ÖYKÜ: Derin Dalga -Bölüm 5- Kavuşma Zamanı!
ÖYKÜ: Derin Dalga -Bölüm 5- Kavuşma Zamanı!
- 19-12-2019 08:01
- 1651
- 19-12-2019 08:01
- 1651
Gri ve sisli bir Ankara sabahında 5 metre kalınlığındaki çelik betonla örülmüş karargâhtaki stüdyo dairesinde gözlerini açtığında öğle olmuştu.
Elini yüzünü yıkayıp sıcak bir duş alan Derman, odaya yayılan çello sesine kendisini kaptırmış, onu buraya atan nedenleri en başından en sonuna kadar kafasında yerli yerine oturtmaya çalışıyordu.
Madem sahada koşturmayacaksa, madem pusat çekip meydanlarda vuruşmayacaksa madem gaza etmeyecekse burada tıkılıp kalmanın ve emniyette olmanın ona ne faydası olabilirdi ki?
“Vardır herhalde bir bildikleri” diyerek yatağının yanındaki deri koltuğa yayılıp konsoldaki kitabı çıkarıp karıştırmaya başladı.
Kitabın adı “Âmâk-ı Hayal” yazarı ise Filibeli Ahmed Hilmi’ydi. Kitabın akıcı Türkçesi, nakış nakış dokunmuş sufî biçimleri Salvador Dali’yi, hatta Andre Breton’u bile kıskandıracak derecede gerçeküstücü fantastik kurgusu Derman’ı mest etmişti.
Kapı çaldı ve kapı açılarak içeri çok zarif, balık etli etine dolgun sarışın bir kadın girdi.
“Efendim akşam 8’de yönetim kurulu toplantısı ve yemeği var. Giyinmeniz için size takım elbise getirdim. Ölçüleriniz daha önceden alınmıştı. İsterseniz giyinmenize yardım edebilirim…” dedi içeri giren kadın.
Derman takım elbiseyi inceleyip yatağın üstüne serdi ve kadına dönerek; “Teşekkür ederim, gerek yok. Kendim giyinebilirim, iyiyim. Bir şeyim yok…” dedi ve odadan çıkan kadını uğurladı.
Saat akşam 8’i gösterdiğinde odanın telefonu çaldı; “Efendim hazırsanız aşağıdan bekleniyorsunuz. Arkadaşımız toplantı salonuna kadar size eşlik edecek…” dedi.
Üstünü giyinip hazırlanan Derman, aynadan kravatını düzeltti; “Herhalde büyük başlar toplanacak…” dedi içinden.
O esnada takım elbiselerini getiren yine aynı bayan girdi içeri ve birlikte asansörle 5 kat inerek koridorları geçip büyük yaldız işlemeleri parıl parıl parlayan kristal avizelerin bulunduğu, ortasında kocaman en az 40 kişilik çam ve ceviz ahşap işlemeli yuvarlak bir masa bulunan salona girdiler.
İnisiyasyonda hazır bulunan 9 beyefendi, Ali Bey, Özkan, Muharrem Doğu ve tüm komite masaya oturmuş hazır bekliyorlardı.
Derman’ın içeri girmesiyle hepsi ayağa kalkıp Derman’ı selamladılar.
Söz alarak konuya ilk Ali Bey girdi;
“Bir kutlu yürüyüştür bu mazluma kalkan olmuş doğudan batıya doğru şimşek şimşek saldıran. Bir kutlu yürüyüştür bu İslam ile yücelmiş aleme nizam için ak sancağını kaldıran. Yükümüz ağır, yolumuz uzun. Yüce Tanrı yar ve yardımcımız olsun…” dedi ve sözü Özkan’a bıraktı.
Özkan söz alarak konuşmasına başladı;
“Teşkilat nizam-ı alem davası için, ittihadı İslam için gündüz oturmadı, gece uyumadı. Düşman çok deyip korkmadı. Tanrı bizledir dedi, ‘Tengri Biz Menen’ dedi savaştı.
Yüzü yere düşen milletin gözü göğe baktı. Başlıya baş eğdirdi. Dizliye diz çöktürdü. Aç milleti doyurdu. Az milleti çok kıldı. Tanrı lütfetti, illiyi ilsiz kağanlıyı kağansız kıldı.
Doğuda, gün doğusuna güneyde, gün ortasına batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına kadar onca millete nizam verdi, baş oldu.
Tarih değişir fıtrat değişmez. Ordu değişir hedef değişmez üstte mavi gök çökmedikçe, altta yağız yer delinmedikçe, senin ilini ve töreni kim bozabilir…”
Söze giren Derman, salona seslenmeye başladı;
“Hazarda kabardı hayaller, tan yeri ağardı. Bir rengi gümüştü sevdanın, bir rengi bakırdı. Yine de biz gönlümüzü, demirin tavında dövdük. Büyüdü o çocuk, onunla Mavera'ya yürüdük... "Yeniden" dedi bir ihtiyar, kaldırarak bastonunu. Ardından tuğlar kalktı, sarılmış sancaklar açıldı. Kundak yapıp asmak olmazdı, kutsal hazinemiz ruhumuza kazındı.
Böyle olmalıydı; kınında kılıç gibi duran tarih, sıyrılmalıydı zamanın kabından.
Böyle olmalıydı; tuğlar kalktı mı koşmalıydı, Hazar olup taşmalıydı.
Öleceksek bir gün; yerimiz sıcak döşek değil, cenk meydanı olmalıydı.
Böyle olmalıydı; beldeki hançer kalktı mı göğe, şimşekler çakmalıydı. Halka değil pusatlar, zulme kalkmalıydı…”
Tam da o esnada büyük bir sessizlik oldu ve herkes ayağa kalktı.
Derman ne olduğunu anlamamıştı.
İçeri burma bıyıklı ak sakallı, ak saçlı yaşlı bir adam girmişti.
Elindeki bastonuyla salona işaret etti ve herkes yerine oturdu.
Gelen komite başkanı Eşref beydi.
Gözleri masmavi, sakalları ve saçları bembeyaz.
Ses tonu davudi ve bakışları kılıç gibi keskindi.
Masa başına oturarak kendini tanıttı tekrardan kendisini tanımayan salondakilere.
“Bendeniz, gülzârı cemâli pîri efradı iklimi cihan Eşref Sencer. 40 yıllık uykumdan uyanıp Altaylar’dan buraya 3 günlük yoldan gelirim. Canımın içi, gözümün nuru Derman’ı görmeye geldim…”
Derman, Eşref beyin Hazar mavisi gözlerinden, davudi sesinden ve kılıç gibi keskin bakışlarından adeta büyülenmişti.
Eli ayağa titriyordu. “Demek rüyalarıma giren bu zattı…” dedi sessizce içinden.
“Evet bendim. Ben gizli bir hazineydim, bilinmek istedim ve sana göründüm sadece sana…” dedi Eşref Bey Derman’a.
Derman düşüncelerini okuyan Eşref beyin nazarından neredeyse bayılacak gibiydi.
Velhasıl, yemek servisi başladı, yemekler yendi, kımızlar içildi ve türküler dinlenildi.
Şiirler söylendi, alkışlar sel oldu aktı.
Komite kurtlarını dökmüş, iyice kaynaşmış ve birbirlerine kavuşmuşlardı.
Yemekten sonra söz alan Ali Bey, Eşref beye dönerek;
“Efendim Çin’den feryatlar yükselir bilirsiniz. Teşkilat çaresiz. Acaba komite mi bir hal çaresine baksa…” dedi.
Eşref bey, Ali beye dönerek;
“Biz her insanın kaderini kendi çabasına bağlı kıldık. Ya kendi içlerinden bir Kürşat veya Osman çıkar ya da bu kurtlar sofrasında yem olurlar. Bırakın zulümleri artsın ki tez zeval bulsunlar. Bu devran böyle döner. Bizim de bir haddimiz var can Ali…”
Derken Derman söz aldı ve konuşmaya başladı;
“Bir gece ay yıldızlara yıldızlar aya, muştulayacak ki o zaman, başkaları da benim dilimi konuşacak! Dizginlerini çekerek zamana dur diyeceğim, duracak.
Bir sabah tan atarken yüce Tanrı Dağı’ndan, Kürşad'ın gür sesi duyulacak: Atlar, Vey ırmağında sulansın, güneş doğduğu yerde karşılansın.
Emri tekrar edecek; gök, toprak, deniz, bozkurtlar uluyacak bütün Anadolu'dan: Biz de sizdeniz. Biz de sizdeniz…”
Toplantı sabah ezanına kadar devam etti.
Söz üzerine söz alındı.
Mey üzerine mey içildi.
Alkış üstüne alkış tutuldu.
Siganfu Sarayı’ndan Vey Irmağına kadar korku sarmıştı geceyi.
Tarihin nabzına kırk düğüm attık, kim çözer bu bilmeceyi?
Irmağın kıyısında göğü delmiş kılıçları.
Birlikte ant içmişler ölüm kutlu doğuşları.
“Sonuna kadar” deyip saldırmışlar düşmana.
Kutlu bir ihtilal dağıtmış karanlıkları.
Her yan kan içinde, yürek kin içinde.
Vuruşmuş yiğitler özgürlük düşünde.
Yıllarca önceye, dönsek o geceye.
Olsaydık arkadaş, kırk yiğit kişiye. Yamtar, Gök Börü, Yağmur, İl Kaya, Sungur, Üç Oğul, Utar, Kızıl Buka Karaozan, Karabudak, Bögü Alp ve Yumru.
Kırk yiğit o gece ölümsüz oldu.
Her yan kan içinde, yürek kin içinde.
Vuruşmuş yiğitler özgürlük düşünde.
Yıllarca önceye, dönsek o geceye. Olsaydık arkadaş, kırk yiğit kişiye…
Bölüm sonu
.
Halil Emrah Macit, dikGAZETE.com
-devam edecek-
Gri ve sisli bir Ankara sabahında 5 metre kalınlığındaki çelik betonla örülmüş karargâhtaki stüdyo dairesinde gözlerini açtığında öğle olmuştu.
Elini yüzünü yıkayıp sıcak bir duş alan Derman, odaya yayılan çello sesine kendisini kaptırmış, onu buraya atan nedenleri en başından en sonuna kadar kafasında yerli yerine oturtmaya çalışıyordu.
Madem sahada koşturmayacaksa, madem pusat çekip meydanlarda vuruşmayacaksa madem gaza etmeyecekse burada tıkılıp kalmanın ve emniyette olmanın ona ne faydası olabilirdi ki?
“Vardır herhalde bir bildikleri” diyerek yatağının yanındaki deri koltuğa yayılıp konsoldaki kitabı çıkarıp karıştırmaya başladı.
Kitabın adı “Âmâk-ı Hayal” yazarı ise Filibeli Ahmed Hilmi’ydi. Kitabın akıcı Türkçesi, nakış nakış dokunmuş sufî biçimleri Salvador Dali’yi, hatta Andre Breton’u bile kıskandıracak derecede gerçeküstücü fantastik kurgusu Derman’ı mest etmişti.
Kapı çaldı ve kapı açılarak içeri çok zarif, balık etli etine dolgun sarışın bir kadın girdi.
“Efendim akşam 8’de yönetim kurulu toplantısı ve yemeği var. Giyinmeniz için size takım elbise getirdim. Ölçüleriniz daha önceden alınmıştı. İsterseniz giyinmenize yardım edebilirim…” dedi içeri giren kadın.
Derman takım elbiseyi inceleyip yatağın üstüne serdi ve kadına dönerek; “Teşekkür ederim, gerek yok. Kendim giyinebilirim, iyiyim. Bir şeyim yok…” dedi ve odadan çıkan kadını uğurladı.
Saat akşam 8’i gösterdiğinde odanın telefonu çaldı; “Efendim hazırsanız aşağıdan bekleniyorsunuz. Arkadaşımız toplantı salonuna kadar size eşlik edecek…” dedi.
Üstünü giyinip hazırlanan Derman, aynadan kravatını düzeltti; “Herhalde büyük başlar toplanacak…” dedi içinden.
O esnada takım elbiselerini getiren yine aynı bayan girdi içeri ve birlikte asansörle 5 kat inerek koridorları geçip büyük yaldız işlemeleri parıl parıl parlayan kristal avizelerin bulunduğu, ortasında kocaman en az 40 kişilik çam ve ceviz ahşap işlemeli yuvarlak bir masa bulunan salona girdiler.
İnisiyasyonda hazır bulunan 9 beyefendi, Ali Bey, Özkan, Muharrem Doğu ve tüm komite masaya oturmuş hazır bekliyorlardı.
Derman’ın içeri girmesiyle hepsi ayağa kalkıp Derman’ı selamladılar.
Söz alarak konuya ilk Ali Bey girdi;
“Bir kutlu yürüyüştür bu mazluma kalkan olmuş doğudan batıya doğru şimşek şimşek saldıran. Bir kutlu yürüyüştür bu İslam ile yücelmiş aleme nizam için ak sancağını kaldıran. Yükümüz ağır, yolumuz uzun. Yüce Tanrı yar ve yardımcımız olsun…” dedi ve sözü Özkan’a bıraktı.
Özkan söz alarak konuşmasına başladı;
“Teşkilat nizam-ı alem davası için, ittihadı İslam için gündüz oturmadı, gece uyumadı. Düşman çok deyip korkmadı. Tanrı bizledir dedi, ‘Tengri Biz Menen’ dedi savaştı.
Yüzü yere düşen milletin gözü göğe baktı. Başlıya baş eğdirdi. Dizliye diz çöktürdü. Aç milleti doyurdu. Az milleti çok kıldı. Tanrı lütfetti, illiyi ilsiz kağanlıyı kağansız kıldı.
Doğuda, gün doğusuna güneyde, gün ortasına batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına kadar onca millete nizam verdi, baş oldu.
Tarih değişir fıtrat değişmez. Ordu değişir hedef değişmez üstte mavi gök çökmedikçe, altta yağız yer delinmedikçe, senin ilini ve töreni kim bozabilir…”
Söze giren Derman, salona seslenmeye başladı;
“Hazarda kabardı hayaller, tan yeri ağardı. Bir rengi gümüştü sevdanın, bir rengi bakırdı. Yine de biz gönlümüzü, demirin tavında dövdük. Büyüdü o çocuk, onunla Mavera'ya yürüdük... "Yeniden" dedi bir ihtiyar, kaldırarak bastonunu. Ardından tuğlar kalktı, sarılmış sancaklar açıldı. Kundak yapıp asmak olmazdı, kutsal hazinemiz ruhumuza kazındı.
Böyle olmalıydı; kınında kılıç gibi duran tarih, sıyrılmalıydı zamanın kabından.
Böyle olmalıydı; tuğlar kalktı mı koşmalıydı, Hazar olup taşmalıydı.
Öleceksek bir gün; yerimiz sıcak döşek değil, cenk meydanı olmalıydı.
Böyle olmalıydı; beldeki hançer kalktı mı göğe, şimşekler çakmalıydı. Halka değil pusatlar, zulme kalkmalıydı…”
Tam da o esnada büyük bir sessizlik oldu ve herkes ayağa kalktı.
Derman ne olduğunu anlamamıştı.
İçeri burma bıyıklı ak sakallı, ak saçlı yaşlı bir adam girmişti.
Elindeki bastonuyla salona işaret etti ve herkes yerine oturdu.
Gelen komite başkanı Eşref beydi.
Gözleri masmavi, sakalları ve saçları bembeyaz.
Ses tonu davudi ve bakışları kılıç gibi keskindi.
Masa başına oturarak kendini tanıttı tekrardan kendisini tanımayan salondakilere.
“Bendeniz, gülzârı cemâli pîri efradı iklimi cihan Eşref Sencer. 40 yıllık uykumdan uyanıp Altaylar’dan buraya 3 günlük yoldan gelirim. Canımın içi, gözümün nuru Derman’ı görmeye geldim…”
Derman, Eşref beyin Hazar mavisi gözlerinden, davudi sesinden ve kılıç gibi keskin bakışlarından adeta büyülenmişti.
Eli ayağa titriyordu. “Demek rüyalarıma giren bu zattı…” dedi sessizce içinden.
“Evet bendim. Ben gizli bir hazineydim, bilinmek istedim ve sana göründüm sadece sana…” dedi Eşref Bey Derman’a.
Derman düşüncelerini okuyan Eşref beyin nazarından neredeyse bayılacak gibiydi.
Velhasıl, yemek servisi başladı, yemekler yendi, kımızlar içildi ve türküler dinlenildi.
Şiirler söylendi, alkışlar sel oldu aktı.
Komite kurtlarını dökmüş, iyice kaynaşmış ve birbirlerine kavuşmuşlardı.
Yemekten sonra söz alan Ali Bey, Eşref beye dönerek;
“Efendim Çin’den feryatlar yükselir bilirsiniz. Teşkilat çaresiz. Acaba komite mi bir hal çaresine baksa…” dedi.
Eşref bey, Ali beye dönerek;
“Biz her insanın kaderini kendi çabasına bağlı kıldık. Ya kendi içlerinden bir Kürşat veya Osman çıkar ya da bu kurtlar sofrasında yem olurlar. Bırakın zulümleri artsın ki tez zeval bulsunlar. Bu devran böyle döner. Bizim de bir haddimiz var can Ali…”
Derken Derman söz aldı ve konuşmaya başladı;
“Bir gece ay yıldızlara yıldızlar aya, muştulayacak ki o zaman, başkaları da benim dilimi konuşacak! Dizginlerini çekerek zamana dur diyeceğim, duracak.
Bir sabah tan atarken yüce Tanrı Dağı’ndan, Kürşad'ın gür sesi duyulacak: Atlar, Vey ırmağında sulansın, güneş doğduğu yerde karşılansın.
Emri tekrar edecek; gök, toprak, deniz, bozkurtlar uluyacak bütün Anadolu'dan: Biz de sizdeniz. Biz de sizdeniz…”
Toplantı sabah ezanına kadar devam etti.
Söz üzerine söz alındı.
Mey üzerine mey içildi.
Alkış üstüne alkış tutuldu.
Siganfu Sarayı’ndan Vey Irmağına kadar korku sarmıştı geceyi.
Tarihin nabzına kırk düğüm attık, kim çözer bu bilmeceyi?
Irmağın kıyısında göğü delmiş kılıçları.
Birlikte ant içmişler ölüm kutlu doğuşları.
“Sonuna kadar” deyip saldırmışlar düşmana.
Kutlu bir ihtilal dağıtmış karanlıkları.
Her yan kan içinde, yürek kin içinde.
Vuruşmuş yiğitler özgürlük düşünde.
Yıllarca önceye, dönsek o geceye.
Olsaydık arkadaş, kırk yiğit kişiye. Yamtar, Gök Börü, Yağmur, İl Kaya, Sungur, Üç Oğul, Utar, Kızıl Buka Karaozan, Karabudak, Bögü Alp ve Yumru.
Kırk yiğit o gece ölümsüz oldu.
Her yan kan içinde, yürek kin içinde.
Vuruşmuş yiğitler özgürlük düşünde.
Yıllarca önceye, dönsek o geceye. Olsaydık arkadaş, kırk yiğit kişiye…
Bölüm sonu
.
Halil Emrah Macit, dikGAZETE.com
-devam edecek-