ÖYKÜ: Derin Dalga -Bölüm 3- İlk Temas
ÖYKÜ: Derin Dalga -Bölüm 3- İlk Temas
- 07-12-2019 06:56
- 804
- 07-12-2019 06:56
- 804
Rüzgârlı Han’daki üç yıldızlı otelin kral dairesinde aniden bastıran yağmurlu bir Ankara gecesinde derin bir uyku çeken Derman, nedendir bilinmez boncuk boncuk terlemişti.
Yatağında bir sağa bir sola kıvranmış, defalarca sayıklamış, gerçekle düş arası bazı hayaller görmüştü.
Tam uyanmaya yakın, odasında gerçek mi düş mü anlayamadığı bazı görüntülere şahit olmuştu Ankara’daki ilk gecesinde.
Rüyasına giren ışıl ışıl parlayan enerji formunda doğa üstü bedenlere benzer bazı özel kuvvetleri olan bir kalabalık ona seslenmiş, onunla konuşmuştu.
Fakat kısa süreli dili tutulan elleri bağlanan Derman, sadece gözlerini oynatarak olduğu yere sabitlenmiş çaresizce olacakları bekliyor, sadece bu olağanüstü durumu izliyordu.
Ona iyice yaklaşıp dokunma mesafesine gelen ışıktan adam; “Korkma Kürşat” dedi ve ekledi “Asıl kimliğini, ruhunu ve kim olduğunu biliyoruz…” diyerek elini Derman’ın başının üzerinde gezdirip kulağına üfleyerek Sanskritçe; “Prajapati seni seçti” dedi.
Derman’ın dili çözülmüştü; “Prajapati de kim ve siz kimsiniz? diyerek cevapladı.
Odanın içinde dolaşan ışıklar bir anda aurora ışınları gibi süzülerek ince bir yay sesi çıkarıp konuşmaya başladı; “Bize Yiğitler derler…” dedi ve ekledi “Bundan sonra bizim yeni sahibimiz sen olacaksın, sahip...” dediler.
Derman, aniden nefes nefese uyanmış küt küt atan kalbiyle sakinleşmek için kendini banyoya atmıştı.
Duşun altına girip uzun bir süre hüngür hüngür ağlayan Derman; “Biliyordum, gelecektiler ve geldiler sonunda…” diyerek Eyüp’teki ilk perşembesindeki kutlu kabul gecesinde kulağına okunan ayetleri hatırladı; “Sûr'a üfürüldüğü gün Allah'ın diledikleri müstesna göklerde ve yerde bulunanlar hep dehşete kapılır. Hepsi boyunları bükük olarak O'na gelir biat ederler…”
Gelenler büyük meleklerdi ve birlik için, ittihadı İslam için, aleme nizam için Derman inesiye edilmiş, ruhuna kozmik bir kuvvet üflenmiş, kalbi mühürlenmişti, vücudu çelik gibi bilenmişti.
Artık kuruyup çöle de dönse pare pare de edilse yenilmez ve gam yemezdi. Emir büyük yerden, el göklerden.
Hemen telefonunu açtı ve Ali beyi aradı.
Ali bey hemen; “Hiç konuşma evlat, bu saatten sonra bizim senin için yapabileceğimiz pek bir şey yok artık, yüce rabbim yar ve yardımcın olsun…” diyerek telefonu Derman’ın üstüne kapatıp kendi telefonunu ve Özkan’ın telefonunu kayıtlardan sildirip kapattırdı.
Koskoca Ankara’da, Ulus’un ortasında tüm şimşekleri üzerine çeken bir ağaç gibi yapayalnız kalmış ve terk edilmişti Derman; “Şakaysa komik, gerçekse hiç değil” dedi ve çıldırmamak için dua etmeye başladı, tam da “Allah’ım neler oluyor?” dediği anda art arda şimşekler düştü Ulus’a, büyük bir patlamaydı.
Sirenler çalıyor, insanlar kaçışıyor, trafik felç olmuş, yaralananlar olmuştu.
Derken içinden bir ses kulağından; “Bir daha sakın O’nun adını boş yere anma sahip…” dedi.
Derman, odanın içinde biri var zannedip etrafa baktı.
Kimsecikler yoktu.
Sadece sağ yanağında küçük bir kızarıklık vardı.
“Dermân aradım derdime. Derdim bana dermân imiş. Bürhân aradım aslıma. Aslım bana bürhân imiş.
Sağ u solum gözler idim. Dost yüzünü görsem deyû. Ben taşrada arar idim. Ol cân içinde cân imiş.
Öyle sanırdım ayrıyam. Dost gayrıdır ben gayrıyam. Benden görüp işiteni. Bildim ki ol cânân imiş.
Savm-u salât u hac ile. Sanma ki biter zâhid işin. İnsan-ı kâmil olmağa. Lâzım olan irfân imiş.
Kande gelir yolun senin. Ya kande varır menzilin. Nerden gelip gittiğini. Anlamayan hayvân imiş.
Mürşid gerektir bildire. Hakk’ı sana hakka’l-yakîn. Mürşîdi olmayanların. Bildikleri gümân imiş.
Her mürşîde dil verme. Kim yolunu sarpa uğradır. Mürşîdi kâmil olanın. Gâyet yolu âsân imiş.
Anla hemen bir sözdürür. Yokuş değildir düzdürür. Âlem kamu bir yüzdürür. Gören onu hayrân imiş.
İşit Niyâzî’nin sözün. Bir nesne örtmez Hak yüzün. Hak’tan âyân bir nesne yok. Gözsüzlere pinhân imiş…”
Derman, hemen giyinip alt kata yemeğe indi.
Açık büfeden kıtlıktan çıkmış gibi yemek yedi içti, karnını doyurdu.
Duvardaki dev ekrandan haberleri izledi.
Ankara’da sel, yağmur ve şimşekler can almış hayat felç olmuştu.
Son 20 yılın en büyük doğa felaketi olduğunu söylüyordu haber bültenleri.
AFAD ve Kızılay; “Öngörülemeyen ve aniden gelişen bu meteorolojik olaylar ilk defa oluyor daha önce hiç böylesini görmemiştik…” şeklinde açıklamalar yapıyordu.
Derman, terasta çayını ve sigarasını içerken içinden bir ses; “İnşallah bir daha nerede konuşup, nerede susacağını öğrenmişsindir sahip…” diyordu.
Derman da “Tövbe estağfurullah. Çıldırıyorum herhalde. Allah’ım sen aklıma mukayyet ol…” diyordu.
Masasına gelen resepsiyonist; “Efendim bir beyefendi bunları size vermemi istedi…” diyerek Derman’a küçük bir paket verdi.
İçini açtığında, içinde yeni bir rehberi olan yeni bir telefon, ay yıldız pençeli kırmızı mercan taşlı bir gümüş yüzük ve bol miktarda da para vardı…
Resepsiyonist; “Efendim 1 yıllık otel üyeliğiniz yapıldı tüm hizmetlerimizden artık ücretsiz faydalanabilirsiniz, elektronik kartınız da yanınızda dursun. Valeden de istediğiniz aracı ücretsiz alabilirsiniz…” diyerek oradan ayrıldı.
Derman, telefonu açtığında içinde üniversitedeki tüm elemanların adının, görevinin ve numarasının olduğu kripto bir mobil uygulama gördü.
Yazışmalar buradan yapılacaktı…
Hemen ilk mesajını almıştı.
Mesaj Onur Kaplan’dan geliyordu.
Görevi; Ülkü Ocakları Ankara Üniversitesi Reisi, “Dalgalan hey Kara Sancak dalgalan. Salındığın yerde rüzgâr dinmesin. Türk'ün karargâhı olacak gölgen. Uyar uyumasın, uyar sinmesin! Kökünden kırılsın hainin eli. Hesaba çekilsin her kapı kulu. Hala yaşıyorken bir kahpe dölü. Gönderin, ölene kadar inmesin! Hem devlet hem ordu hem bu topraklar. Babamın malıdır; benim tüm haklar. Yırtılacak bütün beyaz bayraklar. İsterse saldıran geri dönmesin! Tahtını başına geçir tahtlının. Ahı tutsun artık, öce ahtlının. Kara Sancağısın kara bahtlının. Atlıyı atından indir, binmesin! Deli Tayma, bitmez bu çağda tezat. Türk’ün öz yurdu da değilken azat. Bu düzen Tepegöz, bu sancak Başat. Yansın kahpe acun, yansın sönmesin!”
Derman’a içinden bir ses; “Buna bir cevap verelim sahip, ailesi bedel ödemiş teşkilat mensuplarındandır…” dedi.
Telefonu evirip çeviren Derman, iyice düşünüp taşındıktan sonra arkasına yaslanıp Onur Kaplan adlı mobil kullanıcıya şu satırları yazdı;
“Yalan kürsüleri yıkıp yerine sehpaları kuracağız ant olsun! Haini, soysuzu iki kaşının ortasından vuracağız ant olsun! Çaresiyiz kanayan her yaranın, birliğini göreceğiz Turan’ın, Ya da Türk’e yar olmayan dünyanın eksenini kıracağız ant olsun! Hastane yolunda doğan bebeğin, üstüne beyaz kar yağan bebeğin kırkı çıktığı gün donan bebeğin, hesabını soracağız ant olsun! Aldanmadan makamlara, kürklere, yoldaş olup saray basan kırklara, Turan adlı nazlı gelin Türklere, Yar olunca duracağız ant olsun! Gerçek kılıp ecdatların düşünü, geri alıp her bir mezar taşını, reziller eğerken rezil başını, Huzura biz varacağız ant olsun!”
Onur Kaplan’a verdiği mesajın hemen ardından Ecem Karahan mesaj attı.
Görevi Ankara Üniversitesi Tarih Çalışmaları Koordinatörü.
Şöyle yazmıştı Ecem Karahan; “Yetmez Türk'e dünya yetmez. Dört yön, yedi kıta yetmez. Aya çıksak aya, yetmez! Güneşi de yakacağız! Bir Türk'ün bir damla yaşı, yok edecek dağı taşı. Düşmanın başına arşı, gökyüzünü yıkacağız! Erisin damla damla kar, gelmek üzere ilk bahar. Hazırlansın tabutluklar, yine girip çıkacağız!”
Derman cevap yazmadı Ecem Karahan’a fakat yolladıkları şiirlerdeki mesajlardan ve göndermelerden kendisini daha önceden tanıdıkları ve başka yerlerde kullandığı cümlelerden haberdar olduklarını çok iyi bir şekilde idrak etti.
Fakat içinden bir ses onu yine de cevap yazmaya zorladı ve başladı şu satırları yazmaya;
“Irmağın kıyısında göğü delmiş kılıçları. Birlikte ant içmişler ölüm kutlu doğuşları. ‘Sonuna kadar’ deyip saldırmışlar düşmana. Kutlu bir ihtilal dağıtmış karanlıkları. Her yan kan içinde, yürek kin içinde. Vuruşmuş yiğitler özgürlük düşünde. Yıllarca önceye, dönsek o geceye. Olsaydık arkadaş, kırk yiğit kişiye…”
Otelin 15’inci katındaki terasta, özgürlükten başı dönüyordu Derman’ın.
Tüm doğa, kar, yağmur, çamur her şey o kadar birbiriyle uyum içindeydi ki.
Ağzını açıp konuşsa sanki bir felaketin olacağından kesin bir şekilde emin olma noktasına gelmişti.
O yüzden artık her hareketi ve her cümlesi önceden üstüne düşünülmüş sözler ve hareketler olacaktı.
Tam da o esnada bir mesaj daha geldi, gönderen Mete Temizel adında Ankara Üniversitesi Kültür Sanat Kulüpleri Federasyonu Başkanıydı.
Şöyle yazmıştı; “Sen andımız, sen duamız. Sen turansın; sevdamızsın, kavgamız! Biz inandık, biz yılmadık. Biz turanın yolundayız, dönmedik!”
Gözleri doldu Derman’ın sessizce başını öne eğip ağladı ve çayından bir yudum alıp sigarasını söndürüp, resepsiyonisti çağırdı.
Yanına gelen Murat adındaki resepsiyoniste şu talimatları verdi;
“Odama hiç kimse temizlik için dahi girmeyecek. Katımdaki odaları derhal boşaltın, kat boş kalacak. Kattaki güvenlik kameralarını da kapatın, girip çıkan arkadaşlarımı ve kardeşlerimi kimse görmeyecek. Komite toplantılarımı artık burada yapacağız.”
Murat kekeleyerek; “Haberimiz var komiteden efendim, yeni göreviniz hayırlı uğurlu olsun. Size hizmet etmek bizim için bir şereftir…” dedi ve oradan ayrıldı.
Mobilden şu talimatı geçti Derman;
“Bize göre değil, bizim için değil siyaha beyaz demek. Çirkine oh ala, zalime pek ala yoksula olmaz demek. Biz böyle görmedik, haramı bilmedik, eğilmedik bükülmedik. Bu şehirde olmaz terk edip gitmeli, yalnız kurt yenilmemeli. Biz böyle görmedik, haramı bilmedik eğilmedik bükülmedik. Bu şehirde olmaz dağlara gitmeli, yalnız kurt yenilmemeli. Bize göre değil yabanın bağında dal olmak, gül olmak. Bize göre değil çirkefin elinde deli olmak, zül olmak. Biz böyle görmedik, haramı bilmedik eğilmedik bükülmedik. Bu şehirde olmaz terk edip gitmeli, yalnız kurt yenilmemeli...”
Ve ekledi;
“Sana umutlarımı getirmiştim ötelerden. Bir de hasretimi giderken götürecek değilim sende kalsın. Eğreti zulümlere ve boyası dökülmüş bu şehre inat umutlarımı besle. Hasretimle büyü, sil gözyaşını ey yar. Gidişin sonsuzluk perdesini aralayacak başaklar boy verecek, balalar soy verecek. Türküler söyleyeceğiz. Belki kurt yalnızlığı düşecek hissemize. Hüzünler saracak ufkumuzu hüzünler. Hüzünler taze baharlar gibidir. Unutma bahar senin içinde. Nereye gidersen götürürsün. Taze tomurcuklar şimdi. Kavuşma zamanı diyorlar. Türküler söyleniyor bir yerlerde. Meşeler güvermiş, varsın güversin. Söyleyin o yare durmasın, gelsin diyor türküler. Şimdi ses ver artık yüreğini yüreğime ekle. Yüreğini yüreğime ekle kanatlansın türküler…”
Bölüm sonu
.
Halil Emrah Macit, dikGAZETE.com
-devam edecek-
Rüzgârlı Han’daki üç yıldızlı otelin kral dairesinde aniden bastıran yağmurlu bir Ankara gecesinde derin bir uyku çeken Derman, nedendir bilinmez boncuk boncuk terlemişti.
Yatağında bir sağa bir sola kıvranmış, defalarca sayıklamış, gerçekle düş arası bazı hayaller görmüştü.
Tam uyanmaya yakın, odasında gerçek mi düş mü anlayamadığı bazı görüntülere şahit olmuştu Ankara’daki ilk gecesinde.
Rüyasına giren ışıl ışıl parlayan enerji formunda doğa üstü bedenlere benzer bazı özel kuvvetleri olan bir kalabalık ona seslenmiş, onunla konuşmuştu.
Fakat kısa süreli dili tutulan elleri bağlanan Derman, sadece gözlerini oynatarak olduğu yere sabitlenmiş çaresizce olacakları bekliyor, sadece bu olağanüstü durumu izliyordu.
Ona iyice yaklaşıp dokunma mesafesine gelen ışıktan adam; “Korkma Kürşat” dedi ve ekledi “Asıl kimliğini, ruhunu ve kim olduğunu biliyoruz…” diyerek elini Derman’ın başının üzerinde gezdirip kulağına üfleyerek Sanskritçe; “Prajapati seni seçti” dedi.
Derman’ın dili çözülmüştü; “Prajapati de kim ve siz kimsiniz? diyerek cevapladı.
Odanın içinde dolaşan ışıklar bir anda aurora ışınları gibi süzülerek ince bir yay sesi çıkarıp konuşmaya başladı; “Bize Yiğitler derler…” dedi ve ekledi “Bundan sonra bizim yeni sahibimiz sen olacaksın, sahip...” dediler.
Derman, aniden nefes nefese uyanmış küt küt atan kalbiyle sakinleşmek için kendini banyoya atmıştı.
Duşun altına girip uzun bir süre hüngür hüngür ağlayan Derman; “Biliyordum, gelecektiler ve geldiler sonunda…” diyerek Eyüp’teki ilk perşembesindeki kutlu kabul gecesinde kulağına okunan ayetleri hatırladı; “Sûr'a üfürüldüğü gün Allah'ın diledikleri müstesna göklerde ve yerde bulunanlar hep dehşete kapılır. Hepsi boyunları bükük olarak O'na gelir biat ederler…”
Gelenler büyük meleklerdi ve birlik için, ittihadı İslam için, aleme nizam için Derman inesiye edilmiş, ruhuna kozmik bir kuvvet üflenmiş, kalbi mühürlenmişti, vücudu çelik gibi bilenmişti.
Artık kuruyup çöle de dönse pare pare de edilse yenilmez ve gam yemezdi. Emir büyük yerden, el göklerden.
Hemen telefonunu açtı ve Ali beyi aradı.
Ali bey hemen; “Hiç konuşma evlat, bu saatten sonra bizim senin için yapabileceğimiz pek bir şey yok artık, yüce rabbim yar ve yardımcın olsun…” diyerek telefonu Derman’ın üstüne kapatıp kendi telefonunu ve Özkan’ın telefonunu kayıtlardan sildirip kapattırdı.
Koskoca Ankara’da, Ulus’un ortasında tüm şimşekleri üzerine çeken bir ağaç gibi yapayalnız kalmış ve terk edilmişti Derman; “Şakaysa komik, gerçekse hiç değil” dedi ve çıldırmamak için dua etmeye başladı, tam da “Allah’ım neler oluyor?” dediği anda art arda şimşekler düştü Ulus’a, büyük bir patlamaydı.
Sirenler çalıyor, insanlar kaçışıyor, trafik felç olmuş, yaralananlar olmuştu.
Derken içinden bir ses kulağından; “Bir daha sakın O’nun adını boş yere anma sahip…” dedi.
Derman, odanın içinde biri var zannedip etrafa baktı.
Kimsecikler yoktu.
Sadece sağ yanağında küçük bir kızarıklık vardı.
“Dermân aradım derdime. Derdim bana dermân imiş. Bürhân aradım aslıma. Aslım bana bürhân imiş.
Sağ u solum gözler idim. Dost yüzünü görsem deyû. Ben taşrada arar idim. Ol cân içinde cân imiş.
Öyle sanırdım ayrıyam. Dost gayrıdır ben gayrıyam. Benden görüp işiteni. Bildim ki ol cânân imiş.
Savm-u salât u hac ile. Sanma ki biter zâhid işin. İnsan-ı kâmil olmağa. Lâzım olan irfân imiş.
Kande gelir yolun senin. Ya kande varır menzilin. Nerden gelip gittiğini. Anlamayan hayvân imiş.
Mürşid gerektir bildire. Hakk’ı sana hakka’l-yakîn. Mürşîdi olmayanların. Bildikleri gümân imiş.
Her mürşîde dil verme. Kim yolunu sarpa uğradır. Mürşîdi kâmil olanın. Gâyet yolu âsân imiş.
Anla hemen bir sözdürür. Yokuş değildir düzdürür. Âlem kamu bir yüzdürür. Gören onu hayrân imiş.
İşit Niyâzî’nin sözün. Bir nesne örtmez Hak yüzün. Hak’tan âyân bir nesne yok. Gözsüzlere pinhân imiş…”
Derman, hemen giyinip alt kata yemeğe indi.
Açık büfeden kıtlıktan çıkmış gibi yemek yedi içti, karnını doyurdu.
Duvardaki dev ekrandan haberleri izledi.
Ankara’da sel, yağmur ve şimşekler can almış hayat felç olmuştu.
Son 20 yılın en büyük doğa felaketi olduğunu söylüyordu haber bültenleri.
AFAD ve Kızılay; “Öngörülemeyen ve aniden gelişen bu meteorolojik olaylar ilk defa oluyor daha önce hiç böylesini görmemiştik…” şeklinde açıklamalar yapıyordu.
Derman, terasta çayını ve sigarasını içerken içinden bir ses; “İnşallah bir daha nerede konuşup, nerede susacağını öğrenmişsindir sahip…” diyordu.
Derman da “Tövbe estağfurullah. Çıldırıyorum herhalde. Allah’ım sen aklıma mukayyet ol…” diyordu.
Masasına gelen resepsiyonist; “Efendim bir beyefendi bunları size vermemi istedi…” diyerek Derman’a küçük bir paket verdi.
İçini açtığında, içinde yeni bir rehberi olan yeni bir telefon, ay yıldız pençeli kırmızı mercan taşlı bir gümüş yüzük ve bol miktarda da para vardı…
Resepsiyonist; “Efendim 1 yıllık otel üyeliğiniz yapıldı tüm hizmetlerimizden artık ücretsiz faydalanabilirsiniz, elektronik kartınız da yanınızda dursun. Valeden de istediğiniz aracı ücretsiz alabilirsiniz…” diyerek oradan ayrıldı.
Derman, telefonu açtığında içinde üniversitedeki tüm elemanların adının, görevinin ve numarasının olduğu kripto bir mobil uygulama gördü.
Yazışmalar buradan yapılacaktı…
Hemen ilk mesajını almıştı.
Mesaj Onur Kaplan’dan geliyordu.
Görevi; Ülkü Ocakları Ankara Üniversitesi Reisi, “Dalgalan hey Kara Sancak dalgalan. Salındığın yerde rüzgâr dinmesin. Türk'ün karargâhı olacak gölgen. Uyar uyumasın, uyar sinmesin! Kökünden kırılsın hainin eli. Hesaba çekilsin her kapı kulu. Hala yaşıyorken bir kahpe dölü. Gönderin, ölene kadar inmesin! Hem devlet hem ordu hem bu topraklar. Babamın malıdır; benim tüm haklar. Yırtılacak bütün beyaz bayraklar. İsterse saldıran geri dönmesin! Tahtını başına geçir tahtlının. Ahı tutsun artık, öce ahtlının. Kara Sancağısın kara bahtlının. Atlıyı atından indir, binmesin! Deli Tayma, bitmez bu çağda tezat. Türk’ün öz yurdu da değilken azat. Bu düzen Tepegöz, bu sancak Başat. Yansın kahpe acun, yansın sönmesin!”
Derman’a içinden bir ses; “Buna bir cevap verelim sahip, ailesi bedel ödemiş teşkilat mensuplarındandır…” dedi.
Telefonu evirip çeviren Derman, iyice düşünüp taşındıktan sonra arkasına yaslanıp Onur Kaplan adlı mobil kullanıcıya şu satırları yazdı;
“Yalan kürsüleri yıkıp yerine sehpaları kuracağız ant olsun! Haini, soysuzu iki kaşının ortasından vuracağız ant olsun! Çaresiyiz kanayan her yaranın, birliğini göreceğiz Turan’ın, Ya da Türk’e yar olmayan dünyanın eksenini kıracağız ant olsun! Hastane yolunda doğan bebeğin, üstüne beyaz kar yağan bebeğin kırkı çıktığı gün donan bebeğin, hesabını soracağız ant olsun! Aldanmadan makamlara, kürklere, yoldaş olup saray basan kırklara, Turan adlı nazlı gelin Türklere, Yar olunca duracağız ant olsun! Gerçek kılıp ecdatların düşünü, geri alıp her bir mezar taşını, reziller eğerken rezil başını, Huzura biz varacağız ant olsun!”
Onur Kaplan’a verdiği mesajın hemen ardından Ecem Karahan mesaj attı.
Görevi Ankara Üniversitesi Tarih Çalışmaları Koordinatörü.
Şöyle yazmıştı Ecem Karahan; “Yetmez Türk'e dünya yetmez. Dört yön, yedi kıta yetmez. Aya çıksak aya, yetmez! Güneşi de yakacağız! Bir Türk'ün bir damla yaşı, yok edecek dağı taşı. Düşmanın başına arşı, gökyüzünü yıkacağız! Erisin damla damla kar, gelmek üzere ilk bahar. Hazırlansın tabutluklar, yine girip çıkacağız!”
Derman cevap yazmadı Ecem Karahan’a fakat yolladıkları şiirlerdeki mesajlardan ve göndermelerden kendisini daha önceden tanıdıkları ve başka yerlerde kullandığı cümlelerden haberdar olduklarını çok iyi bir şekilde idrak etti.
Fakat içinden bir ses onu yine de cevap yazmaya zorladı ve başladı şu satırları yazmaya;
“Irmağın kıyısında göğü delmiş kılıçları. Birlikte ant içmişler ölüm kutlu doğuşları. ‘Sonuna kadar’ deyip saldırmışlar düşmana. Kutlu bir ihtilal dağıtmış karanlıkları. Her yan kan içinde, yürek kin içinde. Vuruşmuş yiğitler özgürlük düşünde. Yıllarca önceye, dönsek o geceye. Olsaydık arkadaş, kırk yiğit kişiye…”
Otelin 15’inci katındaki terasta, özgürlükten başı dönüyordu Derman’ın.
Tüm doğa, kar, yağmur, çamur her şey o kadar birbiriyle uyum içindeydi ki.
Ağzını açıp konuşsa sanki bir felaketin olacağından kesin bir şekilde emin olma noktasına gelmişti.
O yüzden artık her hareketi ve her cümlesi önceden üstüne düşünülmüş sözler ve hareketler olacaktı.
Tam da o esnada bir mesaj daha geldi, gönderen Mete Temizel adında Ankara Üniversitesi Kültür Sanat Kulüpleri Federasyonu Başkanıydı.
Şöyle yazmıştı; “Sen andımız, sen duamız. Sen turansın; sevdamızsın, kavgamız! Biz inandık, biz yılmadık. Biz turanın yolundayız, dönmedik!”
Gözleri doldu Derman’ın sessizce başını öne eğip ağladı ve çayından bir yudum alıp sigarasını söndürüp, resepsiyonisti çağırdı.
Yanına gelen Murat adındaki resepsiyoniste şu talimatları verdi;
“Odama hiç kimse temizlik için dahi girmeyecek. Katımdaki odaları derhal boşaltın, kat boş kalacak. Kattaki güvenlik kameralarını da kapatın, girip çıkan arkadaşlarımı ve kardeşlerimi kimse görmeyecek. Komite toplantılarımı artık burada yapacağız.”
Murat kekeleyerek; “Haberimiz var komiteden efendim, yeni göreviniz hayırlı uğurlu olsun. Size hizmet etmek bizim için bir şereftir…” dedi ve oradan ayrıldı.
Mobilden şu talimatı geçti Derman;
“Bize göre değil, bizim için değil siyaha beyaz demek. Çirkine oh ala, zalime pek ala yoksula olmaz demek. Biz böyle görmedik, haramı bilmedik, eğilmedik bükülmedik. Bu şehirde olmaz terk edip gitmeli, yalnız kurt yenilmemeli. Biz böyle görmedik, haramı bilmedik eğilmedik bükülmedik. Bu şehirde olmaz dağlara gitmeli, yalnız kurt yenilmemeli. Bize göre değil yabanın bağında dal olmak, gül olmak. Bize göre değil çirkefin elinde deli olmak, zül olmak. Biz böyle görmedik, haramı bilmedik eğilmedik bükülmedik. Bu şehirde olmaz terk edip gitmeli, yalnız kurt yenilmemeli...”
Ve ekledi;
“Sana umutlarımı getirmiştim ötelerden. Bir de hasretimi giderken götürecek değilim sende kalsın. Eğreti zulümlere ve boyası dökülmüş bu şehre inat umutlarımı besle. Hasretimle büyü, sil gözyaşını ey yar. Gidişin sonsuzluk perdesini aralayacak başaklar boy verecek, balalar soy verecek. Türküler söyleyeceğiz. Belki kurt yalnızlığı düşecek hissemize. Hüzünler saracak ufkumuzu hüzünler. Hüzünler taze baharlar gibidir. Unutma bahar senin içinde. Nereye gidersen götürürsün. Taze tomurcuklar şimdi. Kavuşma zamanı diyorlar. Türküler söyleniyor bir yerlerde. Meşeler güvermiş, varsın güversin. Söyleyin o yare durmasın, gelsin diyor türküler. Şimdi ses ver artık yüreğini yüreğime ekle. Yüreğini yüreğime ekle kanatlansın türküler…”
Bölüm sonu
.
Halil Emrah Macit, dikGAZETE.com
-devam edecek-