Doğan Cüceloğlu, benim de katıldığım bir seminerinde bir ara bize, küçük bir dikkat testi yapacağını, önce beş altı cümlelik bir metin okuyacağını, can kulağı ile dinlememizi ve sonrasında soracağı üç soruyu cevaplamamızı isteyeceğini söylemişti.
Ben de sizden, hatırladığım kadarı ile yeniden düzenlediğim bu cümleleri dikkatlice okumanızı rica ediyorum:
1998 yılının Eylül ayıydı. Günlerden pazardı. Turgut o gün, üniversiteye hazırlık kursundan gelir gelmez odasına geçti.
Çantasını bir tarafa paltosunu bir tarafa savurdu ve bir an önce sokağa çıkıp arkadaşlarıyla top oynamak için hızla üstünü değiştirmeye başladı.
O sırada salonda Necati bey, gazetesini okumakta, Mürüvvet hanım örgüsünü örmekteydi.
Sorular şunlardı:
- Hangi yıl? Çocuğun ismi? Babasının ismi?
Cevaplara daha sonra değineceğim fakat çok şaşıracağınız bir şey oldu; Katılımcılardan soruların tamamını doğru cevaplayan bir kişi bile çıkmadı.
Seminer, paradigmaların hayatımıza olan etkilerine yönelikti. Doğduğumuz andan itibaren bize öğretilen her şey paradigmaların oluşmasına neden oluyordu.
TDK tarafından Türkçeye “değerler dizisi” olarak çevrilen bu kavram, günlük kullanımda dünyaya ve olaylara bakış açımızı, algılarımızı, varsayımlarımızı ve önem verdiğimiz şeyleri kıymetlendirmek için aldığımız modelleri, kullandığımız ölçüleri ifade etmekteydi.
Neyi düşüneceğimizi, nasıl davranacağımızı da paradigmalara göre belirliyorduk. Çünkü içinde yaşadığı toplum, aile, okul ve çevre çocukluğundan itibaren bir insanın inançlarının ve değerlerinin şekillenmesinde büyük rol oynamaktaydı. (Artık bu konuda başrolü Sosyal Medya almış durumda. Özellikle Aile ve okulun rolü, eskisine göre çok azaldı.)
Paradigma sözcüğü Yunancadan geliyor. Başlangıçta “bilimsel kuram” anlamında bir terim olmakla birlikte günümüzde daha çok sosyal bir kavram olarak, değer yargılarımız için kullanılıyor.
Paradigma değişimi, bilimde sık görülürken sosyal hayatta çok nadir görülüyor.
Örneğin; bilim, uzun bir dönem güneşin dünya etrafında döndüğü paradigmasını-kuramını kabul edip sonrasındaki araştırmalarla dünyanın güneşin etrafında döndüğünü anlayıp, paradigma değişimi yaşayabiliyor.
Sosyal konularda insanlardaki paradigma değişimi çok daha zor.
Önyargıları yıkmanın, atomu parçalamaktan daha zor olması tam da bu konuyu ifade ediyor olsa gerek.
Çok zor da olsa elbet değişebilirler.
Özellikle sorunlarımızın çözümünde bir paradigma değişimi zorunlu hale gelebilir.
Albert Einstein’in dediği gibi; “Karşılaştığımız önemli sorunlar, onlara sebep olduğumuz sırada sahip olduğumuz düşünce düzeyi ile çözülemez.”
Stephen R. COVEY, “Etkili İnsanların 7 Alışkanlığı” kitabında Paradigmaları haritalara benzetiyor:
“Etkili alışkanlıklar kazanabilmek için önce kendi “paradigmalarımızı” anlamamız “paradigma değişikliğinin” nasıl yapılacağını öğrenmemiz gerekir.
Paradigmadan kastettiğimiz şeyi anlamanın en basit yolu, onları birer harita gibi görmektir.
Harita, arazinin belirli özelliklerinin bir açıklamasıdır. İşte paradigma da tamı tamına budur.
Elinizdeki harita, yanlış ise sizi doğru yere götüremez. Bunun gibi hepimizin kafasının içinde birçok harita vardır.
Yaşadığımız her şeyi bu zihinsel haritalara göre yorumlarız. Ender olarak doğru olup olmadıklarını sorgularız.
Genellikle bunlara sahip olduğumuzun farkında bile değilizdir.
Yalnızca gördüğümüz şeylerin gerçekten öyle olduklarını ya da öyle olmaları gerektiğini varsayarız. Tutumlarımız ve davranışlarımız da bu varsayımlardan doğar.”
Doğan CÜCELOĞLU’nun cümlelerinde, Necati Beyi ve Mürüvvet Hanımı, Turgut’un anne ve babası zannetmiştik. Oysa bize böyle bir bilgi verilmemişti.
Gerçekten de onlar tam da bizim paradigmalarımızdaki anne ve baba modeli idi.
Gazeteyi babalar okur, örgüyü anneler örerdi. Annelerin gazete okuması ve hatta herhangi bir şey okuması pek görülmüş bir şey değildi. Annelik, okumayı gerektirmeyecek bir meslekti.
İlim öğrenmenin, kadına da erkeğe de farz olmasına ve beşikten mezara kadar ilim öğrenmenin tavsiye edilmesine rağmen, “annelerin ve veya kız çocuklarının okumasına gerek yok” paradigması, eskisi kadar olmasa da az çok geçerliliğini korumaktadır.
Sadece bizim toplumumuzda değil insanın olduğu her yerde belli bir zaman diliminde geçerli olan, daha sonra değişen paradigmalar olmuştur ve olacaktır. Fakat insanlık var oldukça var olmuş ve değişmesi hiçbir zaman mümkün olmamış paradigmalar da var.
Bunların başında, insanın hiç ölmeyecekmiş gibi devamlı dünya malı peşinde koşması ve hep daha fazlasını istemesi geliyor.
Bu paradigmayı, biriktirdiklerinin hepsini, ölünce dünyada bırakmak zorunda kalmış milyarlarca örnek bile değiştiremiyor.
Büyük Rus yazar Lev Nikolayeviç TOLSTOY, tarihin bu en köklü paradigmasını “İnsan Ne İle Yaşar” adlı kitabında, çiftçi Pahom’un hazin ve ibretlik öyküsünde anlatır.
Bu uzun öykünün kısa bir özeti şöyle:
“Kendi halinde bir çiftçi olan Pahom, daha zengin bir hayatın hayalini kurmaktadır.
Uzak bir yerlerde, çok varlıklı ve cömert bir toprak ağasının karşılıksız toprak verdiğini duyunca, daha çok toprak elde etmek için evini yurdunu bırakır, neyi varsa satar ve uzun bir yolculuk sonunda bu ağaya gidip talebini iletir.
Gerçekten de Ağa, herkese istediği kadar toprak veren cömert biridir. Pahom’a şöyle der:
-Sabah güneşin doğuşundan batışına kadar yürüyerek ya da koşarak ulaştığın bütün yerler senin olacak. Fakat güneş batmadan yeniden başladığın yere dönmen gerekiyor. Seni başladığın yerde göremezsem bütün hakkını kaybedersin.”
Pahom, güneşin doğuşuyla beraber yürümeye başlar. Tarlalar, bağlar, bahçeler geçer. Tam geri dönecekken gördüğü sulak bir arazi dikkatini çeker orayı da almak için koşmaya başlar.
“Şuradaki bağıda alayım, bu bahçeyi de, daha fazla, daha fazla!..” derken bakar ki güneşin batmasına az kalmış.
Vakit epey geçmiş. Daha hızlı koşar, koşar, ama artık gücü kalmamıştır.
Zar zor yürümeye devam ederken, Pahom’un burnundan kanlar akmaya başlar.
Başladığı yere epey yaklaşmıştır fakat bir adım daha atacak gücü kendinde bulamaz ve bir daha kalkamayacak şekilde yere yığılır.
Ağa, olanları izlemektedir.
Defalarca şahit olduğu bir olaydır bu. Adamlarına bir mezar kazdırır.
Pahom’u bu mezara gömerler. Ağa, Pahom’un mezarının başında durur ve şöyle der: