Hazine yılansız olmaz!

Hazine yılansız olmaz!

Amerikan Yerli mitolojilerinin yanı sıra Mezopotamya, Mısır, Çin, Japonya, Afrika, ve bütün bir Avrupa halk öykülerinde karşımıza çıkan mutasyona uğramış hayvan ve insan melezleri, hilkat garibeleri, yarı insan yarı boğa canavarlar, köpek başlı tanrılar, kurt adamlar, insan başlı atlar, kartal başlı  yılan kuyruklu aslan gövdeli yaratıklar, ejderhalar, vampir kadınlar, deniz canavarları, dokunaçlı uzaylılar, denizkızları, muzip cüceler, öcüler, iblisler, cinler ve tepegözler; dayandıkları dinsel metinler, gelenekler, folklor ve edebiyattaki yerleri bakımından mağara tasvirlerinden günümüz kültür ve sanat imgelemine kadar uzanmalarıyla başımıza bela olmayı sürdürüyor.

Özellikle Avrupa’da romantizmin etkisiyle 18. Yüzyıl’da canavarlara yönelik bir ilgi ortaya çıktı. 

Mary Shelley’in Frankestein’ı, Bram Stoker’ın Drakula’sı, Shakespeare’in Caliban’ı, H. G. Wells’in Dr. Moreau tiplemesi, Picasso’nun yarı insan yarı boğa canavarları, Borges’in Düşsel Varlıklar Kitabı, halk öykülerinde mağara ayinlerindeki derin imgeleri su üstüne çıkararak bilincimize sokmayı ve görünür kılmayı başardı.

Psikanalist Jung bu canavarları, zihnimizdeki “öteki” olarak tanımlıyordu. 

Aydınlık gündüz dünyası ile masalsı canavarlarla dolu karanlık gece dünyası arasındaki ayrımda canavarlar, kişisel gelişimimiz açısından zorunlu ve önemliydi! 

Hatta bu canavarların psikolojik durumumuza ilişkin önemli mesajlar aktardığını düşünüyordu. 

Sanki Jung, Stefan Zweig’ın şu sözüne hak verir gibi korkunun bir gereklilik olduğunu hatta yaratılması gerektiğini öne çıkarıyordu; sanki insanın karanlık ve görünmez bir düşmana ihtiyacı vardı; 

Korku, her şeyin bir karikatür olarak görünebileceği fakat boyutların feci bir şekilde bozulduğu çarpık görüntülü bir aynadır; bir kez yerinden oynatılırsa görüntüler en çılgın ve en imkânsız ihtimallere dönüşür.”

Fransa’nın güneybatı kesimindeki Trois Frères mağaralarından Antik Mısır’a uzandığımızda, bir gözdağı unsuru olarak karşımıza çıkıyor bu canavarlar. 

İlahlar”, dehşet saçmak amacıyla kasıtlı olarak canavarca bir görünüme bürünüyorlar tarihte. 

En gaddarca örneklerine ise Aztekler’de rastlıyoruz; “tüylü yılan” anlamına gelen “Quetzalcoatl” bazen bir yılan olarak tasvir ediliyor, çoğu zaman da gagalı bir kızıl maske takıyordu, tıpkı şamanlarınki gibi. 

Tlaloc”, mavi teniyle, patlak gözleriyle ve azı dişleriyle korkunç bir başka ‘ilah’tı. 

Ondan çok korkan Aztekler, onu yatıştırmak için çoğu zaman kendi çocuklarını boğuyorlardı.

Ters giden her şey, cinlere ve şeytanlara yıkıldı bugüne dek.

Musevilik ve Hristiyanlık, bu iblisleri mertebelerine göre bir düzene bile koydu. 

Bu hiyerarşinin en tepesinde Tanrı’ya kafa tutan Şeytan duruyor, onun altında ise tümenler halinde iblis sürüleri yer alıyordu. 

Markos İncili’ne göre bir iblis; “Adım Tümen, çünkü sayımız çok…” diye açıklamada bile bulunuyordu. 

Hollandalı cin ve şeytan uzmanı Johann Weyer her biri 6.666 iblisten oluşan 666 tümenden bahsediyordu

Kutsal kitaplarda fiziksel tasvirleri yer almadığından “Gothic” ve “Grotesk” sanatçılar ve hikâye anlatıcıları kafalarına göre biçimler uydurmakta serbesttiler. 

Hatta Rönesans sanatı içerisinde canavar çizimleriyle ün yapan isim olarak da ‘Hieronymus Bosch’ gösteriliyordu.

Bizleri tuzağa düşürüp ayartmaya çalışan, Tanrı’nın eski ve kibirli hizmetkarı Şeytan ise melek olduğu dönemden kalma kanatları, antik dönem tanrısı Pan’dan kalma keçi bacak ve boynuzlarıyla sanatçılar eliyle kötülük yönündeki gücüne uyum sağlayarak kendini devam ettiriyor bu resimlerde hâlâ.

Özellikle ejderhalara geniş yer veren Avrupa kültüründe bu canavarlar, şövalyelerin amansız rakipleri olarak karşımıza çıkıyorlar. 

GermenNibelungenlied’ destanında Siegfried bir altın hazinesini kıskançlıkla koruyan yaratığı kılıçtan geçirir, kanında yıkanır ve yenilmez bir hale gelir. 

Hazine bekçiliğinin Batı ejderhaları arasında yaygın bir alışkanlık olduğu söyleniyor. 

Söylencelerde Kuzey İspanya’nın yarasa kanatlı ‘Cuélebre’ canavarının malını kimseyle paylaşmadığına yer veriliyor. Mesela, ‘The Hobbit: The Desolation of Smaug’ filmindeki büyülü, kurnaz, ateş soluyan ve konuşan ejderhanın yaptığı gibi en yakın şehirleri ve köyleri yağmaladıklarına inanılıyordu.

Günümüze ulaşan bu yaratık tiplemesi, genel karakterini Orta Çağ’da elde ederek 15. Yüzyıl’da kesinleşti.

Firdevsî’nin Şehnamesi’nden alınma bir İran minyatürü de genelde simya ile birlikte anılan bu canavarlar yönüyle ilginçtir.

Kraliyet Koleksiyonu içerisinde yer alan minyatürde Rüstem ve atı Rahş bir ejderhayla dövüşüyor. 

Yine Zeus’un oğlu Perseus’un da Andromeda’yı bir deniz yılanından kurtarışı Christine de Pisan’ın bir Fransızca yazmasından alınma Pierro di Casimo imzalı minyatüründe resmediliyor.

Son olarak yine tarihe baktığımızda halkların yarattığı kahramanlar ve kahramanlık olgusu, hep bu yaratıklarla giriştikleri mücadeleler sonunda bu payeleri edinmiş ve bu kahramanlar ancak bu şekilde tanrıların gözüne girebilmiş.

Hatta filozof Nietzsche de kendini mitolojiye o kadar kaptırmış olacak ki şu sözleri sarf etmeden edememiş; 

Canavarlarla dövüşen bir kimsenin canavarlaşmamaya dikkat etmesi gerekir. Korkularımızı yok etme kararlılığımızla, canavarlardan daha beter duruma düşme riskine gireriz. Ancak dövüşülecek, boğuşulacak ve karşı konulacak canavarlar hep vardır ve de uygarlığın başlangıcından beri yaptığımız şey budur.”

.

Halil Emrah Macit, dikGAZETE.com

Amerikan Yerli mitolojilerinin yanı sıra Mezopotamya, Mısır, Çin, Japonya, Afrika, ve bütün bir Avrupa halk öykülerinde karşımıza çıkan mutasyona uğramış hayvan ve insan melezleri, hilkat garibeleri, yarı insan yarı boğa canavarlar, köpek başlı tanrılar, kurt adamlar, insan başlı atlar, kartal başlı  yılan kuyruklu aslan gövdeli yaratıklar, ejderhalar, vampir kadınlar, deniz canavarları, dokunaçlı uzaylılar, denizkızları, muzip cüceler, öcüler, iblisler, cinler ve tepegözler; dayandıkları dinsel metinler, gelenekler, folklor ve edebiyattaki yerleri bakımından mağara tasvirlerinden günümüz kültür ve sanat imgelemine kadar uzanmalarıyla başımıza bela olmayı sürdürüyor.

Özellikle Avrupa’da romantizmin etkisiyle 18. Yüzyıl’da canavarlara yönelik bir ilgi ortaya çıktı. 

Mary Shelley’in Frankestein’ı, Bram Stoker’ın Drakula’sı, Shakespeare’in Caliban’ı, H. G. Wells’in Dr. Moreau tiplemesi, Picasso’nun yarı insan yarı boğa canavarları, Borges’in Düşsel Varlıklar Kitabı, halk öykülerinde mağara ayinlerindeki derin imgeleri su üstüne çıkararak bilincimize sokmayı ve görünür kılmayı başardı.

Psikanalist Jung bu canavarları, zihnimizdeki “öteki” olarak tanımlıyordu. 

Aydınlık gündüz dünyası ile masalsı canavarlarla dolu karanlık gece dünyası arasındaki ayrımda canavarlar, kişisel gelişimimiz açısından zorunlu ve önemliydi! 

Hatta bu canavarların psikolojik durumumuza ilişkin önemli mesajlar aktardığını düşünüyordu. 

Sanki Jung, Stefan Zweig’ın şu sözüne hak verir gibi korkunun bir gereklilik olduğunu hatta yaratılması gerektiğini öne çıkarıyordu; sanki insanın karanlık ve görünmez bir düşmana ihtiyacı vardı; 

Korku, her şeyin bir karikatür olarak görünebileceği fakat boyutların feci bir şekilde bozulduğu çarpık görüntülü bir aynadır; bir kez yerinden oynatılırsa görüntüler en çılgın ve en imkânsız ihtimallere dönüşür.”

Fransa’nın güneybatı kesimindeki Trois Frères mağaralarından Antik Mısır’a uzandığımızda, bir gözdağı unsuru olarak karşımıza çıkıyor bu canavarlar. 

İlahlar”, dehşet saçmak amacıyla kasıtlı olarak canavarca bir görünüme bürünüyorlar tarihte. 

En gaddarca örneklerine ise Aztekler’de rastlıyoruz; “tüylü yılan” anlamına gelen “Quetzalcoatl” bazen bir yılan olarak tasvir ediliyor, çoğu zaman da gagalı bir kızıl maske takıyordu, tıpkı şamanlarınki gibi. 

Tlaloc”, mavi teniyle, patlak gözleriyle ve azı dişleriyle korkunç bir başka ‘ilah’tı. 

Ondan çok korkan Aztekler, onu yatıştırmak için çoğu zaman kendi çocuklarını boğuyorlardı.

Ters giden her şey, cinlere ve şeytanlara yıkıldı bugüne dek.

Musevilik ve Hristiyanlık, bu iblisleri mertebelerine göre bir düzene bile koydu. 

Bu hiyerarşinin en tepesinde Tanrı’ya kafa tutan Şeytan duruyor, onun altında ise tümenler halinde iblis sürüleri yer alıyordu. 

Markos İncili’ne göre bir iblis; “Adım Tümen, çünkü sayımız çok…” diye açıklamada bile bulunuyordu. 

Hollandalı cin ve şeytan uzmanı Johann Weyer her biri 6.666 iblisten oluşan 666 tümenden bahsediyordu

Kutsal kitaplarda fiziksel tasvirleri yer almadığından “Gothic” ve “Grotesk” sanatçılar ve hikâye anlatıcıları kafalarına göre biçimler uydurmakta serbesttiler. 

Hatta Rönesans sanatı içerisinde canavar çizimleriyle ün yapan isim olarak da ‘Hieronymus Bosch’ gösteriliyordu.

Bizleri tuzağa düşürüp ayartmaya çalışan, Tanrı’nın eski ve kibirli hizmetkarı Şeytan ise melek olduğu dönemden kalma kanatları, antik dönem tanrısı Pan’dan kalma keçi bacak ve boynuzlarıyla sanatçılar eliyle kötülük yönündeki gücüne uyum sağlayarak kendini devam ettiriyor bu resimlerde hâlâ.

Özellikle ejderhalara geniş yer veren Avrupa kültüründe bu canavarlar, şövalyelerin amansız rakipleri olarak karşımıza çıkıyorlar. 

GermenNibelungenlied’ destanında Siegfried bir altın hazinesini kıskançlıkla koruyan yaratığı kılıçtan geçirir, kanında yıkanır ve yenilmez bir hale gelir. 

Hazine bekçiliğinin Batı ejderhaları arasında yaygın bir alışkanlık olduğu söyleniyor. 

Söylencelerde Kuzey İspanya’nın yarasa kanatlı ‘Cuélebre’ canavarının malını kimseyle paylaşmadığına yer veriliyor. Mesela, ‘The Hobbit: The Desolation of Smaug’ filmindeki büyülü, kurnaz, ateş soluyan ve konuşan ejderhanın yaptığı gibi en yakın şehirleri ve köyleri yağmaladıklarına inanılıyordu.

Günümüze ulaşan bu yaratık tiplemesi, genel karakterini Orta Çağ’da elde ederek 15. Yüzyıl’da kesinleşti.

Firdevsî’nin Şehnamesi’nden alınma bir İran minyatürü de genelde simya ile birlikte anılan bu canavarlar yönüyle ilginçtir.

Kraliyet Koleksiyonu içerisinde yer alan minyatürde Rüstem ve atı Rahş bir ejderhayla dövüşüyor. 

Yine Zeus’un oğlu Perseus’un da Andromeda’yı bir deniz yılanından kurtarışı Christine de Pisan’ın bir Fransızca yazmasından alınma Pierro di Casimo imzalı minyatüründe resmediliyor.

Son olarak yine tarihe baktığımızda halkların yarattığı kahramanlar ve kahramanlık olgusu, hep bu yaratıklarla giriştikleri mücadeleler sonunda bu payeleri edinmiş ve bu kahramanlar ancak bu şekilde tanrıların gözüne girebilmiş.

Hatta filozof Nietzsche de kendini mitolojiye o kadar kaptırmış olacak ki şu sözleri sarf etmeden edememiş; 

Canavarlarla dövüşen bir kimsenin canavarlaşmamaya dikkat etmesi gerekir. Korkularımızı yok etme kararlılığımızla, canavarlardan daha beter duruma düşme riskine gireriz. Ancak dövüşülecek, boğuşulacak ve karşı konulacak canavarlar hep vardır ve de uygarlığın başlangıcından beri yaptığımız şey budur.”

.

Halil Emrah Macit, dikGAZETE.com