamı, “İslâm nefreti” olarak modern İslamofobinin ifadesiydi.
Peygamber Düşmanlığından Peygambersiz İslâm’a…
Protestan İngiltere’nin başını çektiği Batı’nın İslâm ile savaşının gayesi, İslâm’ın da Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi deistik hale getirilmesiydi; “ılımlı İslâm”, “deistik İslâm”, deistik İslâm, “Peygambersiz İslâm” demekti.
Batı literatüründe İslâm için kullanılan Mohammedanism (Muhammedîlik) tabirince Muhammedsiz İslâm, aslını kaybetmiş, deistik İslâm demekti.
Hindistan’da Ekber Şah’ın 1581'de ilan ettiği Din-i İlâhî, doğrudan peygambersiz, deistik dindi.
XIX. asır İslâm dünyasında İran ve Hindistan’da çıkan sahte-peygamberlik ve beklenen Mehdî’nin “hakikî Kur’ân’ı getireceği” gibi aşırı iddialara dayanan Bâbîlik, Bâhâîlik, Kadıyânîlik gibi akımların hepsinin arkasında İngiltere vardı. Ancak İngiltere, proje olduğu sırıtan, er-geç Müslümanlar tarafından dışlanacak bu akımlar dışında “İslâm modernizmi” altında daha sofistike bir şekilde Peygambersiz İslâm projesini hayata geçirmeye yöneldi.
Bu açık ve gizli Peygambersiz İslâm projeleri arasında bağ kuran kişi, İranlı Cemâleddîn Afgânî idi. Böylece Batı, Peygambersiz İslâm doğrultusunda iki cepheli bir mücadeleye girişti:
1. Sıcak-maddî savaş: İslâm’a, peygamberine, kitabına karşı doğrudan saldırı, nefretin yayılması. Danimarkalı, İsveçli karikatüristlerin peygamberimize hakaretleri gibi.
2. Soğuk-manevî savaş: Mısır Menâr ekolüyle İslâm’ın peygambersiz dine dönüştürülmesi.
İki İngiliz [William Muir (1819–1905), Wilfred Scawen Blunt (1840–1922)] tarafından yürütülen deistik İslâm projesi, iki İranlı [Mirza Muhammed Bâkır (1816-1893), Cemâleddîn Afgânî (1838-1897)] sayesinde getirildiği Mısır’da iki Mısırlı [Muhammed Abduh (1849-1905), (Reşid Rıza (1865-1935)] tarafından geliştirilmiştir.
18. CHP Hükümeti’nin (16.01.1949-22.05.1950) Başbakanı Şemsettin Günaltay da 21 Kasım 1949’da kurduğu İlahiyat ile Türkiye’de peygambersiz İslâm projesini uygulamaya girişmiştir.
Günaltay’ın Falih Rıfkı Atay’a (1966: 58) “Fakülteye fıkıh (şeriat) dersi koydurmadım. Zira ahkâm âyetleri artık «mensûh» hükmündedir.” itirafı, “şeriat-ı Muhammediye” tabirince Türkiye’de İlahiyatın Mısır Menâr ekolüne dayalı Peygambersiz İslâm projesini hayata geçirme misyonuyla kurulduğunun resmî beyanıdır.
Dinin esası, mucizeyle gönderilen peygambere imandır; yani din nübüvvet, nübüvvet mucize iledir.
Dolayısıyla vahyî dinin temeli, mucizeye iman, tabiî dinin (deizm) temeli, (hissî) mucize inkârıdır, XIX. asırda İngiltere’de görüldüğü gibi (Hunt 1896: 287, Mountford 1870). Batı’da hissî-aklî mucize ayırımı da yoktur; zira evrensel “Allah’ın tarihe müdahalesi vahiy, tabiata müdahalesi mucizedir.” hükmünce, mutlak olarak kullanıldığında ‘mucize’ ile ‘hissî mucize’ kasd edilir.
O yüzden İngiltere’nin hedefi, İslâm dünyasında hissî-aklî mucize ayırımıyla deizmin temelini oluşturan mucize inkârının yayılmasıydı.
İngiliz projesi uyarınca Mısır Menâr (Abduh-Rıza) ekolünün “Peygamberin en büyük mucizesi Kur'ân’dır”dan “Peygamberin tek mucizesi Kur'ân’dır”a kayan propagandasıyla İslâm dünyasında deistik İslâm yayıldı.
Mısır Kahire’de Kilise Misyoner Cemiyeti'ne bağlı bir İngiliz misyoner olan William H. T. Gairdner’ın (1873–1928) (1909: 314) bu konudaki yorumu tesadüf değildir:
“İslâm’da bizzat mucizenin yokluğu, Müslüman için bir iftihar meselesidir. Filan bay (Abduh-Rıza), İslâm’ın bizzat Kur'ân’ın aklî mucize olduğunu iddia eden, kurucusuna gayr-i aklî bir mucize izafe etmeyen tek aklî din olduğunu Müslümana anlatıyor” (The very absence of miracle is becoming a matter of boast to him. Mons. So-and so is telling him that Islam is the only rational religion that does not ascribe to its founder an irrational miracle—it only claimed the rational miracle of the Koran itself.).
Burada Gairdner’ın Abduh ile Rıza’nın görüşlerinden iki saptırıcı yorum çıkardığı görülür.
Birincisi, bizzat nübüvvetin gereği hissî mucizenin gayr-i aklî, akıl-dışı olarak tezyifi.
İkincisi, tek aklî mucize iddiasından İslâm’ın tek aklî din olduğu iddiasının çıkarılması.
Türkiye’de “Peygamberin tek mucizesi Kur'ân’dır” sloganıyla yayılan deizmin (ilhad) ilahiyatın dayandığı paradigma haline geldiği, Diyanet ile İlahiyatın ortak ürünü olan İslâm Ansiklopedisi’ndeki İnşikak-ı Kamer maddesinde görülebilir.
İslâm’daki iki itikadî mezhebin imamı Eş‘arî ile Mâtürîdî başta olmak üzere bütün büyük âlimlerin manevî tevatürle sabit, imanı gerektiren mucize olduğu üzerinde icmâ ettikleri İnşikak-ı Kamer, TDV İslâm Ansiklopedisi’nde şöyle inkâr edilir:
“İnşikāku’l-kamerin geçmişte vuku bulduğunu bildiren haberlerin râvileri olarak gösterilen sahâbîlerin olayın vukuu sırasında küçük yaşta bulunmaları, bazı rivayetlerin isnad açısından tartışılması, ayrıca hiçbir rivayetin tevâtür derecesine ulaşmaması, bu hadisenin geçmişte kesinlikle vuku bulduğunu söylemeye imkân vermemektedir.”
Bu, İngiliz misyoneri William Gairdner’ın yüz yıl önce haber verdiği “Mucizesiz Peygamber - Peygambersiz İslâm” projesinin hayata geçirildiğinin resmî ifadesidir.
Bilindiği gibi insan, akıl âleminde değil, his âleminde yaşar.
Dolayısıyla bu konudaki haberlerin sübutu bir tarafa, evrensel “Allah’ın tarihe müdahalesi vahiy, tabiata müdahalesi mucizedir.” kaidesince, yaşadığımız his âleminde hissî mucize verilmemiş bir peygamberin olması aklen muhaldir.
Keza Yılmaz Karadeniz ile fakirin, İngiliz ajanı olduğunu arşiv belgeleriyle isbat ettiği Cemâleddîn Afgânî de aynı ansiklopedide “İslâm kahramanı” (!) olarak sunulmaktadır. TDV İslâm Ansiklopedisi’nde FETÖ’cü ilahiyatçıların yazdıkları maddeler, İslâm’a uygun oldukları halde sırf siyasî sebeple ayıklanırlarken, doğrudan İslâm’a ve hakikate aykırı bunun gibi maddeler niçin düzeltilmez?
Türkiye’de ilahiyat fakültelerinde deistik-peygambersiz İslâm projesi, Ekber Şah’ın Din-i İlâhî projesindeki gibi doğrudan peygamberin inkârı değil, doğrudan veya dolaylı olarak dinde peygamberin otoritesinin sarsılması şeklinde uygulanacak, bütün inkâr yolları peygambersiz İslâm’a çıkacaktı:
Peygamberin ismetinin ve faziletinin (efdaliyet), şefaatinin, sahabenin adaletinin, Kur'ân’ın ebediyetinin, hissî mucizelerin, hadisin sıhhatinin, sünnetin külliyetinin, Zuhûr-i Mehdî’nin inkârı.
Bugün Eş‘arî, Mâtürîdî, Askalânî, Süyûtî gibi müctehid ve hafız (hadis) imamların manevî tevatürle sabit oldukları üzerinde icmâ ettikleri İnşikak-ı Kamer, Zuhûr-i Mehdî gibi iman esaslarına inanan ilahiyatçı oranının tesbiti, ilahiyatta peygambersiz İslâm projesinde kat‘ edilen mesafeyi net olarak gösterecektir.
Hz. Aişe, Peygamberimizle 18 Yaşında Evlendi…
Burada peygamber düşmanlığının iki cephesi ve tarzı ortaya çıkar.
1. Ehl-i küfrün, Peygamber Efendimize (s.a.v.) sübyancı iftirası. Çağımızda Reinhart Dozy gibi yabancı gâvurları izleyen yerli gâvurlar, Peygamber Efendimize (s.a.v.) “çocukken Hz. Aişe ile evlenen sübyancı” iftirası atmışlardır. Hâlbuki doğum kayıtlarının tutulmadığı şifahî bir çağda yaşayan Hz. Aişe ile kardeşlerinin yaşları hakkında klasik kaynaklarda verilen bilgiler arasında bariz çelişkiler vardır.
M. Zekai Konrapa (1967: 478), kendisi ile kardeşlerinin yaşlarının titiz bir hesabıyla Hz. Aişe validemizin 14 yaşındayken Mekke’de Peygamber Efendimizle (s.a.v.) nişanlandığı, 18 yaşındayken Medine’de evlendiğini isbat etmiştir.
Kur'ân-ı Kerim’in “bel hüm edall” (hayvandan bile aşağı) dediği kâfirlere sormak lazım: O varlığın sultanı, iffet abidesi peygamber, iftira ettiğiniz gibi olsaydı, 25 yaşında bir gençken 40 yaşındaki dul bir kadınla evlenir miydi?
Peygamberimize Beşerî Zaaf İftirası...
2. Ehl-i bid‘atin, peygamberimize beşerî zaaf iftirası. Peygambersiz İslâm’a giden yolun başı, Peygamberin ismetinin ve faziletinin (efdaliyet) inkârına varan beşeriyetine vurgudur. Hâlbuki Allah, kitabında ve Kelime-i Şehadette Yahudilerin Üzeyir'i, Hristiyanların İsa'yı “Allah'ın oğlu” saymalarına, ulûhiyet iddialarına karşı peygamberinin abdiyetine vurgu yapar.
Dikkat edilirse Allah, “Yahudiler ve Hristiyanlar, biz Allah'ın oğulları ve habibleriyiz (sevgilileri) dediler” (Mâide, 5/18) iddiasına karşı peygamberinin hâşâ Oğlu değil, Habibi olduğunu beyan eder.
Keza Allah, Kur'ân-ı Kerim’de Yahudilerin melekiyet, Hristiyanların rahbaniyet iddialarına karşı peygamberinin beşeriyetine vurgu yapar. Hz. Muhammed (s.a.v.) ile Hz. Âdem (a.s.) için yapılan Ebü'l-Ervâh-Ebū'l-Beşer ayırımına göre Hz. Muhammed (s.a.v.), Hz. Âdem’in soyundan gelmesi, cismaniyet yönünden beşer, ancak bütün varlığın nurundan yaratılması, ruhaniyet yönünden beşer-üstüdür.
Nitekim büyük velî Erzurumlu İbrâhim Hakkı Hazretleri, Marifetname’de altı âlemin insanın inebileceği derekeler ve çıkabileceği dereceler olduğunu söyler:
“Âlem-i nefs, gâfillerin, âlem-i beşeriyet, fâsıkların, âlem-i tabiat, münafıkların derekesidir. Âlem-i kalb, âbidlerin, âlem-i ruh, âşıkların, âlem-i sır, âriflerin derecesidir.”
Yani Allah’ın peygamberinin beşeriyetine vurgusu, günümüzde Türk ilahiyatçıların kahir ekseriyetinin iddia ettiği gibi, peygamberini beşeriyet derekesine indirmek için değil, Yahudiler ve Hristiyanların ulûhiyet, melekiyet ve rahbaniyet iddialarına karşıdır.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Allah’ın beyanıyla âlemlere rahmet olarak gönderilmiş Seyyid-i Âlemîn, Sultan-ı Kâinat’tır.
Nitekim Arapça bir beyitte ifade edildiği gibi:
محمد بشر لا كالبشر
بل هو كالياقوت بين الحجر
“Muhammedün beşerün lâ ke’l-beşeri / Bel hüve ke’l-yâkûti beyne’l-haceri” (Muhammed (s.a.v.) bir beşerdir ama beşer gibi değildir / Bilakis O, taşlar arasındaki yakut gibidir.” denir.
Yakut da taştır ama kaya taşı gibi değildir.
İlahiyatçılar tarafından Peygamber Efendimizin (s.a.v.) beşeriyetine vurgunun mantıkî, sinsi sonucu, beşerî zaaftır.
Bugün pek çok ilahiyatçı, Peygamber Efendimize (s.a.v.) -Müslüman kamuoyunun tepkisinden çekindikleri için ekseriya derslerinde- “Peygamberi gözünüzde büyütmeyin, putlaştırmayın, o da bizim gibi bir beşerdi, beşerî zaaflarla malûldü, Allah, bile onu kitabında azarlamış.” iftirasını atmaktadır.
Böylece çoğu ilahiyatçı tarafından zellenin günah olarak çarpıtılması, peygamberin ismet vasfının açık inkârıdır.
Bunun sonucu, peygamberimize muhabbetin sarsılmasıdır.
Din, Allah’a ve Rasûlüne muhabbet ve hürmetin birleştiği edebe dayanır.
Allah’a imanımız, Habibine muhabbetimiz, Habibine muhabbetimiz Sünnetine ittibamız kadardır.
O yüzden İslâm âlimleri, Abese suresindeki “abese” (yüzünü ekşitti) fiilini bile İki Cihanın Güneşi Peygamber Efendimize (s.a.v.) yakıştırmaktan hayâ ederek, edebin gereğince, “Âmâ, kendisine geldiği için, vech-i şeriflerinde tebessümün zıddı ârız oldu.” şeklinde zarif bir meal vermişlerdir.
Nebevî ismetin inkârı yolu açıldıktan sonra, bu inkârın Mehmet Azimli tarafından Peygamberimizin hâşâ sümme hâşâ “veled-i zina” olduğu iftirasına, İsrafil Balcı tarafından Kur'ân-ı Kerim’de tek cehennemlik kişi olarak anılan Ebu Leheb’in kusursuz biri olduğu hezeyanına kadar vardırılması tabiîdir.
Böylece İslamofobinin türleri olarak ehl-i küfür ile ehl-i bid‘atin ikisinin iftiraları da aynı kapıya, hâşâ Peygamberimizin günahkârlığı, dolayısıyla İslâm’ın sapkınlığı kapısına çıkar. Ancak ehl-i küfür, açıktan Peygamberimize saldırı, ehl-i bid‘at, sinsice beşeriyet iddiasıyla Peygamberimize iftirayla İslamofobiyi beslerler.
Bilindiği gibi dinimiz, açık düşmanla mücadeleyi cihad-ı esgar (küçük cihad), sinsi düşmanla mücadeleyi cihad-ı ekber (büyük cihad) saymıştır.
O halde asıl Peygamber düşmanı, hâşâ sümme hâşâ Peygamber Efendimize (s.a.v.) sübyancı iftirası atan yerli ve yabancı gâvurlar mıdır, yoksa ona “Allah’ın bile kitabında azarladığı, zaaf dolu beşer, veled-i zina”, torunu Hz. Hasan’a "zampara" iftiraları atan (Mehmet Azimli, İlhami Güler gibi) ilahiyatçılar mıdır?
Peygambersiz ilahiyatçıların daima ehl-i küfürle birlikte Müslümanlara şeriatçı ve tarikatçı diye saldırmaları da tesadüf değildir.
Bu, inanç mücadelesinin daima dikey (İman-Küfür) olmaktan çok yatay (Hak-Batıl) boyutta cereyan ettiğini gösterir.
İslâm Nefretinden Hira Hıncına…
Bu misaller, Batı’nın Peygamberimize, İslâm’a karşı yürüttüğü savaşın iki cephesini gösterir.
Türkiye’de artan İslâm düşmanlığı, küresel İslamofobi ile Hira rövanşizminin birleşmesinin sonucudur.
Ezelî Hak-Batıl, Hilal-Haç mücadelesi, Türkiye’de Cemil Meriç’in tabiriyle, Hira evlatları (Alparslan’ın torunları) ile Olimpos çocukları (Diyojen'in torunları) arasındaki mücadeleye dönüşmüştür.
1990’da dünyada Soğuk Savaş, ideolojik mücadele, radikal politika devrinin bitmesinin ardından Müslümanlara iktidar yolunun açılmasıyla ezelî Hira-Olimpos mücadelesi de canlandı.
Diyojen'in torunları için sekülerizmin, Aydınlanma devri için kullanılan “The Age of Reason” (Hikmet Çağı) tabirince, Batı’daki gibi hikmet taraftarlığı değil, doğrudan şeriat (İslâm-peygamber) düşmanlığı olduğu ortaya çıktı. Yani Peygamberimize ve dinimize (şeriat) giderek artan organize saldırılar, sürekli Alparslan’ın torunlarına “Yallah Arabistan’a" diyen Diyojen'in torunlarının 1071 hıncının ürünüdür.
Ülkemizin sembolü olan Türk bayrağındaki ay ve yıldız, Allah ve Muhammed’i (s.a.v.) simgeler, ezana “ezan-ı Muhammedî” denir, Türk askeri Mehmetçik, “Muhammed’in askeri” demektir.
Ülkenin sembolleri olan bayrak, ezan ve ordudaki Muhammed vurgusu, Osmanlı’dan Türkiye’ye yaşanan rejim değişikliğine rağmen tarihî kimliğin, Osmanlı’nın “Devlet-i ‘Aliye” yerine kullandığı “Devlet-i Muhammediye”nin sürekliliğini, tarih boyunca din ve devletin tamamen Hz. Muhammed’e (s.a.v.) dayandığını gösterir.
O yüzden istese de istemese de İslâm âleminin fiilî lideri olarak Türkiye, ancak vatanında caydırıcı yasalarla Peygamber Efendimize ve dinimize (İslâm, şeriat) saldırıları önlediği takdirde dünyadaki İslamofobiyi önleyebilir.
.
Prof. Dr. Bedri Gencer, dikGAZETE.com
-Yazı, aynı gün Milat gazetesi’nde yayınlandı-
KAYNAKÇA
Atay, Falih Rıfkı (1966) Pazar Konuşmaları 1941-1950. İstanbul: Dünya Matbaası.
Gairdner, W. H. T. (Temple) (1909) The Reproach of Islam. Edinburgh: The Foreign Mission Committee of the Church of Scotland.
Hunt, John (1896) Religious Thought in England in the Nine****th Century. London, Gibbings.
Konrapa, Zekai (1967) Peygamberimiz İslâm Dini ve Aşere-i Mübeşşere. İstanbul: Fatih.
Mountford, William (1870) Miracles: Past and Present. Boston: Fields, Osgood.
Smith, Goldwin (1863) The Empire: A Series of Letters Published in The Daily News, 1862, 1863. Oxford & London: John Henry & James Parker.